31 Mar 2015

OKUMUŞ CAHİLLER HİPERMETROP MÜNEVVERLER

Ömer Seyfettin'in bir hikayesinde (hikayeyi hatırlamıyorum hatırlayan varsa veya anekdotumu düzeltecek kişi aşağıya notunu yazabilir) şöyle bir pasaj hatırlıyorum; zaman 1.dünya savaşı yılları mekan istanbul. Şeker sıkıntısı had safhadadır. Kahvede oturan okumuş zevat gazetede okudukları avusturyanın osmanlıya şeker göndereceği haberi üzerinde hararetli hararetli konuşmaktadır. Ne de olsa avusturya müttefikimizdir o kadarcıkta yardımda da bulunur.Bu hararetli konuşmaya tanık olan tahsilsiz zır cahil kahveci çırağı ''yok beyim avusturya bize yardım falan etmez açlıktan ölsek umurlarında olmayız '' gibisinden bir laf eder. Okumuş tahsilli arkadaşlar medeni avrupanın erdeminden hümanizminden dem vururlar ve kahveci çırağını tefe koyarlar kendilerince. Vakayı gözlemci sıfatıyla aktaran Ömer Seyfettin hikayeyi şöyle tamamlar ;  Vakıa gazetelerin günlerce yazdığı gibi avusturya şeker meker göndermez haber fos çıkar ve yazar devamla memleketin insanın bu irfan damarını över ve tahsilli arkadaşların bu irfan damarından koptuklarından düştükleri komik durumu ortaya serer...
Lafı günümüz twitter münevverlerine getireceğim.. Yav şu batılı eğitimin mankutlaştırdığı değerleri kendilerinden menkul klavye münevverlerinin fikir serdediyorum diye sıçtıkları boku yeminle zır cahil rahmetli annem söylemezdi. 

Öff yaa bu ne pespayelik ya hu.. Bazen hakikaten umutsuzluğa kapılıyorum konuşacak kimse kalmamış ...Adam bir şey bilmiyor bilmediğini bilmiyor zeytinyağı gibi hep kendisi haklı okumuş okuduğunu anlamamış empati kuramıyor fikir yerine yargıları ve peşin hükümleri var . Öbürü yobaz beriki cahil herkes aptal.. 

Öff yaa öff ...

Rahmetli annem en azından haddini bilirdi , ben öküz geldim öküz gidiyorum derdi ve bilmediği bir şeyi anlatanı oturur dinlerdi aklı yatmadıysa bana sorardı.

Bunlar herşeyi biliyor amk herşeyi..Bir de ukalalar ve edepsiz...

30 Mar 2015

İNSANSIZ MEDENİYET İNSANSIZ DİN İNSAFSIZ YOBAZLAR

Bir gün Recep Tayyip Erdoğan'dan bir alıntıyla yazıma başlayacağım aklıma gelmezdi. Ne demişti Cumhurbaşkanımız : kürt sorunu yoktur kürtlerin sorunu vardır. Pek çok kimse ''uha ha lafa gel'' demiştir belki lakin bence çok mühim bir laf (düşünerek mi söyledi orası ayrı).

Bence bütün meselelerimizi bu mantık çerçevesinde konuşmalıyız zira meseleleri insandan bağımsızlaştırdığımızda  meselenin ruhunu da kaybederiz. Yıllarca ''baş örtüsü'' meselemiz oldu oysaki mesele baş örtüsü takan kızların eğitim hakkından mahrum bırakılmasıydı. Eğer meseleye böyle baksaydık dinde baş örtüsü var mı yok mu farz mı örf mü diye havanda su dövmezdik. Böylece meseleyi insan üzerinden konuşabilir bir hikayemiz olur empati şansımız olur meselenin insana ait bir mesele olduğunu kendi insaniyetliğimiz üzerinden kavrayabilirdik.

Geçen cuma akşamı islam ve medeniyet üzerine bir programı gecenin ikisine kadar seyredip gene boşa geçen vaktime yandım. Öyle şeyler anlatıyorlar ki ortada insan ve insana dair bir şey yok. İnsan üstü bir dinden gökteki bir ülkeden bahsediyorlar. Bizim devlet-birey ilişkimiz gibi. Devlet için feda olan birey modeli gibi din için yaşayan müslüman modeli. Şöyle bir akılsız ön kabul var (herkes te sorgulamadan he öyle diyor) sahabe gibi inanmadığımız için böyleyiz. İkiyüz yıldır çöküşümüze bulunan neden ve cevap aynı : Hz.Ömer gibi namaz kıldığımızda her şey düzelecek.Bok düzelecek..(Hz.Ömer gibi akıllı olursak düzeliriz dese gam yemeyeceğim bu nasıl akılsızlıktır ki kitabı fetişleştirip putlaştırdık )
Valla bütün gece tek elle tutulur önermeyi Abdülaziz Tantik yaptı, ben amişler gibi orta çağda yaşamak istiyorum dedi. (bu mesele bu blogta da tartışılmıştı fakat ben meseleyi toplumsal bir reçete olarak değil bireysel bir kaçış olarak tartışmıştım). Gerisi anlat anlat aynı nakarat yarısı bayat yarısı cevat kelle ; peygamberin örnek şahsiyetini hayatımıza geçirdiğimizde her şey düzelecek. Bok düzelecek..

Gına geldi bana bu din sünnet medeniyet cemaat muhabbetinden. Alacakaranlık hikayesi gibi ya ümmetin durumu.. Programı dinlerken şunu hissettim ,Kuranda Allah bize bir devlet biçimi önermiyor lafı aslında şunu anlatıyor '' kahretsin Kuranda Allah niye bir yönetim biçimi önermedi ki çıkamıyoruz bir türlü işin içinden''. 

Yani her şey kitapta yazaydı ne olurdu ?? (bazılarına göre yazıyor zaten mehdilikten rokete kadar ayetlerden işaret bulan gırla).

Selahaddin Eyyübi ile ismini hatırlayamadığım bir komutan arasında  (cennetin krallığı filminde) haçlıları yendikleri meydan savaşının ardından şöyle bir diyalog geçiyor:

- Allahın izniyle kafirleri yendik . Bizi yenip Kudüsü aldıklarında Allahın dininden uzaklaşmıştık o yüzden yenilmiştik şimdi Allahın dinine döndük ve zafer kazandık 
- Hayır o zaman hazır değildik şimdi ise hazırdık o yüzden kazandık diye cevaplar Selahaddin Eyyübi.

Mesele anlaşıldı ...


27 Mar 2015

SEVİŞMEK BİLE YÜRÜMEKTEN ÜSTÜN DEĞİL


(...) ve tabi 'yürümek' - bu konuda kafamı nasıl bozmuş olduğumu biliyorsun:   y ü r ü m e - b i r l i k t e yürüme... -daha ulu bir şey bilmiyorum. -sevişmek bile, bütün yakınlığıyla, yüceliğiyle, güzelliğiyle; ama patlayan ve sönen tutkusuyla, heyecanıyla, doyumuyla, birlikte yürümekten daha üstün değil- hele, bir de, birlikte gidilecek bir yer (bir amaç, bir erek) varsa...

yürüyüş- ne kavram ama!....  (ORUÇ ARIOBA-İLE)


“yürüyüşçünün kırılganlığı fetih ya da küçümsemeden çok temkinli olmaya ya da ötekine açılmaya iter. kesin olan şu ki yürüyen insan genellikle otomobil kullanan ya da trene veya uçağa binen biri gibi kibirli olmaz çünkü attığı her adımda dünyanın acımasızlığını ve yolda rastladığı insanlarla dostça uzlaşma gerekliliğini hissederek asla insan olduğunu unutmaz. yürümek benmerkezcilikten uzaklaştırır ve insanı kırılganlığına ve gücüne götüren sınırlar içinde dünyayı yeniler. olağanüstü bir antropolojik etkinliktir çünkü insanda sürekli anlama, dünyanın yapısı içinde yerini bulma, başkalarıyla olan bağını sorgulama kaygısı uyandırır” (LE BRETON-YÜRÜMEYE ÖVGÜ)

"benim hayat görüşüm papazinki gibidir: "hayat bir yoldur." o yüzden yürüyüşe çıkıyorum. yürüyüşe çıkabildiğim sürece hiçbir şeyden korkmuyorum, ölümden bile. çünkü yürüyebildiğim sürece, her şeyden yürüyerek uzaklaşabiliyorum. yürüyüşe çıkamadığım zaman her şeyden korkuyorum, özellikle de hayattan; çünkü yürüyemediğim zaman benim için hiçbir şey iyi gitmiyor. ben her gün sağlığıma yürüyor ve her türlü hastalıktan yürüyerek uzaklaşıyorum; en iyi düşüncelerime kendimi yürüyerek götürdüm ve şimdi insanın yürüyerek kurtulamayacağı hiçbir can sıkıcı düşünce bilmiyorum. insan sağlığı için yürüyecekse ve o da sürekli bir istasyon ötedeyse- yine de derim ki: yürüyün! ayrıca insanın yürümeyle sağlıklı olmaya, tam yakalayamasa da, mümkün olduğunca yaklaştığı aşikar- fakat hareketsiz oturunca, ne kadar hareketsiz oturulursa hastalanmaya o kadar yaklaşılır. sağlık ve kurtuluş yalnızca harekette bulunabilir. eğer birisi hareketin varlığını inkar ederse, diogenes'in yaptığı gibi, yürürüm. eğer biri sağlığın harekette olduğunu inkar ederse, o zaman bütün hastalıklardan ve itirazlardan yürüyerek uzaklaşırım. yani insan durmadan yürürse, her şey yoluna girer." (KİERKEGAARD)

..hastalar, garipler, bîkesler, yürüyün! hem vücudunuza hem gönlünüze tatlı bir uyuşukluk gelinceye kadar yürüyün. eski masallarda da böyle değil mi? insan, tahammülün, metânetin son merhalesinden sonra demir âsa, demir çarıklı, nerede biteceği meçhul olan bir yola çıkar. bu, insanın eleme karşı son müdâfaa vâsıtalarıdır. kalbinin kırıldığı yeri ebediyyen terk edip yola revân olmak, dâimî hareketle hâtıraları öldürmek...(SAFİYE EROL-KADIKÖYÜN ROMANI)

''hareket etmezsen acı üzerinde birikir'' (BARIŞ BIÇAKÇI)




'yürümenin erdemlerini doya doya tatmalı insan. 

yürümekle bedenimizi fark ederiz, o bedeni bize vereni fark ederiz.
yürümek bu bakımdan şükrün ifasıdır.' (KEMAL SAYAR)


''hızlı yürümek istiyorsan yalnız yürü, uzun yürümek istiyorsan yanına birisini al'' (AFRİKA ATASÖZÜ)

“aylaklık, acelesi olan insanın hüküm sürdüğü dünyada bir terslik gibi gözükür. zamanın ve yerin tadını çıkarma olan yürüyüş bir kaçış, modernliğe bir naniktir. çılgın yaşam ritimlerimiz içinde bir kestirme yoldur, mesafe almaya elverişli bir etkinliktir.” [LE BRETON-YÜRÜMEYE ÖVGÜ]
İnsan ne kadar kibirli olmadığını söylese de, uçaktaki bir insanla yürüyen bir insan arasında bu açıdan bir fark vardır. en azından uçakta seyahat eden bir kişinin canlı yaşamına ilişkin bir tefekkür geliştirmesini bekleyemeyiz. oysa yürürken o canlı yaşamanın farkına varır, karıncaları görür, onlara basmama hassasiyetini hatırlar, gerektiğinde kargaları seyreder, kedilere selam verir ve kelebeklerin uçuşunu gözlemleriz. bu, bize varoluşumuzun farkına varmamızı sağlar. “toprağa basan ayak, önüne çıkan her şeyi acımasızca ezen ve geçtiği yerde yara izi bırakan araba lastiği gibi saldırgan değildir.” [ LE BRETON-YÜRÜMEYE ÖVGÜ]

"yürümek yatıştırır. yürümede sağaltıcı bir güç vardır. düzenli bir biçimde hep bir ayağı öbürünün ilerisine basma, aynı zamanda kolları ritmik bir biçimde kürek çeker gibi sallayıp soluma sıklığının yükselmesi, nabzın hafifçe uyarılması, gözün ve kulağın yönün saptanmasına ve dengenin korunmasına yönelik etkinlikleri , akıp giden havanın deri yüzeyinde duyumlanışı...bütün bunlar bedenle zihni hiç karşı durulmaz biçimde birbirine yaklaştıran ve ruhu, ne kadar dumura uğramış , zedelenmiş de olsa, büyüten , genişleten olaylardır." (PATRİCK SÜSKİND-GÜVERCİN)

26 Mar 2015

LİKYA YOLUNDA ANDA YÜRÜMEK

Bir kaç akşamdır TRT Belgesel kanalında likya yolu ultra maratonu adlı belgeseli izliyorum. Lİkya bilindiği gibi Antalya ve göller bölgesinin antik ismi, Olimpos ,Patara,Demre vs.gibi antik kentlerin mekanı. Bu belgesel bende yürümek iştahını yeniden kabarttı. Evlendiğimden bu yana şöyle alıp başımı gittiğim adam gibi bir yürüyüş yapamadım. Yürümek (yapmayan tatmayan bilmez onlar için fuzuli yorgunluktur. ) ibadettir, meditasyondur ve insanın en derin tefekkür anlarını deneyimleyebileceği eşsiz bir tecrübedir. Aşağıda benimle benzer duyguları hisseden ve likya yolunu yürümüş birinin bu anlara ilişkin duygularını aktarıyorum.( Bugün beni çileden çıkaran bazı zevat hakkında yazacaktım ama yürüyüşün hayali bile derviş tarafımı ortaya çıkardı ve onları boşverdim): Yürümek dediysem öyle iki saat yürümek değil , günlerce yürümek kastet
tiğim,iki saatte kendine varamazsın..

Lİkya yoluna vursam kendimi ,bir ay yürüsem unutsam bu pespaye şehri, bu ışıklı yolların körleştirmesinden dolunayın rehberliğinde ruhumun gözüne gözüne doğru...

'' likya yolu aslında en zorlandığımız “an’da olmaya” yarıyor. bina yok, medeniyet yok, insan yok, araba yok, direk yok, gürültü yok... kimi yerde rüzgar, kimi yerde dalga, kimi yerde arı, böcek sesleri, su sesi, adım sesi, baton sesi ama daha çok sessizlik... kendi nefes sesin...

yürürken sadece bastığın adımdasın, önceki ve sonraki adımla ilgili değilsin o an’da doğru yerde doğru adımdasın. çeşit çeşit meditasyonibadet ve ritüelle ulaşılmaya çalışılan an’ın içinde ve akışındasın. 
uzun yürüyüş saatleri boyunca an’da olmak çok farklı, zor, yabancılaşıyorsun. şehir hayatında kendinle ve sadece o zaman yoğunluğunu kaplamayı o kadar az yaşıyorsun ki, algıların değişiyor. düşünme yolların da, yürüdüğün yükseklikler gibi farklı nöronlara değiyor.
ayağının altında, dibindeki; otlar, kurumuş dallar, yapraklar, taşlar , toprağın rengi sadece o an’lık. dik rampalarda, bastığın yerde kayboluyor sadece nefesindesin, soluklarının ritminde, kan pompalayan kalbinin atışındasın.
kimi yerde şehir hayatının düşüncelerine düşüyorsun, düşüncelere, olaylara, insanlara kayıyorsun. ben istemeden hayatımdan uzaklaşan birkaç insana takıldım, özledim, 400 metreden aşağı yuvarlanıyordum. sanırım kayalık, çalılar ve ağaç çizikleriyle çok da yakışıklı olmayacak cesedimin cenazesine belki gelirler diye düşünüp, an’da kalmaya gayret ettim. kimi düz, riskli yollarda da ilişkilerin virgüllerini, kesme işaretlerini düşündüm. ilişkilerin sahiplenme, sahiplenilme, paylaşım, emek, huzur anlamlarını. bu düşüncelerin bazıları da ilerdeki inişler gibi riskliydi. içimden türkü tutturmadım ben hiç bir şarkının sözlerini aklımda tutamam, düşünceler huzursuz edince wagner ritimleri çaldım, gülümsetince dünyada insan sesleri kullanılan ilk senfoniyi bazen unutup sesli sesli söyledim... 
3-4 kilometre düz yolda yürürken 3 haneli para ödeyip aldığım çanta ve ayakkabının ergonomisini değerlendiriyordum, önümde ayağında tek haneli plastik bir ayakkabı ve sırtında tek haneli bir iple benim taşıdığımdan en az 20-30 kilo fazla odun taşıyan, çantamın terletmeyen omnitech bel koruyuculu desteği yerine güzel kokulu otları sırtına yastık yapmış, iki büklüm yaşıtım bilemedin 5-6 yaş büyüğüm kadını gördüğümde, utandım. utanmam 3 saat kadar sürdü, sakat omzum egomu ele geçirdi. "mola" diye bağırdım...
o kadınla 150 metre yürüdük ama tüm yolculuk boyunca utancımın elinden tuttu hiç bırakmadı.
tüm bitki, hayvan ve coğrafi özelliklerin ahenginde kar/maliyetişçilik/üretim..vb. işgalci dengeler yerine gerçekdenge duygusunu hatırladım. hayranlıkla uyumu izledim. her neye inanıyorsan yaradanbirenerjievrim teorisiagnostik düşünce...vb ona yaklaşıyorsun. tüm hücrelerinde huzur...



plastik, beton ve insan eli değmeyenin ne muhteşem olduğunu tekrar tekrar gördüm. matrix’de insanın dünyanın virüsü olduğunu söylemişlerdi, bence yetersiz; “insan dünyanın kanseri”. en muhteşem kıyamet senaryoları; doğanın insana karşı atağa kalkmasını, versiyon versiyon kafamdan yazdım. belki gerçekten de yazarım... likya olur, ipekyolu olur, alpler olur, 1-2 günlük değil gerçekten uzun yürüyüşlere çıkın... “kafanı da gittiğin yere götürüyorsun” sözü, doğada sağsalim yürüme gayretindeyken çalışmıyor.'' Ekşisözlük-Kutasan

24 Mar 2015

İSANIN YANINDA MUSA DA GELSE YETMEZ...

Özgüven hakkında çok önemli bir kitap yazan psikolog Don Hamachek aşağılık kompleksi ile ilgili 7 noktaya dikkat çekiyor.


1. Eleştiriye karşı alıngan olmak

Aşağılık duygusuna kapılan insanlar hata yaptıklarını bilseler de diğer insanların bunu vurgulamaları hoşlarına gitmez. Ne kadar yapıcı ya da naif olursa olsun her eleştiriyi kişisel bir saldırı olarak algılarlar.


2. Özgüvene uygunsuz cevap verme

Bu iki şekilde olur. Bazı insanlar kendileri hakkında iyi şeyler duymak için can atarlar ve sürekli iltifat edilmesinden hoşlanırlar. Diğer davranış biçimi ise tam tersidir. Özgüven eksikliği çeken bir grup insan ise kendileri hakkında pozitif bir şey duymak istemezler çünkü kendi hissettikleriyle çelişirler.


3. Aşırı eleştirel yaklaşım

Kendilerini iyi hissetmeyen kişiler başkaları hakkında iyi şeyler düşünmezler. İnsanların kusur ve hatalarını ararlar. Böylece kendilerinin çok kötü olmadığını kanıtlamaya çalışırlar. Bu insanlar çevredeki en akıllı, çekici, başarılı insan olmadıkları zaman akıllı, çekici, başarılı hissetmezler.


4. Suçlama eğilimi

Bazı insanlar aşağılık hissetmenin acısından kurtulmak için kendi güçsüzlüklerini diğer insanlara yüklemeye çalışırlar. Bu noktada kendi hataları için başkalarını suçlarlar.


5. İşkence isteği

Özgüvensizlik doruk noktasındayken başkasına zarar vermeye kadar varabilir. Başkalarını suçlama davranışı kontrol edilemez bir duruma ulaşabilir.


6. Rekabetle ilgili negatif hisler
Aşağılık kompleksi olan insanlar da herkes gibi bir oyunu ya da yarışmayı kazanmak ister ama böyle durumlardan kaçınırlar çünkü kazanamayacaklarını düşünürler. Birinci gelememe korkusu tamamen başarısız oldukları korkusuna kapılmalarına neden olur.


7. Yalnızlık ve çekingenlik eğilimi

Aşağılık duygusu olan insanlar diğer insanlar kadar zeki ve ilginç olmadıklarını düşündüklerinden diğer insanların da onları böyle göreceğini düşünürler. Bu yüzden sosyal ortamlardan kaçınırlar. İnsanlarla birlikteyken susmayı tercih ederler çünkü bunun yalnızca aptallıklarını ya da sıkıcılıklarını kanıtlayacağını düşünürler.(Alıntı)




"başarılı olabilmek için her şeyden önce aşağılık duygusundan sıyrılmak gerektiğini, bu duygunun türk milletini bir kanser gibi kemirdiğini düşünüyorum." -prof. dr. fuat sezgin

'' bu yüzden 'gerçek islam bu' veya 'gerçek islam bu değil' yüzeysel ve yararsız bir tartışma. derin kökleri olan sorunların çözümü ise ancak derin düşünmeyle elde edilebilir.'' ekşisözlük-lutka lakaplı yazardan

Cemel Vakası ve akabinde meydana gelen Sıffin Savaşı hakkında ümmet üç maymunu oynamayı tercih etti. Genel görüş şöyleydi: Allah kılıçlarımız onların kanından uzak kıldı biz de dilimizi uzak tutalım. 

Ümmet bu çatışmaların sebebi neydi bir daha böyle facialar olmaması için nasıl bir yol ve yöntem izleyelim çabasına hiç girmedi. Yüzleşmek yerine yok saydı. Önce ortadan ikiye ayrıldı sonra da paramparça oldu. 

İşin en kahredici tarafı ise hala aklını kullanmayı aklına getirmemesidir. Öfke ve aşağılık kompleksi sarmalında debelenip durmaktayız.

İslam akıl dinidir,ilk emri oku'dur, islam sosyal adaleti emreder dinimiz en son en mübarek dindir deyip bu kadar kişiliksiz , akılsız ve idraksiz olmak ve Batı'nın ürettiği değerler üzerinden islama paye çıkarma gayretfuruşluğunda olmak ancak ahmaklık olarak tanımlanabilir. Ne kendisinin ne de ne dediğinin farkında olmamak.

Bugün müslüman denilen topluluklar bir akıl tutulması yaşamakta olup tarihe ve insanlığa söyleyecek bir çift sözü olmayan tarihin dışına itilmiş bir yığındır. Tek umutları ,Kuranı asrın idrakine söyletmek ve Mehdinin gelmesini beklemektir. (Kuran islamı diye ortalıkta gezen zibidiler de ayrı bahis.)

Aklını kullanmak yerine Mehdi-İsayı bekleyen biz ahmakları İsanın yanında Musa da gelse kurtaramaz...

20 Mar 2015

TÜM SAVAŞLARI ÇOCUKLAR KAYBEDER










19 Mar 2015

ÇANAKKALE GEÇİLMEDİ


25 Nisan 1915 günü Conk Bayırı’nda Türkler ve birleşik kuvvetleri arasında korkunç siper savaşları oluyor. Siperler arasında 8-10 metre mesafe var. Süngü hücumundan sonra savaşa ara verildi. Askerler siperlerine çekildi. Yaralılar ve ölüler toplanıyor. İki siper arasında açıkta ağır yaralı ve bir bacağı kopmak üzere olan İngiliz yüzbaşısı avazı çıktığı kadar bağırıyor, ağlıyor, kurtarın diye yalvarıyordu. Ancak hiçbir siperden, kimse çıkıp yardım edemiyordu. Çünkü en küçük bir kıpırdanışta yüzlerce kurşun yağıyordu. Bu sırada akıl almaz bir olay oldu. Türk siperlerinden beyaz bir iç çamaşırı sallandı. Arkasından aslan yapılı bir Türk askeri silahsız siperden çıktı. Hepimiz donup kaldık. Kimse nefes alamıyor. Ona bakıyorduk. Asker yavaş adımlarla yürüyor. Siperdekiler kendisine nişan almış bekliyordu. Asker yaralı İngiliz subayını okşar gibi yerden kucakladı, kolunu omzuna attı ve bizim siperlere doğru yürümeye başladı. Yaralıyı usulca yere bırakıp geldiği gibi kendi siperlerine döndü. Teşekkür bile edemedik. Savaş alanlarında günlerce bu kahraman Türk askerinin cesareti, güzelliği ve insan sevgili konuşuldu.

Dünyanın en yürekli ve kahraman askeri Mehmetçiğe derin sevgi ve saygılar.”
Üsteğmen Casey


…Biz ferdi kahramanlık sahneleriyle meşgul olmuyoruz. Yalnız size Bombasırtı vak’asını anlatmadan geçemeyeceğim. Mütekabil siperler arasında mesafemiz sekiz metre, yani ölüm muhakkak, muhakkak… Birinci siperdekiler, hiçbiri kurtulmamacasına kâmilen düşüyor, ikincidekiler onların yerine gidiyor. Fakat ne kadar şayanı gıpta bir itidal ve tevekkülle biliyor musunuz? Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor, hiç ufak bir fütur bile göstermiyor; sarsılmak yok! Okumak bilenler ellerinde Kuranı Kerim, cennete girmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler kelimei şahadet çekerek yürüyorlar. Bu, Türk askerlerindeki ruh kuvvetini gösteren şayanı hayret ve tebrik bir misaldir. Emin olmalısınız ki Çanakkale muharebesini kazandıran, bu yüksek ruhtur.”
Mustafa Kemal

“… Bilirsin her muharebeye giren ölmez. Fakat ölürsem gam yeme. Ben ve seni yaratan Allah bizi nasıl dünyada birbirimize nasip ettiyse elbet ruhlarımızı da kavuşturur. Vatan için şehit olursam bana ne mutlu. Ancak vasiyetim var. Eşyanın listesi ilişiktedir. Bunları sat, ele geçecek paradan mihri muaccel ve müeccelini al. Üst tarafı ile bana mevlit okut. Eğer bunlar sana borcumu ödemezse hakkını helal et ve ilk gece aramızda geçen sözü unutma…"
Üsteğmen Zahid

“Sevgili Babacığım, Valideciğim,
Arıburnu’nda ilk girdiğim müthiş muharebede pantolonumdan hain bir İngiliz kurşunu geçti, Bundan sonra gireceğim muharebelerden kurtulacağıma ümidim olmadığından bir hatıra olsun diye şu satırları yazıyorum.
… Gözbebeğim zevcem Münevver ve oğlum Nezih’ciğimi önce Cenab-ı Hakk’ın sonra sizin himayenize bırakıyorum. Onlar hakkında ne mümkünse lütfen yapmaya çalışınız. Servetimiz olmadığı malumdur. Mümkün olandan fazla bir şeyi isteyemem, istesem de boşunadır.
Refikama hitaben yazdığım kapalı mektubu lütfen kendi eline veriniz. Fakat çok üzülecektir, o üzüntüyü giderecek şekilde veriniz, teselli ediniz. Allahü Teâlânın takdiri böyleymiş. İsteklerim ve borçlarım hakkında refikamın mektubuna koyduğum deftere ehemmiyet veriniz. Münevverin hafızasında veyahut kendi defterinde kayıtlı borçlar da doğrudur. Münevvere yazdığım mektup daha geniştir. Kendisinden sorunuz.
Sevgili babacığım ve valideciğim, belki bilmeyerek size karşı bir çok kusurda bulunmuşumdur. Beni affediniz, hakkınızı helal ediniz, ruhumu şad ediniz. Sevgili hemşirem, Lütfiye’ciğim, bilirsiniz ki sizi çok severdim. Sizin için gücümün yettiği nispette ne yapmak lazımsa yapmak isterdim. Belki size karşı da kusur etmişimdir. Beni affet, hakkını helal et. Yengeniz Münevver hanım ile oğlum Nezih’e sende yardım et. Sizi de Cenab-ı Hakk’ın lütuf ve himayesine tevdi ediyorum.
Ey akraba ve ehibba! cümlenize elveda. Cümleniz hakkınızı helal ediniz. Benim tarafımdan cümlenize hakkım helal olsun. Hepinizi Cenab-ı Hakk’a tevdi ve emanet ediyorum. Elveda, Elveda!
Ebediyyen Allahaısmarladık, sevgili babacığım ve valideciğim.”

Yüzbaşı Mehmet Tevfik

“…Toprak kerevetimden şimdi kalktım. İçinde barındığımız kocaman oyuğun ağzına yaklaşıyor ve dışarıya bakıyorum. Toprak, gecenin sis ve rutubetiyle ıslak… Şuh ve şirin çimenler zümrüt dereler teşkil ederek aşağılara doğru akıyor. Güneş yükseliyor…
İngilizler bugün galiba geciktiler. Sabah salâmı makamından teatisi adet olan top ve tüfek gürültüsünden henüz eser yok. Aşağıya iniyor ve toprak peykenin üstüne oturarak sana bu mektubu yazmaya başlıyorum. Arkadaşım karşımda vazifesiyle ilgili evrakı hazırlamakla meşgul… Dün gece geç vakte kadar devam eden top atışı ikimizi de uykusuz bıraktı. Oh… Derin ve uzun bir uykuya ihtiyaç hissediyorum. …Kumandanım beni çağırıyor. Mektubuma biraz sonra devam ederim.
…Kumandanı gördüm ve geldim. Fakat maateessüf mektubuma devam edemeyeceğim. İngilizler faaliyete başladılar. Ateşin birden çok şiddetlendiğine bakılırsa bunların sabah keyfi olsun diye atılmadığına inanmak lazım. Anlaşılıyor ki siper komşularımız bugün pek ciddi niyetlerinden birinin daha tecrübesine girişecek… Ooo… bugünkü ateş pek başka. Etrafta kıyamet kopuyor. …Ah… öyle uykum var ki… Top ve mitralyöz yıldırımları kulaklarımı patlatıyor.Allahaısmarladık kardeşim.”
Mektup yazıldığı tarihten üç hafta sonra Kızılay hastanelerinden birinin vasıtasıyla Hüseyin Ragıp’a ulaştı. Mektubun yanında küçük bir not vardı: “Beyefendi, ben Münir’in siper arkadaşıyım. O vazifesi başında Rahman’a kavuştu. Bende yaralandım, bu hastaneye naklolundum. Şehit düştüğü geceden evvel yazıp da postaya vermeye vakit bulamadığı mektubu size gönderiyorum. Merhumun emanetidir.” (2)
Dün grip nedeniyle yazamadım Çanakkale ile ilgili bugün biraz toparladım en azından gözümü açabiliyorum bir şeyler yazayım bari bir Çanakkale'li olarak.

Yekten söyleyim benim gözümde savaş politik hırslar yüzünden gök ekini gibi ana baba kuzularının biçilmesidir. Çok can yakıcıdır , diliniz tutulur, yüreğiniz sıkışır, dereyatağının içine yığılmış binlerce cesedin oluşturduğu manzara aklınızı kaybettirir ya da taşa dönüşürsünüz.

Az buçuk mermi atmış mermi yemiş biri olarak savaş ortamının nasıl idraksiz bir yer olduğunu bilirim. Günlük hayatta aklınıza bile gelmeyecek şeyler çok büyük dert demektir orada. 

Nasıl yol verdin vermedin kavgasından hiç tanımadığın birine tekme tokat girer bazen de boku bokuna ölür ya da öldürürsün ya ona benzer bir saçmalık işte. Akıl dışı insanlık dışı bir durum. Hiç tanımadığın birileri ' düşman' diyerek yaftalanır ve sen hiç tanımadığın o 'düşmanı' yok etmek için vahşice saldırırsın. 

Eğer bir haklılık durumu olacaksa biz biraz haklıydık. Vatanı savunuyorduk..Ama Rus limanlarını bombalayan da bizdik öbür taraftan bakıldığında..

Savaşmadan meselelerimiz çözmeyi öğrenene kadar daha çok cinayet işlenecek yeryüzünde öyle görünüyor ki..

Kazandığın zafer yüzbaşı Mehmet Tevfik'in yetimine babasızlığın acısını unutturur mu ? Refikasının yalnızlığına ,dulluğuna çare olur mu ?

Savaşmakla ve zafer kazanmakla kafayı bozmuş olanlar 22 yaşında felç kalan ast.Serkan Aydoğdu'ya sorsunlar bir de. Savaşın ne olduğunu o anlatsın bir de size. Bir de annesine sorun tek evladı üstelik babasız büyüttüğü tek evladını yeni avukat olmuş evladını tekerlekli sandalyede ömür boyu taşıyacak olmanın kederini sorun annesine..

Ondan sonra savaşırsınız ...

Çanakkale'de on binlerce yiğit insan toprağa düştü. Kimi vatanı için kimi kendisini terk eden sevgilisinin acısını unutmak için kimi din için kimi para için..

Ama Çanakkale Savaşının bence şöyle bir önemi var , bu savaş ve neticede kazanılan zafer Anadolu'da başlayan müdafanın ve Türkiye Cumhuriyetinin temelini atmıştır.

Çok enteresan bir anekdot okudum gerçekliğini bilmem:Limon Paşa Enver Paşaya sahildeki düşman birliklerine su taşıyan tekneleri topla batırmayı denemeyi önerir böylece susuz kalan düşman savaşılmadan alt edilecektir ya da çekilmek zorunda bırakılacaktır.Enver Paşa bunu kabul etmez ve dini inancına ve yapılan kutsal savaşa aykırı bulur.

Netekim yurtta barış dünyada barış...

16 Mar 2015

TEKNOLOJİ BİR KEÇİBOYNUZUDUR YAVRUM, 1 GRAM BAL İÇİN 100 GRAM ODUN ÇİĞNERSİN

amerika'da yaşayan, teknolojiyi kullanmayı reddeden, geleneklerine bağlı topluluk. teknolojiyi kullanmamalarının gerekçesi ise lanetli olduğunu düşünmeleri değil, insanı açgözlü yaptığına inanmaları. bana güzel görünüyor tercihleri, yaşam biçimleri. teknoloji benden aldıklarını geri verecekse ben ondan aldıklarımı vermeye çoktan razıyım diyordu aksi bir adam. ben de yaklaşık olarak böyle düşünüyorum. bilgi işlem çalışanı olmama rağmen teknolojiye direniyorum. evimizde tv yok. akşamları bilgisayarı açmamaya gayret gösteriyorum. sosyal medya kullanmıyorum. kindle kullanmak yerine bir bavul kitap taşımayı tercih ediyorum. gazeteyi yere serip de okumayı seviyorum.. 

teknolojinin getirdiği sözde hız kalp çarpıntısı yapıyor bende. her yerde olup da hiç bir yerde olamamaktan yoruluyorum. kalabalık, arabaların çokça geçtiği, ışıkların yanıp söndüğü, korna seslerinin öfkeli haykırışlara karıştığı, insan seslerinin yitip uğultuya dönüştüğü bir caddede usul usul yürüyemiyorum bile. adımlarım tüm o sözde hıza, hengameye yetişmeye çalışıyor beceriksizce. ve binalar, binalar.. yanıp sönen ışıklı tabelalar. bir de minaresiz bir şehirdeysem yalnız başımı göğe kaldırdığımda mümkün oluyor beni bu kalabalıktan alıp da eve götürecek dirayeti içimde bulmam. eve kendimi attığımda istiyorum ki kendimi dürüp de az açılan bir çekmecenin en dip köşesine yerleştireyim, hep açık duran bir kapının arka koluna asıvereyim..

hal böyleyken, insanların bir yerden bir yere giderken at arabalarını kullandığı, akşamları kandil ışığında yemek yedikleri, ekip biçerek, ihtiyaçları kadarını üreterek hayatlarını idame ettirdikleri bir düzene hayranlık duyuyorum. bununla birlikte o hayata uyum sağlayamayacağımı da biliyorum. çamaşır makinası, bulaşık makinası yok deyince bi durup düşünüyorum mesela. sonra daha neler neler..

aslında bunları anlatmak gibi bir niyetim de yoktu. amish'lerin az sayıdaki resimlerine, şimdiye ait olmadıkları izlenimini veren kıyafetlerine bakıp, gelenekleri hakkında bir şeyler okuyordum. sonra okurken okurken fark ettim ki bu amish'ler pek sevilmiyormuş meğer. dedim ki insan ne tuhaf bir mahluk ya rabbi... benim hayranlık duyduğum ve tercih olarak gördüğüm hayatı bir başkası dayatma ve zavallılık olarak görüyor. bu başka başka hallerde sıkça karşımıza çıkan bir durum. ve işte şunu okuduğumda yazmaya karar verdim: "elinde cep telefonu olan bir amish gördüm. pis riyakar!" abartmış olabilirim, böyle kalmış aklımda. 

müslüman'a meyhanede rast gelinmesine alıştık, şu halde hindu'yu da kebapçıda arar gözlerimiz. yine de bir amish'i elinde cep telefonuyla görmek ve bu sebepten bu adamı ayıplayabilmek çok derin ve yerleşik bir kusur müfettişliğinin tasavvuru olabilir ancak. hani elinde elektrik kablosu görsek adamı oracıkta aforoz etmek hak. başka şeyler söyleyip daha başka yaşamak hep başkalarına mahsusmuş gibi. sözlerimizin iddia ettiğiyle hayatlarımızın ihtiva ettiği hep birmiş gibi. hem ağlamaya hem gülmeye münasip bir hal.

neyse ne diyordum.. bir de gelenekleri varmış amish'lerin: (bkz: rumspringa)
belli bir yaşa geldiklerinde ceplerine bir miktar para konulup gidip başka kültürleri başka hayatları tanımaları isteniyormuş gençlerden. ardından hayatlarına nasıl devam etmek istedikleri soruluyormuş ve pek çoğu kendi kültürleriyle devam etmeyi tercih ediyormuş. dayatma mı demişti biri?

Ekşisözlükten , cemaziyelevvel adlı kullanıcının yukarıda yazdıkları beni alıp taa çocukluğumun elektriksiz akşamlarına götürdü. 

Rahat bırakmazlar ki abicim adamı kendi halimde yaşayım desen.  

Teknoloji beni daha çok mutlu etmedi açıkçası. Hayatımı kolaylaştırıyor mu ondan da emin değilim. O zamanlar sabahtan akşama kadar çalışılırdı ama bu çalışma günlük ihtiyaçlar içindi. Çamaşır yıkanır.hayvanlar yemlenir.yemek hazırlanır.tarlada çalışılır.su kuyudan çekilir,gaz lambasında dikiş dikilir,yama yapılırdı. Hemen hemen bütün ihtiyacımızı kendimiz üretirdik dışardan sadece gaz,şeker ve yağ alınırdı. Aslında dışardan sadece gaz alınırdı. Şeker için şekerpancarı ekilir yağ için de ayçiçeği yetiştirilirdi ve ürünlerin bedelinden düşülmek üzere kooperatifler şeker ve yağ verirlerdi.

Tertemiz derelerim,pırıl pırıl bir havam, gübresiz sebzelerim , dalından yediğim kurtlu ama leziz meyvelerim,kurbağalarım,sineklerim, bahar aylarında bembeyaz papatyalarla bezenen çayırlarım, kuzularım ve içinde sere serpe oyun oynadığım kocaman bir dünyam vardı. Bir de kedim..
Yoksulduk ama yoksun değildik. Her şeyimiz vardı.

Şimdi suyun pet şişelere doldurulup satıldığı vicdansız bir şehirdeyim. Medeniyette...

Kitle imha silahları üretmek vardığımız teknolojik devrimin sonu. 

Eşek arıları soksun medeniyetinize sizi allahsızlar sizi..

SAHABEYE DELİ DERDİNİZ


' 1926'da kış sonuna doğru herat'tan ayrılarak merv, semerkant, buhara, taşkent üzerinden moskova'ya gitti, sonra avrupa'ya döndü. elsa'yı ikna etti ve onunla evlendi. gazete'den ayrılarak yeni gazetelerle anlaştı; bir müddet berlin'e yerleştiler. jeopolitik akademisinde daha önce verdiği seri konferanslara devam etti.


bu yılın sonbaharında bir gün berlin metrosunda seyahat ederken gördüğü yüzlerin istisnasız hepsinin derin ve gizli bir acıyla kasılı olduğunu müşahede etti. duyduğu sarsıntıyla bunu yanındaki elsa'ya açtı. elsa şaşkınlıkla "bir cehennem azabı çekiyorlar sanki... acaba kendileri bunun farkındalar mı?" cevabıyla onu tasdik etti. esed bu acıları ve ıstırapları insanların gerçeksiz, inançsız ve fasılasızca refah peşinde olmalarına bağlar. eve döndüklerinde masada açık kalmış mushafı gördü. kapatıp kaldırmak için uzandığında gözü tekâsür suresine ilişti. birden surenin o gün metroda yaşadıklarının tam bir yankısı olduğunu hissetti ve şunları düşündü: "bütün çağlarda insanlar tamahı, açgözlülüğü tanımışlardır: ama tamah ve açgözlülük başka hiçbir çağda bugün olduğu kadar ... ciğer sökücü bir hırs halinde kendini açığa vurmamıştı. ... insanların boyunlarına binmişti ifrit; kamçısını tam yüreklerinin başına indiriyor ve uzaklarda alayla göz kırpan yalancı hedeflere doğru dehliyordu onları. ... ne kadar hikmetli olursa olsun bir insan, yirminci yüzyıla özgü bu acılı koşuyu kendiliğinden bilemez. böylesine hakim bir perdeden, böylesine apaçık bir üslupla dile getiremezdi. hayır kur'an'da konuşan, muhammed (s.a.v.)'in sesinden daha güçlü, daha yüksek bir sesti ve bütün zamanları aşarak ulaşıyordu insan kulağına..."

esed, bu olaydan kısa bir süre sonra elsa ile birlikte müslüman olduğunu açıkladı. böylece on dokuz yaşlarındayken görüp çoktan unutmuş olduğu bir rüya tecelli etmişti: bu rüyada esed, içinde bulunduğu bir metro treninin yeraltından çıktıktan sonra saplandığı sonsuz ufuklu bir batakta, az ötede çökmüş duran ve kendisini beklediğini hissettiği, yüzü örtülü kısa kollu harmanili binicisi olan bir devenin terkisine binerek, saat, gün, ay, kısaca zaman kavramını yitirecek kadar uzun bir yolculuk sonunda, yakmayan fakat kör edici parlaklıktaki bir beyaz ışığa vardığını görmüş ve tasvir edilemez ahenkteki bir sesin 'burası batının en uç şehri' dediğini işitmişti. yıllar sonra, rüyasındaki binicinin hz. peygamber, ışığın kavuştuğu, işittiği sözlerin ise batıdaki hayatının sona ereceğinin habercisi olduğu tefsiriyle karşılaşacaktır.'
Yukarıdaki alıntıda Muhammed Esed'in müslüman olma (kendisi bir eşkenazidir aslen) hikayesini okudunuz.Esed'in bu sürenin etkisi ile islam olması bana çok ilginç geldi. Ekonomik büyüme ile kafayı bozmuş biz müslümanların da kendi islamlığı hakkında bir tefekkür açabilir mi diye düşündüm. Tekasür süresi o günkü arap aşiretlerinin ve Mekke kodamanlarının mal ve evlat çokluğu ile övünüp durmasını yerer. Yerer de bu sürenin biz müslümanlara da bir uyarı olduğunu düşünemez miyiz ?

Klasik para ve iman meselesi. Bu ikisini nasıl bağdaştıracağız. Müslümanın dünya karşısında tavrı nasıl olmalıdır. Nebi (as) nin örnekliği bir model olabilir mi? Nebi (as) yaşadığı o zühd hayatı kendisine mi mahsustu yoksa bir model midir de ayrıca ?

Yıllar önce cemaat içindeyken  Ülker grubunun (olayı ve konuşmanın ayrıntılarını tam olarak hatırlamıyorum doğal olarak kaç sene geçmiş üzerinden) işten çıkardığı işçiler üzerinden bir konuşma geçmişti Ramideki cemaat evinde. Evin imamı İsmail abi (tabi gerçek ismi değil o yüzden rahatça yazıyorum) bu durumu savunmak için bir sürü şey anlatmıştı o gün. Ülker grubu şöyle bir uygulama yapıyordu , senesi dolmaya yaklaşan işçileri işten çıkarıyor yerine yenilerini alıyordu kıdem tazminatı felan. Sanırım eleştirdik biz bu uygulamayı da islam falan diyerek de İsmail Abi durumu kurtarmak için bir şeyler anlattıydı. Cemaatin en büyük finans kaynaklarından biriydi Ülker bildiğim kadarı ile o zamanlar.

Ya biz niye müslümanız ? Temel farkımız ne müslüman olmayanlardan ? Aynı ekonomik sistem içinde benzer dünyevi telaşlar içinde isek  diğer insanlardan ne farkımız var ? Sakalın uzunluğunu kısalığını bu kadar dert edeceğimize (ne luzumsuz mevzular var içim almıyor yazmaya ) ekmek özgürlük ve iktidar konularına biraz kafa yorsak diyorum. Gerçek sorunlarımız bunlar değil mi ? 

Mesela İlhami Hoca bir soru sormuştu ; gecekondusunun yerine apartman dikip sekiz daireyi müteahhide satan adamın kazancı helal midir ? Müslümanlar böyle bir soru sormuyorlar hiç diyor.

Bir müslüman işine öyle geliyor diye adaletsizliği savunabilir mi mesela ? Bir müslüman hem namaz kılıp hem de şahsi zenginlik ve kariyer hırsı için durmadan çalışabilir mi ? Ey Muhammed bir sene senin tanrına bir sene de putlara tapalım diyen Ebu Cehilden ne farkımız kalıyor mesela o zaman ?

Piyasanın ve dünyevi telaşların bizi esir ettiği bu çağda bizim müslüman olarak bir çığlığımız olmayacak mı? 
Geçen ofiste bir tartışma oldu devletin kıdem tazminatını kaldırma planları doğrultusunda , ben bunu işçileri düşünerek ve bazı düzeltmeler yapılarması şartıyla savundum bizim ortak o zaman biz aç kalırız üstat dedi. Parayı oradan kazanıyoruz..

Gülüyorsunuz belki içinizden amma salaksın diye bu kafayla da yaşanır mı falan . İyi de hocam hangi kafayla yaşayacağız onu da bir anlatıver bir zahmet  hem müşrik hem müslüman nasıl olacağız.

Fethullah Gülen'in (hoca değil artık benim için bunun 17 aralık ile de bir ilgisi yok blogu takip edenler bilir) bir sözü aklıma geliyor: siz sahabeyi görseydiniz deli derdiniz onlar da sizi görseydi müslüman demezdi.

Nokta...