27 Oca 2016

DÜŞÜNEREK GÖRMEK




e.e. " (...) son bir soru daha sormak isterim: yaşlılığı tarif edebilir misiniz bize?


d. " yaşlanmanın bir tek sıkıntısı var: kimi hatırlasam ölmüş. iyi yanları daha fazla: herkesi affediyorsun. gözlerim gücünü yitirdi. bu yüzden mutlu oldum. düşünerek görmek sevmeye benziyor. çok yaşamak içtenlikmiş..."


Merhum şair Fazıl Hüsnü Dağlarca ile Enver Ercan tarafından yapılmış röportajdan bir bölüm. Düşünerek görmek nasıl bir tariftir allahım aklım tavana vurdu . Şair sözü fani sözüne benzer mi hiç? Şu iki satır cümlede bir ömür ve bir kütüphane saklı. Yaşanmış bir hayatın parıltısı . Ormanda yürünen aydınlık bir patika. 

Çok yaşamak içtenlikmiş. 

Mest oldum paylaşmadan edemedim dostlar....Buyrun üstattan birkaç satırla bitireyim.


Çocuk Kitap
................

elinde çocuk kitap, gözlerinde yaşlar
gerçeği bulmanın sınırsız esenliği içinde,
bu, dedi,
öptü, başına koydu yedi kez.
hakan çıkınca, kitaplığın bilginleri,
koştular yanına çocuk kitabın,
tozlu rafından aldılar, açtılar.
baktılar, içine sığdırmış ancak
bir tek sözünü varlığın.
baktılar,
okudular yerden göğe,
bir tek sözünü varlığın:
- " s e v i n i z ! "


26 Oca 2016

HACI BAYRAM VELİ VE FATİH SULTAN MEHMET İLE İLGİLİ KERAMETİNİN GERÇEKLİĞİ

22 OCAK 2016 tarihinde Habertürk kanalında yayınlanan Cansu Canan ile Öteki Gündem (ben Pelin Çift fanatiğiyim Cansu hanım alınmasın ama) programının konukları Fatih Çıtlak (sakal bırakmış bir süredir ve uzmanlığı nedri bu adamın hala bilmiyorum tvlere çıkıp duruyor ve sürekli  keramet menkıbe anlatıyor) ile Ahmet Şimşirgil Hocaydı. zaplarken denk geldiğimden Programı baştan sona seyretmedim konu sanırım "manevi mimarlarımız" dı çünkü altta öyle bir yazı vardı.  

Malum hikaye bilirsiniz , Hacı Bayram Veli dönemin sultanı 2.Murat tarafından Edirneye davet edilir. Bir gün laf arasında sultan istanbulu kuşatmak niyetinden bahseder ve fethin müyesser olması için siz evliyanın himmet ve duasını bekleriz der. Hacı Bayram Veli de , sultanım fethi görmek ne size ne bana nasip olacak fetih şu beşikte yatan bebeye(fatih sultan mehmet) ve bizim köseye(akşemsettin) nasip olsa gerektir der.

Tam programın bu anına denk geldim zapladığımda. Cansu Hanım bir seyirci sorusu yöneltti hocaya bir süre sonra. Seyirci (bilinci açık seyirci mal mal izleyenlerden değil belliki ve bilgi sahibi) şunu soruyor ; hocam Fatih 1432 yılında doğdu Hacı Bayram Veli ise 1429 yılında öldü aralarında üç yıl var nasıl oluyor da bu vaka gerçekleşmiş olabilir ? 

Nasıl soru ?! Yemezler diyor yani değil mi ?!

Ahmet Şimşirgil Hoca çok güzel bir soru diyerek başlıyor söze . Merak içinde ne diyeceğini bekliyorum. Evet doğru diyor bilinen tarihler bunlar ama bunlara çok güvenmemek lazım. Bu olay dönemin bütün kaynaklarında var ve anlatılmış. Hicri yıl miladi yıla çevrilirken bazen hatalar oluyor öyle bir kayma olmuş olabilir bir hata olmuş olabilir. Eğer bu olay olmadıysa o zaman neden 2.murat istanbulu kuşatmadı ? Ben %99 bu olayın gerçek olduğuna inanıyorum diyerek te bitirdi.

Tatmin oldunuz mu ? Ben olmadım !? Bana yan çiziyor gibi geldi hoca. 

Bu şeye benziyor , eğer hadis buharide varsa doğrudur kurana aykırı da olsa doğrudur. bir kitabı kaynağı fetişleştirdiğinizde böyle bilim ve akıl dışı savrulmalara maruz kalıyorsunuz. 

Bilimsel bir cevap değil hocanınki ne demek ben %99 inanıyorum ? İnanç konusu mu bu ? Bilgi konusu belge konusu. Dayandığın belgede tutarsızlık var yapman gereken tutarsızlığı giderecek bir bilgi ya da belge sunman kanaatini söylemen değil. Baştan keramet ve velayeti kabul edersen anlatılan menkıbeleri sorgulamak aklına gelmez hatta imanını güçlendirir.

Asıl fecaat bence şuydu ; yanlışım varsa programı izleyenler düzeltsin , fatih doğmadan da bu kerameti geçekleştirmiş olabilir doğacak çocuğun fethedecek demiş te olabilir gibisinden bir şeyler söyledi hoca. Fatih Çıtlak ta kafa sallayıp duruyordu orada.

Fatih'te zaten evliya ile keramet ile fethetti istanbul'u. Değil mi?

25 Oca 2016

ÇOCUKLARA ZORLA DİNİ EĞİTİMİN ZARARLARI HAKKINDA

Şaban Ali Düzgün hoca blogta bahsettiğim 10 Ocak 2016 tarihli sohbetinde (Süleyman Çobanoğlu'da bunun altını çizmişti adres defterinde) kuran kurslarına 10'lu yaşlarının başında kapatılıp dini tedrisat altına alınan çocukların büyüdüklerinde hala dindar olarak kalıyorlarsa ellerinden öpmek gerektiğini söylüyordu ve bunun hiç pedağojik olmadığını ekliyordu. Gene blogta yazdığım ve kardeşimin hikayesini anlattığım "dinde zorlama yok" başlıklı yazıda bu konuya bir örnek. Ekşisözlükten alıntıladığım aşağıdaki entry de bir çocuğun nasıl dinden soğutulacağının tipik bir örneği. 

Şu anda diğer odada benim iş ortağım 14 yaşındaki oğluna manevi baskıyla(zorla aslında) kuran okutuyor. Onu kaybettik sizi kaybetmeyelim. "on yaşına gelmiş çocuğunuz namaz kılmamakta direniyorsa onu dövün" manasında bir hadis var. peygamberin böyle bir şey tavsiye ettiğini hiç sanmıyorum ha dediyse hiç pedagojik değil ve O'nunla bile çatır çatır tartışırım bu konuyu o da ayrı. Basitçe düşünün on yaşındasınız arkadaşlarınızla top oynamak isityorsunuz fakat namaz vakti unuttunuz babanız sizi arkadaşlarınızın arasından döverek camiye götürdü. Düşünün aferin babama diyorsanız siz de dövün. 

Zorla güzellik olmaz evet zorla bir şeyler yaptırabilirsiniz ama güzellik asla. İslam güzellik dinidir. Paşa gönlünüz bilir gene de ister sever ister döversiniz ne ekerseniz onu biçersiniz...

Ben zaten zorunlu eğitime karşıyım buna haydi haydi karşıyım fikrimi de söyleyim de...

Bu blogu okuyan bir kişi olsun kendi çocuğuna bunları yapmasın diye yazdım bu yazıyı..


"babam nur cemaatinin önde gelen üyelerinden biriydi. aşırı dindar hayatı boyunca bir vakit namaz kaçırmamış, orucunu tutan, dışarda iyi biri olarak tanınan ancak kalp kırmaktan az bile olsun çekinmeyen, bencil, yobaz, dinin, allahın ondan ne istediği hakkında en ufak bir fikri olmayan, muhtemelen hayatında bir kere bile olsun açıp kuran bana ne öğütlüyor ne yasaklıyor diye düşünmemiş ve okumamış, ana baba sevgisi görmediği için sevgi nedir bilmeyen ve karaktersiz biri düşün.


ilk okuldan mezun olup gurbete lise okumaya gidene kadar namaz yüzünden yaptığı baskılar yetmiyormuş gibi birde salı ve perşembe günleri bu cemaatin "ders"leri oluyordu oraya götürüyordu beni zorla. zaten küçücük cocuğum oyun oynamak istiyorum sokaklarda, ezan sesi duyunca öyle bir korkardım ki topu falan bırakıp direkt camiye koşardım babam çıkışta beni göremezde evde paralar beni diye. yıllarca sabah namazına zorla kaldırıldım. öyle çok uykusu oluyor ve bölünüyor ki insanın okula dayak yemiş gibi giderdim. dinden, dindarlardan soğudum. nefret ettim. beddualar ettim. şimdi istanbul bana memleket, memlekette gurbet gibi geliyor. doğup büyüdüğüm bu şehri bu evi bu insanları, babamı o kadar çok özlemiyorum ki 100 yıl gelmesem lan ben neden gitmedim oraya demem.

risali-i nur meselesine gelince abi o dersler de öyle bir sıkılırdım ki allahım canımı alda kurtulayım artık derdim. saatlerce sürüyordu. bir adam çıkıyor ve o kitaplardan okumaya başlıyor. coğu osmanlıca, bi bok anlaşılmıyor. küçüğüz diye bize koltukta oturma yok, yerde otururduk. ayaklarım fena uyuşurdu. koşup oynardık ders aralarında dayak yerdik vakıftan(ev abisi, yetkili kişi). babamıza derdik birde o kızardı yaramazlık yapmışsındır sen diye. saçma sapan, hurafe tonla şey anlatırlardı. bi keresinde hiç unutmam ev abisi bizi topladı ve dedi ki "nur cemaatinden olan müslümanların 10 da 7 si cennete gidecekken diğer müslümanlardan sadece 10 da 1 i cennete gidecek" ve ben buna inanmıştım küçücük cocuğum ne deseler inancam zaten.

şimdi düşünüyorum da ne kadar kendini bilmez, kandırılmış, risale-i nur dan başka kitap okumaz ve sıkıcı insanlarmış. ulan hayatı yok be adamın. tüm yaptığı risale okumak, namaz kılmak, ev işleri ve sıkıcı dini muhabbetler. birbirlerine hurafece şeyler, mucizeler anlatmalar. 

son olarak diyorum ki risale-i nur denince bana, gördüğüm zaman şu ismi, içim bunalıyor, keyfim kaçıyor. siktir olup gidesim geliyor hiç risale olmayan, okunmayan,bilinmeyen bir dünya ülkesine."

22 Oca 2016

MUSTAFA KOÇ, ÖLÜM VS.


" yolun sonu göründü sevgili bünyamin. benimle birlikte büyük bir bilgi kaynağı da yok olacak diye çok üzülüyorum. kastettiğim şey, teşkilatın yıllardır biriktirdiği bilgiler. uzak ülkelerdeki casuslar merkezden haber alamayacakları için artık dağılıp gidecekler. hazine odasındaki paraları yağma eden şu zavallılara bak. eğer kitaplıktakı ciltler dolusu bilgiyi kullanabilecek durumda olsalar, talan ettikleri paranın on katını, belki de yüz katını elde edebileceklerini bilmiyorlar. teşkilattaki altın ve gümüşten yapılma her şeyi yağmaladıktan sonra burayı ateşe vereceklerini de biliyorum. koskoca bir beyin böylece yok olacak. ben ise bir günahkâr olarak ölmüş olacağım. eğer varsa, ötedünyada bir tek şey hissedeceğime eminim: utanç. belki de yıllardır, kıyametten değil, bu duygudan kaçıyordum. sana gelince bünyamin, senin uzun ihsan efendi'nin oğlu olduğunu ta baştan beri bildiğimden eminsindir muhakkak. aradığım kişinin sen olduğunu, daha benim hayatımı kurtardığın gün anlamıştım. 'para' sendeydi, koynunda sakladığın o garip kitabın arasında. şaşırma! bundan da haberim var. sen geceleri uyurken odana girdiğimde farkettim. evet, odana da girdim. uyanmana imkân yoktu. çünkü içtiğin kahvelerde sana derin bir uyku verecek eczalar vardı. uyurken seni uzun uzun seyrettim. yüzünün asıl halini düşledim. babana benziyordun.


sana karşı hissettiklerimi anlatmama imkan yok. bir duygu, anlaşılamıyorsa, duygu değildir zaten. seni ta baştan öldürebilir ve 'parayı' alabilirdim. ama bunu yapmak istemedim. çünkü nasıl olsa elimdeydin ve benim için neredeyse o para kadar değerliydin. sanki kasıtlı olarak karşıma çıkarılmıştın. böylece güçsüzlüğün ve silikliğin ne olduğunu öğrenme fırsatı buldum. aynı zamanda gücün ve her türlü iktidar tutkusunun da ne kadar büyük bir erdemsizlik olduğunu da bu sayede gördüm. hayatta kalabilmek için bizler kadar çaba göstermiyordun. yokedilmeye çoktan razıydın. senin amacın varlığını sürdürmek için değil de sanki bambaşka bir şeydi. sen bir şahittin. evet, artık bundan eminim. kesinlikle bir kahraman değildin. o küstahça sözlerini de sanki biri kulağına fısıldıyor ve benimle adeta alay ediyordu. sanki benim, onların ve herkesin başına gelen bütün şeyler senin görmen, öğrenmen içindi. güçsüz biri olan sen, her çeşit iktidarın sahibi olan benim üzerimdeydin. çünkü olaylara müdahale etmeden hepimizi gören, seyreden sendin. seni ezdiğimizde ağlıyordun. güçsüzlük belirtisi olarak yorumlanabilen bu şey aslında senin yaşamındı. oysa biz taşlar kadar güçlü, bir o kadar da cansızdık.

gücün kendisinin ölüm olduğunu da senden böylece öğrendim. çünkü seni seyrettim. ah! keşke dünyayı da senin gibi seyredip, senin ona baktığın gibi bakabilseydim! oysa ben ona bir güç malzemesi olarak bakıp onda kendi karanlığımı gördüm. hayatım boyunca görebildiğim en iyi, en güzel şey sendin bünyamin. sana çok şeyler söylemek isterdim. ama dakikalarım sayılı. bu yüzden benim için son bir şey yapmanı rica ediyorum. o 'parayı' ben öldükten sonra ağzıma koy ve çenemi bağla. çünkü onun, hiç kimsenin eline geçmesini istemiyorum. hoşçakal.hoşçakal bünyamin." puslu kıtalar atlası

20 Oca 2016

YAŞAR NURİ ÖZTÜRK-YİĞİDİ ÖLDÜR AMA HAKKINI VER

yaşar nuri öztürk ile ilgili görsel sonucu


"zor olan insan olmak değil insan olarak kalmaktır"

Bu yazı tamamen kişiseldir ve kendime ve muhatabına yazılmıştır.

Bu blogu hoca okur mu bilmem ama okursa ona hakkını teslim etmek için yazıyorum.

Hoca söylemiyle 90'lı ve 2000'li yıllara damga vurmuş bir şahsiyettir hatta o dönemin fenomenidir. Sonra siyaset işlerine bulaştı AK parti iktidarının iyice perçinlenmesiyle medyadan silindi adeta . o ayrı bahis.

Hocaya bizim mahalle (bizim mahalle ömer nasuhi bilmen ilmihali okuyan,diyanet imamlarının vaazettiği bin yıllık dini ezberlere inanan, kurana çok saygılı ama manasından habersiz, klasik diyanet tipi islamı yaşayan kitledir kabaca) direkt dalmış ve hocayı mahallenin dışına atmış ve sapık ilan etmiştir. Ben de o yıllarda hocaya sapık gözüyle bakıyordum (ne üstümüze vazifeyse) . Hoca mahallesine saldırmıştır fakat bizim mahallenin verdiği karşılık çok acımasızca olmuştur. Anlamak ve dinlemek yerine (binlerce yıllık alışkanlıkla) tekfir etme kolaycılığına kaçmıştır. 

Mustafa Öztürk Hocanın kanaatine iştirak ediyorum ve Hocanın bu dine onu tekfir eden tiplerden kat kat fazla hizmeti dokunduğunu düşünüyorum. Hiç bir şey yapmadıysa Kuran diye bir kitabımız olduğunu ve onun içinde ayetler olduğunu bize çok sert bir şekilde hatırlatmıştır. Dini ilmihal kitaplarından öğrenen ve kuranı ölülere okuyan bu milleti bin yıllık uykusundan uyandırmıştır. kuranın yanından geçmeyecek bir kitlenin evine kitabı sokmuştur. Biz ne yaptık ? Onu eleştirenler ne yaptı ? Vıdı vıdıdan başka.

Düşünce ve eleştirel bakış gibi bir şey olduğunu hatırlattı bize. Ezberimizi bozdu. Biz de onun arkasından gıybet seansları düzenledik.

Sözde hanefi olan ama hakkında anlatılan iki uydurma rivayet dışında hakkında hiçbir şey bilmeyen bu halka onların imamlarının gerçek kimliğini yazıp önlerine koydu , kim okudu?

Onu eleştiren zevat ne yazdı ne üretti ?

Tüm falsolarına (kim de yok) tüm savrulmalarına (kim savrulmadı) rağmen hocadır,insandır. Yüzümüze ayna tutmuştur fakat kitle kendi görüntüsünü düzelteceğine aynaya hücum etmiştir. 

Hocam hakkını yedim zamanında helal et..

EK; Hocanın en çok saldırıya uğradığı konulardan biri de türkçe ibadet meselesiydi. Yaşar Nuri Öztürk ,türkçe namaz kılınabilir dedi başlıklı haberler üzerine diyanet uleması çıkar yok öyle şey canım Hoca uyduruyor diyorlardı. Bu hanefi tayfa mezhep imamlarının fetvasının da bu yönde olduğunu bilmezden gelerek resmen saptırma yapıyorlardı. Çünkü işlerine gelmiyordu sistem çökerdi,hangi sistem ? İçine bin türlü hurafe doldurdukları uydurma mezhepçi dinin sistemi. Aklıma geldi de ekleyim dedim. 

15 Oca 2016

MÜSLÜMANLARA ÇAĞRIMDIR,DİNDEN ÇIKIN

Allah , akıl sahibi bireylere hitap eder,aklınızı çalıştırın ve şüphesiz ancak bilgi sahipleri aklını çalıştırabilir der. Aklı olmayan muhatap ta değildir zira. Doğal olarak bu blogta akıl sahibi bireyler okuyor var sayılarak karalanıyor. Yoksa deliye laf mı anlatılır. Aklını emanete bırakmış herkes delidir bence illa spastik ya da downlu olması gerekmiyor. İnsana dair en büyük şaşkınlığım da insan teklerinin çoğunun bu kadar meraksız ve bilgisiz olma konforunun kötülüğüne bu kadar teşne olmalarıdır. Bir de ölüm hakkında bu kadar duyarsız olmaları yani kendi ölümleri hakkında.

Mustafa Hocanın feryadı adlı videoyu izlerken bunları tekrar tekrar düşündüm. Son iki yazım (mana itibariyle bütün blog) bu mevzuyla alakalı. Hoca isim vermiyor ama sanırım Ahmet Taşgetiren'in "hocalar tartışırken" başlıklı makalesine atıf yapıyor. Taşgetiren , 20 yaşındaki müslüman bir gencin bu hocaları dinlerken din hakkında ne düşüneceğini dehşete düşmüş bir halde yazıyor. Dine en büyük zararı bu hocalar veriyormuş felan. 

Mehmet Azimli hocanın bir sohbetinden sonra bir kadın dinleyici şöyle bir cümle kurduydu " siz benim doğru bildiğim her şeyi yokettiniz kafam çok karıştı " .Azimli hoca da "karışmış kafa iyidir" diye cevap vermişti.

Kafa karışmak için var. Karışmayan kafa kuru kafadır ya da korkuluk. İnsan dediğin kafası karışarak öğrenir ve ilerler. Öncelikle kafa karışklığının kötü olduğunu sanan kafaların bir karışması lazım değil mi Taşgetiren hocam. Özellikle 20 yaşındaki bir gencin kafası karışık değilse vay o gencin haline yani. 

Şimdi benim bir teklifim olacak : dinden çıkın.


Ben de geleneksel ehli sünnet eğitiminden geçtim imam hatip mezunuyum. Bin yıllık ezberleri ezberlemiş biriyim yani. Fakat biraz meraklı ve soran bir tipim kahretsin. (bununla ilgili bir iki yazı yazdım arayıp bulup okuyabilirisiniz). Sonra "men şae" ayetlerinden içime kurt düştü ve meallerin verdiği anlamlar bana yanlış gibi geldi. Sonra takva kelimesine korkun anlamı verilmesine kafayı taktım. Sonra allah ve isimleri üzerinde düşünmeye başladım. Kader konusu ve imtihan meselesine epey bir kafa yordum. Sonra yaratılış sırrını keşfettim birden. Gülen cemaatini terke ettim ya da tersi oldu yani ayrıldık. Sonra yaptığım bir sürü abukluğu bıraktım. Sonra dinden çıktım bilerek ve isteyerek. Maksadım hayatıma ve her şeye dışardan bakabilmek ve yolumu bulabilmekti. Çünkü bana dayatılan ezberleri kusmuştum.(siz ibadetlerinize devam edin canım benim kadar radikal olmanıza gerek yok).

Öncelikle aklınızı kullanmayı öğrenin biraz eleştirel düşünme ve empati üzerine biraz kitap okuyun tefekkür edin. Bütün ezberlerinizi sıfırlayın. Allaha imanınızı bile gözden geçirin. Sonra dinleme ve anlama üzerine çalışın. Dinlemeyi öğrenin. Sonra duygularınızı nasıl ifade edeceğiniz üzerine kafa yorun. Aşık olun aşık. Sevişmeyi öğrenin . Yürüyün uzun uzun yürüyün. Tarih okuyun,mezopotamya tarihi okuyun. Dinler tarihi okuyun. 

Ha okumaktan sıkılıyorsanız youtube var girin oraya bir konuyu yazın çıkan bütün videoları seyredin. Farklı yorumları dinleyin ve izleyin özellikle. Mesela peygamberin hayatının bize anlatıldığı gibi olmayabileceği fikri üzerine biraz düşünün ve araştırın. 

Bastığınız zeminin ayaklarınızın altından çekilir gibi olduğunu hissettiğiniz anda sakın geri adım atmayın kendinizi boşluğa bırakın ve gökyüzünün ne kadar büyük ve mavi olduğunu ve aşağıda ne kadar çok renk ve şekil olduğunu hayretle seyredin. 

Bütün bu uğraşların sonunda (benim on senemi aldı) kendi kelimeleriniz ve kendi fikirleriniz olacak . Kendi kişisel tarihinizi yaşamaya başlayacaksınız ve sizi kimse dini kullanarak sömüremeyecek ve asıl ödül ; ne kadar özgür olduğunuzu iliklerinize kadar hissedeceksiniz. 

Birilerinin dikip size giydirdiği elbiseleri çıkarın ve kendi elbiselerinizi kendi ölçülerinize göre diktirin canım kardeşlerim. 

Aklını kullan aklını yoksa siki tutarsın da tuttuğunu cennet ipi sanırsın..

Şu yazdıklarım benim bireysel tecrübelerimdir kısa ve öz olarak anlatılmıştır. İçinde uykusuz geceler , acılar,ölümler, terk edilmeler,sancılar ve parasızlık ve itilmişlik dolu günler ve geceler barındırmaktadır. Çetin ceviz bir çabadır . Kafa konforundan vazgeçmek düşünebiliceğinizden çok daha zordur. 

Dinden çıkın abilerim ablalırım ve yolunuzu kendiniz bulun sorguya siz çekileceksiniz avukatınız olmadan . Ya da paşa gönlünüz bilir ??? Paşa paşa yola getirirler sizi..

Şaban Ali Düzgün hocanın sorusuyla bitiriyorum ve bu soru üzerinde düşünmeye başlayarak başlangıcı yapabilirsiniz.

Cennet bir halin adı mıdır yoksa bir mahallin adı mıdır ?

Ek; bir gün evde oturuyorum tefekkür halindeyim, Newton'un başına düşen elmanın yarattığı etkiye benzer bir aydınlanma yaşadım ve kalktığım gibi kütüphaneye yöneldim , Ömer Nasuhi Bilmen ilmihalinden başlayarak , İhyayı,Fi zilali,Kimyayı Saadeti,Kara Davutu,Diyanetin Kuran Mealini,Risale-i Nurları vs elime dini içerikli ne kadar kitap geçtiyse en büyük boy çöp torbalarına doldurmaya başladım onlarca torba kitabı beş kat aşağı indirip çöpe attım evet çöpe attım . Böyle yaparak zihnimde o güne kadar birikmiş olan ne kadar dini ezber varsa hepsini de çöpe atmış oldum. Başlangıç olarak şiddetle tavsiye edilir...

13 Oca 2016

FITRATTAN KOPUŞ VE FITRATA DÖNÜŞ YOLUNDA BİR MANİFESTO

https://www.youtube.com/watch?v=MYS6lDOWbYE


Şaban Ali Düzgün Hocayı bilen biliyor zaten adı gibi düzgün bir adam. Hoş benim tanıklığıma ihtiyacı da yok. Yukarıdaki linkte hocanın , Hilal Tv de farklı hocaların katılımıyla yayınlanan ''büyük kopuştan öze dönüşe'' başlıklı seri sohbetlerden en son yayınlan (10 ocak) ''fıtrattan kopuş'' ismini verdiği konuşması var. Valla hocayı yıllardır takip ediyorum fakat bu sohbeti bir başka etkiledi beni ve her gün türkü dinler gibi bu sohbeti dinliyorum izliyorum. Bugün iki kez mesela.

Bin yıllık donmuşluğa çekiç sallayan bir usta gibi paslanmış müslüman zihnini cilalıyor adeta. Bir manifesto. 

Konuşmanın bir yerinde (Süleyman Çobanoğlunun da altını çizdiği) kuran kursu tipi din eğitiminin nasıl bir zulüm olduğunu bu eğitimden geçenlerin eğer hala mümin kalabildilerse tebrik edilmeleri gerektiğini söylüyor. 

''rıdvanullahı ekber'' ayetini baz alarak tanımladığı rıza toplumu olmamız gerektiği yani çoğulcu bir toplum modeli teklifi müslümanlar için bir zihinsel sıçrama fırsatı aynı zamanda.

Herbirimizin kendimizi ve müslümanlığımızı inşaa etmemiz gerektiğini ve hepimizin kişisel bir tarihi olması ve kimliğimizi kendimizin oluşturması zarureti fikri , cemaatçi yapılara hapsolmuş yığınlar halinde yaşayan ve cüppesinin altına sığındığı hocaefendisinin bütün hayatına tahakküm etmesine izin veren tipolojiye bir savaş ilanı.

Kuran bir fetva kitabı değildir eğer bunun bir fetva kitabı olduğunu düşünüyorsanız burdan hiçbir şey çıkmaz ,Kuran tepeden tırnağa baştan sona bir ahlak kitabıdır cümlesinde özetlenen  tespit İbrahim Peygamberin putları kırdıktan sonra baltayı en büyük putun omzuna asması gibi müslümanların bütün putlarını paramparça eden bir nebevi duruştur ve bizi bu fikrin idraki kurtaracak. 

Elfazı küfür mevzusunu ''sanane'' gibi argo ve bayağı bir tabirle eleştirmesi hem pratik hem de küfür mevzusunun ne kadar akıl dışı olduğunu anlatan dahice bir salvodur. Muhatapla tartışmadan onu hareketinin anlamsızlığını bir kerede keskin bir şekilde ortaya koymaktır.

İslamın battığı yer bu ahkam ayetleri ve tekfir konusudur diyor hoca. 

Başka bir konuşmasında şu cümleyi kurmuştu , kelam tahsil etmek isteyen bir kişi ilk önce üç ilim dalında tahsil görmeliydi bu ilimlerden birisi musikiydi. bugün müzik haram mı helal mi diye tartışıyoruz. Nerden nereye ?!

Hocam sizden ve sizin gibilerden allah razı olsun...

11 Oca 2016

THE HATEFUL EİGHT-VASATIN TAHAKKÜMÜ


Serdar Turgut'un lafıdır ''vasatlığın esareti''. Tam da bu konu üzerinde düşünürken, Ekşi'de , kulotsuzcorap lakaplı arkadaşın şahane yazısına denk geldim. Tarantino'nun son filmi 'the hateful eight' hakkında yorum yazmadan önce uslup ve adap üstüne yazdığı girizgahı aşağıya aldığım bu sadra şifa metin bütün vasatlığın çanına ot tıkasın temennisindeyim. Film hakkındaki yorumu da aynı nitelik ve derinliğe sahip . Metnin tamamına imzamı atarım o yüzden olduğu gibi aşağıya alıyorum zaten. Yazarın metnin sonundaki umutsuzluğu bende de hakim. İç yakıcı bir şey bu. Elinde kürekle üstüne yürüyen bir adama sen napıyorsun be adam dediğinde sesin duyulmayacak olduğunun  kahreden bilincinin tepene saplanması duygusu. Evet sosyal medya denen bataklık sinekten geçilmiyor da Ekşi'de gittikçe bataklığa dönüyor.Maalesef vasatlık her yere sirayet etmiş durumda.  


'' girizgah biraz uzun oldu maalesef. buraları okumak istemeyenler direk filmle ilgili eleştirinin olduğu yere atlayabilirler. spoiler ibaresiyle belirttim aşağıda. 


öncelikle beğeni kriterini ''ulan bu bir tarantino filmi salak'' , '''yine diyaloglar muhteşemdi'' ''bok gibi film'' ''süresi uzun'' ''bu filmi beğenmeyen gerzektir'' vs tarzı ezbere, berhava, yararsız ifadelere süsleyen insanlara bir çift lafım var. hoş yazmaktan sıkıldım. para etmeyeceğini de biliyorum ama çaresiz yazacağız inatla.

şurada #57590454 cuthbertallgood nickli arkadaşımız da durumu güzelce özetlemiş. ki ben de birkaç entryde ısrarla yazdım kafa ütülemek pahasına da olsa. 

bazen bu ve benzeri platformlara, filmler hakkında bilgi almak için gelen insanlara bir tür sosyal etki ve yararlılık sağlama duygusunu gözeterek yararlı, çarpıcı, aydınlatıcı şeyler yazma hevesiyle kuruluyoruz. bazen sadece düşüncelerimizi hiçbir amaç gözetmeden paylaşmak istiyoruz. amaç bazen bir etki yaratmak. yarar sağlamak. bazen de hiçbir şey. bundan para kazanmıyoruz, ego mastürbasyonu yapmıyoruz ya da kişisel çıkar elde etmiyoruz. ya da ediyoruz. bu kısmı o kadar da önemli değil. ama buralarda topluluğun vasatlığına ince bir işçilikle işlenmiş öyle kaba, mütehakkim, ve maalesef kendinden emin ifadeler görüyoruz ki yazıp çizdiğimiz şeylerin para etmeyeceği duygusu maalesef bizleri de bu platformdan soğutuyor. birçok iyi yazar gitti ya da yazmıyor zaten. bilgi alışverişinin nitelikli dayanakları tek tek yok oluyor. ve durum günden güne daha kötüye gidiyor.

o bilgi geçirmez cehalet zırhıyla sarıp sarmaladığınız kafalarınızı ne olur biraz kullanın. biraz okuyun, dinleyin, izleyin. cehaletinizi bilgi, eğitim, bilim, sanat, felsefe, edebiyat vs gibi değerlerden korumak için ördüğünüz kalın duvarları yıkmak için sizlerde biraz mücadele edin. ota boka fular espirisi kasma vasatlığınız ve cüretiniz çokluk tarafından ilgi görüyorsa da bu sanal mastürbasyonun yaşamınızın gerçekliğine dokunmak bir yana sokulmadığını bile anlamanız gerekiyor. yücelttiğiniz, bu topraklara has, hasmane, tekdüze, düşmanca tavır durumu kötüleştirmekten başka bir işe yaramıyor. 

cehaletin vasatlığından bu denli memnun, ortalama altı bir akıl ve sosyal dayanışmayla ortaklaşıp geleceğe dair tüm umutları paramparça ediyorsunuz. kötülük işte tam olarak bu aslında. bu vasatlık ve cehalet krallığının gözü kara, azılı, itaatkar neferleri olma hususunda büyük bir bağlılık, sebat ve arzu duymanız ve nitelikli olana beslediğiniz bu bitmek, doymak bilmeyen düşmanca oburluğunuz bir gün tam da istediğiniz gibi hepimizi yutacak bu gidişle. işte o zaman yarattığınız bu vasatlık ve nefret cehenneminde ''sikmeli, sokmalı, işemeli, sıçmalı, fularlı, yularlı'' esprilerinizi dilediğiniz gibi yapabilirsiniz. 

yukarıda bazı entryler var ki bu entry sahiplerine sormak lazım gerçekten ne gözeterek, hangi cüretle, donanım ve bilgiyle böyle buyurgan ve su götürmez bir üslup takınıyorsunuz. bundan nasıl bir yarar ya da karşılıklı fayda gözetiyorsunuz. 

evet burası artık bilgi alışverisi yapılan bir yer değil kabul ediyoruz. burası forum kafasıyla herkesin herkese istediği gibi sallayabildiği bir yer artık. özgürlük fora. bu özgürlük halinin rahatlığıyla, topluluğun günlük yaşantı rutinini de göz önüne alarak, özellikle kadın, anne, bacı, kardeş (kısacası dişiliğe atfedilen) kutsiyetiyle hunharca korunup kollandığı bir sosyal ortaklaşmada sürekli, başkalarının hak ve hukukuna, kişiliğine, zevklerine, dünya görüşüne nasıl böyle zalimce ve saygısızca saldırabiliyorsunuz anlamıyorum. 

zıtların birliği ve savaşımı diyalektiğin aynı zamanda yaşam döngüsünün birinci kuralıdır. her şey en basit şekilde karşıtıyla var olur. her şey karşıtıyla değerlenir. ahlak, onur, namus, vicdan, kötülük, iyilik, yaşam, ölüm, bilgi, cehalet, nefret sevgi vs vs. ama bu birlik savaşım sizlerin düşündüğün aksine bir denge ve tutarlılık içindedir. bu ülke insanın profilini tanımlarken zorluk çekmeyeceğimiz türden bir cehalet ve dengesizlik insanların topluluğa kabulünü kolaylaştıran ayırt edici bir özelliğe dönüştü neredeyse. bu ülkede her şey ve herkes karşıtını yok ederek var olma arzusu içinde maalesef. 

sizlerden olmayan, sizler gibi düşünmeyen tüm insanları ırk, dil, din, politik tavır, cinsel tercih, bilgi birikim gözetmeksizin düşmanlaştırdığınız temelsiz nefretinizin biricik ve yegane müsebbibinin yine kendiniz olduğunuzu fark edemeyişiniz en tumturaklı sorun. 

savunduğunu bile bu denli bir çelişki ve akıl karışıklığı içinde savunan ya da karşısında duran, fikri, aklı, düşünceleri (yer çekiminden bağımsız) bu denli temelsiz, mesnetsiz, yararsız, uçucu, değişken, tutarsız, yöntem ve amaçtan ve yararlılıktan uzak bir düşmanlıkla eleştiren insanlar sürüsünün bu evrene bir daha geleceğini düşünmüyorum. bunu yaratan biricik ve yegane etmen elbet vasatlık ve cehaletle övüp, örüp, besleyip, büyüttüğümüz o korkunç obur egolarımız. 

biliyorum 3-5 sözcükle düzeltemeyeceğiz asla bu durumu. ama kabullenmememiz de gerekiyor. en azından bu soyut gibi görünen somut kötülüğe ortak olmamak adına''kulotsuzcorap

7 Oca 2016

GENÇ İLAHİYAT ?!

Diyanet tv de 'Genç İlahiyat' isimli bir program yayınlanıyor. Memleketin değişik ilahiyat fakültelerinde memleketimizin güzide ilim insanları bir konu üzerinde (genelde uzman oldukları) yaklaşık bir saat soru cevapta içeren bir sunum yapıyor.


Demin denk geldim youtube ta ,Mustafa Öztürk hocanın katıldığı programda (KOnya Necmettin Erbakan Üniversitesi olay mahalli)  bir öğrencinin hocanın 'kuran kıssaları' kitabından alıntı yapıp soru soruyor numarasıyla giydirmeye çalışmasının görüntüleri var. Bu videoyu youtube koyan arkadaş ' ilahiyatta Mustafa Öztürk'e hakkı haykıran gençler ' diye başlık atmış. 

İşin ironisi Mustafa Hoca ' en çok ta edebi ve saygıyı kaybetmişiz' diye sözünü bitiriyor ve ardından bu densizlik oluyor.

Şimdi genç ilahiyatçıdır ne yapsa yeridir derim geçerim de bütün gençlerin aynı anda hocanın cevabını beklemeden stüdyoyu terk etmesi planlı bir provakasyonu işaret ediyor. Belliki belli bir cemaatin adamları bunlar. Asıl vahim olan bu.. Lİnç kültürü. Harici kafası. Ezberci ve önyargılı amigdala esareti.

Muhtemelen bu gençler hanefi ve maturidi sorarsan ( bilemiyorum tabi selefi-vahhabi de olabilirler ama memlekette bu kültür egemen olduğundan öyle varsayıyorum). Hanefi ve Maturidi akılcı ve ehli rey ekolü . Lakin bu nadanların ne akıldan ne reyden nasibi var. Beni asıl kahreden bu. Hakkın kendisi olduğu şizofrenisi.

Haddini bilmedikten sonra ne bilirsen bil. Bu gençler densiz ve haddini bilmez davranmışlar ama asıl hadsizlik ve edepsizlik onlara bu akılları verenler. 

Sifil ve Şenocak tayfası var..En iyisini bunlar biliyor ötekiler hep reformist mason felan..

Siz de hakkı haykıran gençlersiniz ..He hee..

Suuddiler de Yemende İran elçilik binasını vurmuş galiba işte aynı kafa..

Laik TC devletinde yaşamasaydık Mustafa HOca ve benzerleri muhtemelen taşlanırlardı hayat hakkı tanınmazdı. Bu da böyle bir ironi işte..

Hakkı haykırıyorlarmış çok güldüm acı acı ..Hala da gülüyorum acı acı...

Allah akıl fikir versin diye bir söz var ya dilimizde hakkaten benzersiz bir dua...

Allah akıl ve fikir versin...

4 Oca 2016

MİKROP AĞAÇ İNSAN VE SUYUN HAFIZASI(FARKINDALIĞINIZIN ARTTIĞI İYİ SENELER)

Suyun hafızası

04 Ocak 2016 Pazartesi, 01:56:01 Güncelleme:08:49:54
Neva Çiftçioğlu Banes

Neva Çiftçioğlu Banes


NEWTON’un başına elma düşmüş “Demek ki yerçekimi var” demiş... İşte tam bir bilim insanı. “Neden” denilince “çünkü”nün ardından bilimsel bir açıklama getiriyor, tüm dünya sonsuza dek bu açıklamayı bir sonraki benzer araştırmalarda temel olarak kullanıyor. Hayatım boyunca bilim okudum ama “Bu elma neden düştü?” diye bana sorsaydılar (ve de ben Newton açıklamalarını bilmiyor olsaydım), “O elma hayatın devamı için düşüyor, içindeki çekirdeklerin toprağa ulaşması gerek” diyerek basitçe yanıtlardım galiba. Düşünce tarzı, hayata bakış açısı, farklı sorgulama, farklı yargılama, farklı birikim sorulan sorulara yanıtları da değiştiriyor. Bilim dünyasında “standart araştırmacılar” ın yanı sıra alanındaki son derece önemli buluşlara ve de sorulan sorulara “düşünürlük”vasıflarıyla anlam yükleyen süper beyinler vardır. Örneğin Albert Einstein, Carl Sagan gibi isimler “2+2=4” demekle kalmayıp bilimi filozofik yaklaşımlarıyla da renklendiren nadir bilim insanlarındandır. Bilimin yanıtsız kaldığı yerde ya da akıllara durgunluk veren açıklamalarla gündeme geldiğinde paniğe kapılmak yerine yorum yapabilmek, bildiklerimizin dışında düşünebilmeyi denemek aslında işin en zevkli tarafı. Birazdan anlatacağım bilimsel bulgular yaklaşık son 20-25 yıldır gündeme gelen ama maalesef tartışılmadan, yorum yapmaktan kaçınılan bilgilerdir. Yılın ilk bilimyorum köşesinde bu bilgileri gündeme getirmemin amacı ise 2016 yılında hayata bakış açımıza yeni bir perspektif eklemektir. Bu yıl klasik bilim haberlerinin yanı sıra bu tür haberlerle de zaman zaman karşınıza çıkmaya kararlıyım.
Gelelim bu haftaki konumuza: Suyun bir hafızası var mı?
Konuyla ilgili çalışma ilk kez 1988 yılında Fransız immünolog Jacques Benvenistetarafından Nature Dergisi’nde yayımlandı. Her yeni buluşta olduğu gibi bilim dünyası bu araştırmanın tamamen saçmalık olduğunu ve bu kadar komik bir yaklaşımın Nature gibi önemli bir dergide yayımlanmasının tam bir fiyasko olarak tarihe geçeceğini dile getirmişti. Özetle Benveniste suyun içerdiği her maddeyi hafızaya kaydettiğini o maddenin sudan ayrıldığında bile hafızasında bütün özelliklerini taşıdığını, örneğin suya bir zehir yerine sadece zehrin frekansı yüklendiginde bile zehrin kendisi eklenmiş gibi içine konulan sinekleri öldürdüğünü tespit etmişti.
Aynı yaklaşımla homeopatiyle uğraşanlar da hastaların tedavisinde kullanılan ilaçların suda artık ilaçtan eser kalmayacak kadar sulandırıldığında daha başarılı bir tedavi sağlayacağını çünkü yan etkilerin yok olacağını ama ilaç gören suyun (tedavi edici) etkisinin kaybolmayacağını iddia etmekteydi. Bilim dünyası bu tartışmaları yıllarca sürdürdü. Daha sonra Dr. Masaru Emoto sözcüklerin ve duyguların su üzerindeki yapısal değişikleri üzerinde çalışarak bilim dünyasını şaşırttı. Halk arasında ilginç karşılanan bu bilimsel incelemeler yıllarca “şüpheli araştırmalar” sınıfından kurtulamadı. 2013 yılında Almanya’da Stuttgart Üniversitesi konuyu tekrar gündeme getirdi ve Benveniste’nin tüm araştırmalarını tekrar ederek aynı sonuçları aldıklarını ilan etti. Yapılan araştırmada aynı kaynaktan alınan su değişik öğrencilere verilerek bir camın üzerine damlatmaları istenmiş. Her öğrencinin damlaları donarken farklı şekilde kristaller oluşmuş. Aynı su, niçin damlatan kişiye göre değişiklik gösteriyor sorusunu sadece daha önce gerçekleştirilen Dr. Emoto’nun çalışmalarıyla açıklayabilmişler. Başka bir çalışma da suyun içerisine bir çiçek atıp bir süre bekledikten sonra alınan damlalar üzerinde yapılmış. Her damla donarken içerdiği çiçeğe benzer şekilde kristalize olmuş. 2015 yılında da benzer araştırma Max Plank Enstitüsü’nde gerçekleştirilerek benzer sonuçlar elde edilmiş. Geçtiğimiz aylarda konu üzerine yapılan yorumları araştırdığımda geçen senelerde sayfalar dolusu olumsuz eleştiri yapan kişilerden tek bir yorum bile gelmediğini fark ettim. İşin ilginç tarafı ise medyanın da konuya hiç eğilmemiş olması. Oysa (hâlâ tartışmalı bile olsa) bu şoke edici, bir o kadar da düşündürücü bilgilere insanlığın ne kadar çok ihtiyacı var. Suyun hafızası olduğunu ve de kişiye göre, söylenen çirkin ve güzel söze bağlı olarak yapısının değiştiğini düşünsek belki; a.) Atıklarla kirleterek çirkinleştirdiğimiz suyun filtre etsek de hafızasında çirkinlik olduğunu, yudumlarken kendi çirkinliklerimizi yudumladığımızı, o yudumların hücrelerimiz tarafından absorbe edildiğini düşünürüz. b.) Yaklaşık % 75’i su olan vücudumuzda bazı hastalıkların neden oluştuğuna değişik bir açıklama getirebiliriz. Ve bu düşencenin ardından umuyorum ki “çevre kirliliği”dediğimizde “Adam sende” demekten vaz geçeriz.
Yeni yıla, doğadaki bazı fenomenlere her zaman bilimle açıklama getiremediğimizi kabul ederek girmemiz bile hepimize çok mesafe aldırır. Ufuklarımızı genişletici çok bilimli bir yıl diliyorum...

BİR GARİP BİLİMSEL BULGU
YENİ bir şey öğrenirken sağ yumruğunu sıkanlar ve de o öğrendiği konuyu hatırlamak için sol yumruğunu sıkanlar, öğrenmekte de hatırlamakta da yumruklarını sıkmayanlardan daha başarılı oluyormuş.

Mikrop, ağaç, insan

14 Aralık 2015 Pazartesi, 06:49:30 Güncelleme:08:45:34
Neva Çiftçioğlu Banes

Neva Çiftçioğlu Banes


İŞ ve eş gereği ABD Houston Teksas’ta yaşıyorum. Geçen hafta başımdan geçen ilginç ve gerçekten çok etkilendiğim olay, evime yakın bir postanede gerçekleşti. Yeni yıl hediyesi olarak internet aracılığıyla satın aldığım kol saati paketten camı çatlamış çıkınca, vakit kaybetmeden derhal iade formunu doldurup soluğu postanede aldım. Postaneye girdiğimde 20-25 kişi kuyrukta hizmet bekliyordu. Burada Noel de yaklaştığı için marketten bir ekmek bile alınsa mecburen onlarca insan arkasında sıraya dizilip normalden çok daha uzun süre beklemek zorunda kalınıyor. Hizmet eden sayısı sadece 2 kişi olunca, hele bir de hizmet edenler işinden, canından bezmiş bir suratla ve isteksizliğin yansıdığı süratle iş görünce bekleme süresi sabırları zorlayacak düzeye tırmanıyor. Girdiğim kuyrukta arkama döndüğümde bir 30-35 kişinin daha geldiğini gördüm. “Neyse, en azından ortalardayım” diye sevinme payı çıkardım. Tam 40 dakika sonra sıra bana geldi. Paketi görevliye uzattım, “Adresler üzerinde yazılı” dedim. “Paketi neden bantla kapatmadınız?” diye sordu. Girişteki “Paket içeriğini görmek isteyebiliriz. Lütfen paketlerinizi açık bulundurunuz” uyarısını gösterdim. Sesini yükselterek sinirle“Kapıda ne yazdığını iyi biliyorum. Derhal paketinizi bantlayın” dedi. Sıradaki herkes artık bizi dinliyordu. Yanı başındaki bantı göstererek, “Rica etsem verebilir misiniz?” dedim. Yanıt yine aynı yüksek sesle geldi: “Hayır, o bant bana ait, müşteri kendi bantını kullanacak!” “Yanımda bant yok, sizin bant için para ödesem...” dediğim an görevli hanım sesini daha da yükseltti. 3 adım ötede, bir ayakkabı kutusu büyüklüğündeki, sadece paketleme servisleri için yapılmış 20 dolarlık bantı işaret ederek satın almamı istedi. “15 santimetrelik kutu için bana o bantı aldırmanız size mantıklı geliyor mu?” diye sordum. “Bantı al ve derhal sıranın sonuna geç!” diye bağırırken sinirden kıpkırmızı kesilmişti. Aynı hışımla kuyruktaki bir sonraki kişiyi (“Sıradaki” anlamına gelen) “Next!” diye çağırdı. İşte o an dondum kaldım... Çünkü sırada hiç kimse ilerlemedi. Sıranın başındaki beyefendi, “Şu kutuyu derhal bantlayın ve hanımefendinin işini bitirin önce” dedi. Görevli öfkeyle bağırıyordu: “Anyone else... Next!” 30 kişi yerinden kıpırdamıyordu. İkinci görevliye de gitmiyorlardı. Hizmet durmuştu. Sıradan bir yaşlı bayan, “76 yaşındayım ve dizlerim ağrıyor, ama o bayanın paketini bantlayıp görevinizi yerine getirmediğiniz sürece buradan bir adım atmıyorum” dedi. Görevli elimden paketi sinirle çekip kutuyu benim söylediğim postane bantıyla yapıştırdıktan sonra ödememi alana kadar karmakarışık duygularla kalakalmıştım. Neredeyse ağlamak üzereydim. Sıraya dönüp “Thank you all”(Hepinize teşekkürler) diyebildim sadece... Gülümseyerek el salladılar.
Dışarı çıkıp arabama oturunca kontağı çalıştırmadan bir süre park yerinde düşündüm. Herkesin işi gücü var. Nasıl oldu da tek bir kişi “Acelem var” diyerek sıranın önüne atlamadı? Nasıl oldu da onca kişi bir kişiye yapılan haksızlık için tepki gösterdi? O sırada benden hemen sonraki yaşlı beyefendi işini tamamlamış, dışarı çıkmıştı. Arabama yaklaştı, pencereyi açtım. Gülümseyerek kafamdan geçen soruları yanıtladı: “Size yapılan bu yanlış için üzgünüm. Doğada hayvanlar, ağaçlar ve hatta mikroplar birbirleriyle bağ içerisinde hareket ederken biz insanlar birbirimizden çok koptuk. YANLIŞ, anında tespit edilerek sineye çekilmeden, derhal toplu olarak tepki gösterilmez ise ‘NORMALLEŞTİRİLİR’. O hizmet eden bayan bir dahaki sefere yanlış yaparken iki kez düşünecek. Biz görevimizi yaptık. Hadi size iyi seneler...”
Benimle konuşan beyefendinin bu sözlerinin hemen ardından bu hafta sizlerle paylaşmak için bilimsel haberlere göz atarken (tesadüf olarak) karşıma çıkan makaleler ise hakikaten kayda değer... İşte o makaleler arasından sizler için seçtiğim 2 tanesi...
MİKROPLAR ARALARINDAKİ 'KARAKTERSİZ'İ SEÇEREK GRUP DIŞI BIRAKIYOR
“MİKROBİYAL hayatta” değişik bakteri türleri, bulundukları ortama amino asit ve vitamin salgılayarak birbirlerine besin sağlar. Max Planck Enstitüsü bilim insanları, bu tür (biyofilm oluşturan) mikroskobik canlıları incelerken ilginç bir gözlemde bulunmuş. Bakteri grubu içerisinde birbirlerine besin sağlayarak oluşturdukları müşterek yaşamın kurallarına uymayanlar, ortama diğer bakterilere uygun besin salgılamayanlar (ama ortamdaki besini tüketenler), çalışkan bakterilerce derhal gruptan izole edilmiş. Etraflarına salınan kimyasal bir bariyer ile besin kullanmalarını durdurmuşlar. Bu son derece ilginç bilimsel bulgunun detaylarını The ISME Journal’ın Aralık 2015 baskısında bulabilirsiniz.
BİTKİLERDE STRATEJİK KARAR VE İLETİŞİM VAR
PRINCETON Üniversitesi araştırmacıları, geçen hafta bitkilerin “akıllı” olduğunu iddia eden araştırmalara bir yenisini kattı. Öyle görünüyor ki o toprağa kökleriyle sımsıkı sarılmış ve son derece pasif görünen “beyinsiz” bitkiler, aslında belli bir stratejiyi takip ederek karar bile verebilmekte. Nature Plants isimli bilimsel dergide geçen hafta yayımlanan makaleye göre, bitkiler yaşadıkları ortamda olan değişikliklere bağlı olarak bilim insanlarının “O bitki türüne göre imkânsız”dedikleri biyolojik sentezleri bile gövdelerinde gerçekleştirebilmekte. Araştırma yöneticisi Dr. Lars Hedin“Bitkiler atmosferdeki nitrojeni bile kullanarak kendilerine besin oluşturabilecek değişimleri ‘Mutasyon’ diyemeyeceğimiz kadar kısa bir sürede gerçekleştirebiliyorsa, köklerine belli toprak bakterilerini ‘Gel bana yardım et’ diyerek davet edebiliyorsa, yanındaki bu döngüyü henüz başlatamamış, ölmek üzere olan başka bir bitkiye kökleriyle yardım edebiliyorsa kimse kusura bakmasın, ben bu yeryüzünün güzel canlılarına ‘Akılsız’ diyemem” diyor. Kendisinin bu yorumunu dinledikten sonra “Bitkilerin ortama uyumunun ‘akıllılık’ olarak gösterilmemesi gerektiğini savunan meslektaşlarına ise tek cevap veriyor:“Yeterince bitkilerle çalışmamışsınız dostum.”