18 Eki 2018

SERBESTLİK-ÖZGÜRLÜK VE ÖZNENİN KURULMASI BAĞLAMINDA TR

Tr'de disiplin, sadece, modernleşmeye rağmen gücünü yitirmeyen ailede ve akrabalık çevresinde var. Ekonomik ve kamusal alanlarsa birer serbestlik alanı. Sosyal normun hukuk normuna önceliği de güçlü toplum/güçsüz devlet modeline işaret ediyor veya ikili bir iktidar yapısı var.
Serbest derken özgür demiyorum. Kural dışı. Ama kuralsız bir düzen yani habitus var. Sürücülerin yaya geçitlerinde yayalara yol vermeyişlerindeki gibi, bu düzen çok kez, sert. 
Habitus, tam modernleşmemiş ülkelerde, davranışların yönlendirilmesinde yazılı kurallardan daha etkili.
Ağ biçimdeki toplumsal yapıda iktidarın aşırı parçalanması, devletin sokaktaki, iş yerindeki veya gündelik hayatı eşgüdümleyememesi (mesela ruhsatsız binalar, kadın tarım işçilerinin neredeyse tamamının kayıt dışılığı) ve daha bir çok sebeple genelleşmiş bir disiplin oluşmadı.Sadece genelleşmiş bir disiplin değil genelleşmiş bir suçluluk duygusu da (sistemi) oluşmadı. Zaman kontrolü olan (vaad edebilen), az çok ayrışmış ve özdenetimli biri yani özne pek kurulamadı. Aktüel sosyal bağlam insanların davranışlarını yönlendirmelerinde çok etkili oluyor.Bunların sonucunda, bağımsız işleyen bir üstbenin yükünü taşımayan ego, aktüel sosyal bağlam da buna müsaitse (sosyal medyadaki gibi serbestse), manik tavırlar sergiliyor. Zafer sarhoşluğu yaşıyor. Önüne gelene sataşıyor.
F. Guattari, gelişmiş toplumların, güçlerinin çoğunu, suçluluk sistemleri ile normların içselleştirilmesine borçlu olduklarını belirtiyor.
Tr'de bu konudaki hakim algı tersi gibi görünüyor. Guattari'nin solculuğundan şüphe etmenin zor olduğunu gereksiz bir dip not olarak düşeyim.Félix Guattari, Soft Subversions, Sylvère Lotringer (ed.), David L. Sweet, Chet Wiener (trans.), Semiotext(e), New York, 1996
 Guattari'ye göre, bu toplumlar, aynı zamanda, bireyselleşmiş ve Oedipal bir bilinçdışının baskın bir önem kazandığı toplumlar.

Doç.Dr.Murat Önderman

25 Eyl 2018

KENDİ PUTLARIMIZI KENDİMİZ YARATTIK

https://www.mserdark.com/anlayabilmek-kurulmakta-olani-o-bir-muthis-bahtiyarlik/?utm_source=feedburner&utm_medium=email&utm_campaign=Feed%3A+mserdark+%28MserdarK+Blog%29

bu aralar twittera sardığımdan blogu ihmal ettim..serdar kuzuloğlundan yine mükemmel bir okuma parçası..

17 Ağu 2018

VAN DEPREMİ NEYİ SARSTI (GÖLCÜK OLARAK DA OKUNABİLİR)

Van depremi neyi sarstı? – Murat ÖNDERMAN


Türkiye’de kamusal alanı/devleti toplum üzerinden okumanın vakti gelip de geçmedi mi?

Hem deprem hem de ‘imar’ ülkesi olmasına rağmen depreme dayanıksız binalardan geçilmeyen Türkiye’de, Vandepremlerinde yaşananlar, bize bu coğrafyadaki sosyal gerçekliğe dair olarak tekrar gösterdi ki aynı zamanda bir hukuk alanı olan kamusal alan, fiilen bir disiplinsizlik alanıdır. Hükümetin kural dışı kalitesiz yapılara göz yumulmaması konusunu bu kez ‘sahiden’ ele almaya yöneliyor görünmesi, yürürlükteki hukukun icrasıyla yürütmenin siyasi boyutu arasındaki bağın Türkiye’deki sıradışı kuvvetine işaret ediyorsa da bu, konunun burada ilgilenmeyeceğim yönü.
Kültürel bir kargaşa 
Ben bu yazıda şu soruya yanıt arayacağım: Bu disiplinsizlik, yasaları küçümseme anlamına gelen bir tür kendini beğenmişlik mi? Değilse, nedeni nedir?
Bu konuda akla ilk gelen ve sıkça sorulan soru şu: AcabaTürkiye’de hukukun etkinsizliğinin nedeni, Batılılaşma sürecinde üretilen hukuk kurallarının baskın toplumsal kültürün nitelikleriyle uyumlu olmaması mı? Devletin demokratik meşruiyetinin zayıflığını ima eden bu soruyu soranlar, genellikle yanıtın da olumlu olduğunu düşünenler. Bana daha makul gelen bir seçeneğe göre ise, Türkiye bir kültürel kargaşaya doğru gidiyor ve kadın/erkek/genç/Müslüman/Türk vs. bireyler, kendilerinden kültürel olarak ne beklendiğini giderek daha az biliyor olsalar da, sözü geçen halin önde gelen nedeni bu süreç de değil.
İkinci soru şu: Hukukun olmasa bile, devletin bazı niteliklerine yönelik tepkiler midir bu serbestliğe yol açan? Hukuka saygı göstermeme, devletin otoriterliğine –veya hukuk devletinin gereklerinin yerine getirilmesindeki eksikliklere- karşı alışılageldik veya yerleşmiş, halka mal olmuş bir tutum mudur? Hukukun sivil etkinsizliği, resmi etkinsizliğine karşı toplumsal bir tepkinin sonucu mudur? Demokrasileri hem pekişik hem de ‘yaşlı’ olan ülkelerin, hukuk kurallarının bireyler dolayısıyla hayata geçirildiği başarılı/güçlü devletlerinin olması, bu tezin doğruluğunun bir kanıtı olarak görülebilir mi? Ne var ki kişilerin soyut olarak uygun buldukları kurallara fiilen pekâlâ uymayabilecekleri, kendileri için sık sık ‘istisna’lar öngörebilecekleri de bir toplum içinde yaşayan herkese malum olsa gerek! Hatta kişilerin çoğu kez bir kural koyucu gibi düşünme eğilimi göstermedikleri de kolaylıkla gözlemlenebilir. Kaldı ki İslami bayramlarda uzaktaki ailelerine/akrabalarına kavuşmak için yola düşenlerden birçoğunun, trafik kurallarını küçümsemenin sonucu olarak ‘kazalarda’ helak olmasının nedenini de mi devletin otoriterliğine karşı bir tepki olarak göreceğiz? Peki yaşlılara yaya geçitlerinde ‘ahlak gereği’ yol veren ‘sürücü’lerin, tüm yayalara karşı aynı şekilde davranılmasını belirten hukuk kuralını umursamamakta gösterdikleri azmi neye bağlayacağız? Kendi özel hayatlarında toplumsal ahlaka uygun davranmaya/davranılmasına özen göstermek konusunda eksikliklerinin bulunmadığını düşündüklerini sandığım birçok işverenin, sayıları milyonlarla ifade edilen kaçak çalışanı istihdam etmesi de mi devletin otoriterliğinden kaynaklanıyor?
Tercih meselesi  Türkiye’de kamusal alanı/devleti biraz da toplum üzerinden okumanın zamanı gelip de geçmedi mi? Ben bu sorunu toplum üzerinden ele almaya çalışacağım. Peki ne mi görüyorum? Ahlakın bireysel bir tercih konusu olarak görülmediğini, bireyi grup ilişkilerinin bir tarafı değil de parçası olarak ele alan baskın toplumsal kültürün, ahlakı da hukukiymiş gibi zorunlu/zorlayıcı hale getirdiğini… İşbölümü düzeyinin artmasına rağmen, ilgili herkese eşit muameleyi öngören meslek ahlakının yeterince güçlenmediğini… Bireyi soyut haliyle ele alan, dolayısıyla herkese hitap eden bir ahlakça desteklenmeyen hukukun boşlukta kaldığını… Herhangi birinin kullanabileceği binaların kurallarına uygun yapılmasının bir garantisinin olmadığını…
Gölcük depreminden sonra, birisinden şu sözleri işitmiştim: “Ben bu yıkılan konutları yapan müteahhidin yerinde olsaydım, parkeden, çerçeveden çalardım; betondan çalmazdım ki bina yıkılmasın”. Demek ki bunlar da bir tercih konusu olarak görülebiliyormuş!
Bilindiği üzere bu coğrafyadaki en katı ve zorunlu ahlak kuralları kadınlara dairdir. Bu eğilim, özel alanın liberal kültürlerdeki gibi bir özgürlük ve bireysel tercih alanı olarak görülmediğinin diğer bir işareti. Türkiye’de yasalar, cinsiyetlerin eşitliğine verilen önem bakımından baskın toplumsal ahlakın ilerisinde. Ne var ki hukukun sosyal bağlayıcılığı, bu toplumsal zorlayıcı ahlakın geçerliliği kadar kuvvetli değil.
177 ülke arasında 82’nci 
Benim kamusal alandaki hem resmi hem de sivil boyutları olan serbestliğe ilişkin açıklamam şu: Türkiye’de hukukun gereklerinin bireylerce yerine getirilmesinin iradi/keyfi, buna karşılık toplumsal ahlakın gereklerinin yerine getirilmesinin zorunlu/zorlamaya tabi bulunduğu yolundaki toplumsal eğilim etkili olmaya devam ediyor. Türkiye’de adeta ahlak hukukileşmiş, hukuk ise özelleşmiş! Bu nedenle bu ülkede, aileyi/haneyi merkezine koyabileceğimiz özel alan bir sınırlama/denetleme alanıyken, kamusal alan ise bir serbestlik alanıymış gibi görünüyor. Kamusal alandaki serbestliği bu alanın bireysel tercihle/iradeyle ilişkilendirilmesine, ailenin etkili bir sosyal kontrol kurumu olarak öne çıktığı özel alandaki sınırlamayı ise onun toplumsal/zorunlu bir ahlaki alan olarak nitelendirilmesine bağlamak mümkün görünüyor.
Türkiye’de –herkesin aynı yasalara tabi olması anlamında- bir eşitlik alanı olan kamusal alanda karşımıza çıkan hukuku küçümsemek/kendini beğenmişlik oluyor; buna karşılık özel alan zorlamaya tabi toplumsal ahlak kuralları üzerinden okunduğu ölçüde, onu niteleyen özgürlük değil, bireysel tercihlerin küçümsenmesi oluyor. ‘Namus’ cinayetleri, baskın ahlakın ana damarlarından biri olan ve cinsiyetlere dair yazılı olmayan çifte standartlı kurallara aykırı davranmanın yaptırımının neye varabildiğini göstermiyor mu?
O zaman ‘Dünya Başarısız Devletler 2011 Yılı İndeksi’nin başarı sıralamasında, Türkiye’nin 177 ülke arasında 82. olması da şaşırtıcı değil.

Murat ÖNDERMAN - İstanbul Üniversitesi, SBF, Doçent Doktor.
(Bu yazı, Atsushi Miyazaki’ye ithaf edilmiştir.)

27 Tem 2018

Bir Haşmet Babaoğlu Portresi

  http://www.yazihaneden.com/2014/04/bir-hasmet-babaoglu-portresi/ adresinden alıntıdır.

Bir Haşmet Babaoğlu Portresi

Tanıştırayım, 2-C sınıfından Haşmet, arkadaşları ona feylesof diyor.

Çocukluk itirafıyla başlamak lazım. 2000’lerin başlarında futbol tartışma programlarıyla ilgilenen herkes gibi ben de bir aralar Haşmet Babaoğlu’nun söyleyecek sözleri olduğuna inanıyordum. Eve aldığımız gazetede yazıyordu, izlediğimiz programda konuşuyordu. Daha doğrusu konuşmak istiyordu. Ve tahmin edersiniz, herkesin onu dinlemesini istiyordu. Gerçekten, Haşmet Babaoğlu konuşmaya çalışıyordu.
90 Dakika programını izleyenler bu tipik sahneyi hatırlayacaktır: Hıncal Uluç konuşur, daha fazla konuşur ve biraz daha fazla konuşmadan önce nefeslenmek için birkaç dakika ara verirdi. O anlar Haşmet Babaoğlu için sahneye çıkma zamanıydı. “Bir dakika Hıncal Abi!” diye söze girer, ellerini kollarını sallayarak konuşmaya başlar, o bir dakika içinde kesinlikle kahkaha atan Hıncal Uluç’a zoraki bir şekilde gülümseyip söze devam ederdi. Bir dakika daha, önemli bir şey söyleyeceğim. Şimdi aslında meseleye şuradan bakmak lazım, yeni bir pencere açacağım buraya, çok farklı bir şey söylemek istiyorum, bir saniye Hıncal Abi, reklama mı gidiyoruz, tamam o zaman bitiriyorum, aslında hadiseyi şuradan okumak gerek, yani temelde bizim sorunumuz şuralarda yatıyor ve reklam.
Haşmet Babaoğlu’nun konuşmasını isterdik. En azından cümlesini bitirmesini beklerdik. Bir çocukluk itirafı daha gelsin. Ekran başında gözlerimi dört açıp televizyona pür dikkat baktığımı hatırlıyorum. Zira karşımda sakallarıyla oynayan, futboldan, felsefeden, sanattan konuşmak isteyen bir adam vardı. O söze girişlerini, o bitmeyen ve aslında yakında bir gün bitecekmiş gibi durmayan cümlelerini hiç unutmadım. İçeriği değil ama o sözleri söylediği anlardaki çabalarını hatırlıyorum. Sizin de hatırladığınıza eminim.
Haşmet Babaoğlu konuşmak istiyordu ve buna gerçekten saygı duyuyordum. Ağzını açtıktan sonra yaşanan o büyük bekleyişi affetmeye hazırdım. O konuşsun, konuşabilsin, başı ve sonu belli olan bir cümle kurabilsin, benim için gerisi önemli değildi. Ne yazık ki bu pek sık gerçekleşmiyordu. Ya Hıncal abi sözümüzü kesiyordu ya da reklama gidiyorduk. Kahrolsun kapitalizm!
Daha sonra bu konuşma isteği azaldı ama Haşmet Babaoğlu çeşitli rollerle karşımıza çıkmayı sürdürdü. Popüler aşk hikayeleri anlatmaya kalktı köşesinde, okurken yüreğimizi dağlayan ve 1 saniye sonra unuttuğumuz unutulmaz sözlere imza attı, sanattan bahsetti, bazen Tarkovski’yi konuk etti köşesine, bazen Bergman’ı anlattı. Name dropping’in entelektüellik, uzun uzun düşündükten sonra söze başlamanın filozofluk, pantolona zincir takmanın serseri ruhluluk, Alaçatı’da tatil yapmanın orijinallik sayıldığı bir dünyanın en güzel yüz metrelerini koştu. Bir noktada magazin programlarının prensine dönüştü, hızını alamadı, gazete köşelerinde tartıştığı yazarları Nişantaşı kafelerinde dövmeye kalktı. Zira kendisi en ince duyguların insanıydı ve evet oraya Ahmet Hakan’ı dövmeye gitmişti.
Sonra her şey değişti. Haşmet Babaoğlu da değişti. Yeni Türkiye, Yeni Türkiye diye bağıranların amiral gemisi Sabah’taki köşesinden daha çok siyaset yazmaya başladı. Şair ruhu gitmiş, yerine Engin Ardıç ile Rasim Ozan Kütahyalı arasında gidip gelen, yaptığı alıntılarla hâlâ ince duyguların insanı olduğunu kanıtlamaya çalışan bir adam geldi.
Evet, her şey değişmeye başlamıştı. Yeni Türkiye kurulmaya başlamıştı ve iktidara ne kadar yakın durursanız köşenizin, pardon raf ömrünüzün o kadar uzayacağı yıllar sizi bekliyordu. Eski Türkiye’ye lanet okumanız gerekiyordu, cebinizdeki yakın tarih bilgisi bu role girmeniz için gereken her şeyi saklıyordu. Daha önce ne söylediğinizin bir anlamı yoktu. Cebinizdeki kelimelerin Yeni Türkiye’yi övüp Eski Türkiye’ye lanet okuması yeterliydi. Eninde sonunda ince duyguları (hırs) ve ince hesapları (para) olan herkes bu yola girdi.
Haşmet Babaoğlu da bu role çabuk ısındı. Her yazısını toplu bir nefret kusma seansına çevirdi, üslubunu “Beyaz Türk dövmeye çıktım, geleceğim” modeline oturttu, bir kültürel sınıfın çöktüğünü, artık iktidarın değiştiğini, halkın sözünü dinlettiği yeni bir ülkenin geldiğini anlattı. Gezi Parkı’ndaki gençlerin bilgisizliğinden dem vurdu bir gün, Cehape zihniyetine salladı ertesi gün, akabinde tekrar Gezi Parkı’ndaki gençlerin cahilliğinden söz etti. “Abi hayrola?” diyen herkesi milleti tanımamakla suçladı, sandıkta alınan yenilginin onların sonu olacağını söyledi. Artık bilet de kesmeye başlamıştı.
Yeni Türkiye sakallarıyla oynayan şairden çok şeyler götürmüştü. Okunmayan aşk hikayeleri yazmaktan sıkılmıştı, belki de artık konuşabildiği alanlarda söz söylemek istiyordu. Evet Haşmet Babaoğlu konuşmaya başlamıştı. Bangır bangır bağırıyordu, iktidara yakın durmanın en güzel 1500 metresine gelmişti artık, koşması, karşısındaki insanları aşağılaması ve daha fazla koşması gerekiyordu.
En son, seçimden bir sonraki gün köşesinde çıkan yazısında şu ifadeleri kullanmıştı: Bu bahar “uzun sürmüş bir hikâye“nin sonu olacak. Daha doğrusu… Kendini kültürlü seçkinler sanan zil zurna cahil bir kesimin tarih sahnesinden çekiliş sürecinin başlangıcı olacak. Başkalarına durmadan “aptal” demenin kendisini “akıllı” yapacağına inanan zavallılar hakikatle yüzleşecek. Sancılı olacak, epey hırpalayacak bizi ama hem memleket hem de onlar için hayırlı bir süreç. Nihayet bu dönüm noktasına gelmemizi sevinçle karşılamak gerek.”
Evet, Haşmet Babaoğlu artık konuşuyordu. Buna sevinmeliydik. Yıllar boyu süren bekleyişten, uğruna kaç 90 dakika harcadığımız o zorlu zamanlardan sonra konuşmaya başlamıştı. Ve karşılaştığımız insan bizi bir kez daha çocukluğumuza götürüyordu. İlkokula dönmüştük. Karşımızda dil çıkaran bir sınıf arkadaşımız vardı. Bize doğru parmak sallıyor, “Benim babam senin babanı döver tamam mı?” diyordu. Derse gittiğimizde öğretmenin “İleride ne olacaksınız?” sorusuna ise iddialı cevaplar veriyordu.
Ah yoksa tanımıyor musunuz o çocuğu? Tanıştırayım, kendisi 2-C sınıfından Haşmet, arkadaşları ona feylesof diyor.

12 Tem 2018

BENİM DORUK NOKTAM DİNDEN ÇIKMAK OLDU

(aşağıdaki yazı ekşisözlükten "osmanlı tuğralı doblo" nickli yazara aittir)


ÖZGÜVEN EKSİKLİĞİ GÖRSEL ile ilgili görsel sonucu

yaklaşık 2 yıl öncesine kadar bende var olan eksiklikti. hala kendimde gördüğüm sıkıntılar elbette var ama %70 ilerleme katettiğimi kendime söyleyebilirim. ve daha da ilerleyeceğim. özgüven, hayattaki en zevk veren şeydir.

yaşım 23. çocukluğumda hiçbir fiziksel veya manevi bir şiddete uğramadım, dışlanmadım. ancak annem ve babam beni hep ev odaklı yaşattı. kendileri de pek sosyal değillerdi veya bana göstermediler yeterince. küçüklüğüm sokaklarda geçti, sokak kültürünü, kavgasını, oyunlarını, insan tiplerini bilirim. ancak buna rağmen ben yırtıcı, girişken ve konuşkan bir çocuk olamadım hiçbir zaman. sessizdim ve çekingendim.

lise eğitimim 20 kişilik bir sınıftaydı. belki buna bağlı olarak daha rahat hissettim ancak dış dünyaya çıktığımda, sokakta, markette, hastanede veya kalabalık bir yerde, özgüvensizliğimi üzerimde kesinlikle hissediyordum. bir şeylerin doğrusunu bilsem de yeterince etkin konuşamıyordum. ama konuşmak istiyordum.

üniversiteye ilk yılda giremedim. 1 yıl evde asosyal yaşadım ki hayatımın en boktan dönemidir. zaten düzgün olmayan özgüvenim dibe vurmuştu. her gün evdeyim, her gün bilgisayar başında oyun oynuyorum. ve mutsuzum hep. hep mutsuzum. yaptığım şeylerden zevk almıyorum. ne istediğimi de bilmiyorum.

üniversiteye başladım. ilk iki yılım yine aynı özgüvensizlikle geçti. ne istediğimi hiçbir zaman doğru düzgün bilmiyordum. istediğim kişilerle istediğim gibi rahat konuşamıyordum. sınıfta söz alırken heyecanlanıyordum, hatta söz hakkı dahi alamıyordum çekinip. beğendiğim kızlarla konuşmayı bırak, bakışamıyordum bile. aslında hayat planım ve meslek tercihim tam yerindeydi. ama günlük yaşamımım her saati düşünmekle geçiyordu. hiçbir uğraş da edinmiyordum. halbuki aklımda ne hobiler, ne okunacak kitaplar vardı. ama yapamıyordum, yıllardan beri böyleydim ben. yapamadıkça daha da demoralize ve özgüvensiz oluyordum. mutsuzdum yine, gülemiyordum katıla katıla insan içinde. insanlar yanıma geldiğinde panikliyordum hafif. mala bağlıyordum. istediğim ben olamıyordum. ve kendime kızıyordum.

ayrıca bu 2 yılda kadın eli tutmayacak kadar dindar olmam da bu sorunuma yağ sürmüş oldu. iyice asosyal ve özgüvensiz oldum.


ÖZGÜVEN EKSİKLİĞİ GÖRSEL ile ilgili görsel sonucu 

şimdi asıl kısma, yeniden doğuşuma geliyorum. 

ÖZGÜVEN EKSİKLİĞİ GÖRSEL ile ilgili görsel sonucu
bunu okuyacak arkadaşıma "kendin ol", "başkalarına bakma", "her insan aynıdır" gibi klişe öneriler vermeyeceğim. bunlar işe yaramaz birer çöptür. balığı değil, balık tutmayı öğreteceksin. bu cümleler en son insanın kendi kendine üreteceği sonuçtan ibarettir.

benim için kilit mesele "iş yapmak" oldu. ailem bana hiçbir sorumluluk veya bir iş vermemişti. böyle yetişince insan tutulu, mal gibi kalıyor ve dışarıda da kendinizi eksik hissediyorsunuz çünkü daha önce bir şey yapmamışsınız ve özgüveniniz gelişmemiştir. bir iş yapmak, özgüven yükseltir!

ben yıllarca kendi kendime düşündükçe, analiz etmeye başladım kendimi. kendimdeki sorunun ilgi alanlarım hakkında çalışmamak olduğunu anladım. o yüzden ilk işim neyden hoşlanıyorsam onunla "uzun" vakit geçirmek oldu. bilimden, felsefeden kitaplar okudum. bilgiyi öğrenmek ve düşünüp sonuç çıkarmak beni "iyi" hissettirmeye başlamıştı. zevk alıyordum. daha çok okudum. zevk aldığım şeyleri yaptıkça kendi kendimi inşaa ediyormuşum gibi hisettim. kendimi yaratıyordum. ve dışarıya çıktığımda "bir şeyler hakkında bilgim var" düşüncesiyle çıkıyordum. yani, "benim" bir şeyim var diyebiliyordum. fikirlerim kendime aitti, ben yapmıştım, ben düşünmüştüm.

benim doruk noktam dinden çıkmak oldu. dinden çıkın demiyorum yanlış anlaşılmasın, bu benim yolum sadece. ama neden önemli? herkesçe dayatılmış, milyarlarca insanın inandığı, 1400 yıldır var olan bir inancı redderken gayet kendinden emin ve rahattım. neden? okudum. islam'ı kimse bilmezken ben her detayına hakimdim yıllarca. sonra bilimsel kitaplar okuyunca dinden çıkmam 1 ay gibi kısa süreyi aldı. hiç de "acaba?" demedim o günden beri. hala da demem. ama buradaki nokta iş yapmakla, çalışmakla gelen özgüven işte! ben bunu anlatmaya çalışıyorum.

o dönem öyle zevk verdi ki anlatamam, hayatımın en özverili dönemiydi üniversitedeki 2. yılımın son çeyreği. kitap okuyarak yazı geçirdim. yeniden doğmuş gibi hayatımı değiştirmeye başladım. kendi fikirlerim vardı, kendi yaptığım "şeyler" vardı. ancak yılların alışkanlığı özgüvensizliğimi aniden toplum içinde kıramadım tabii ki.

1 yıl geçiş dönemi yaşadım. kendimi zorladım, "hadi bunu da yapman lazım yoksa eskisi gibi mi olacaksın?" diye. konuşamadığım kızlara açıldım, yapamadığım esprileri yaptım, kalabalık ortamlarda sesim gür çıktı, kendimi dinletmeye başladım. kendimle savaştım ben. kendimi yendikçe zevk aldım, güçlü hissettim.

giyim tarzımı değiştirdim, saçımı sakalımı değiştirdim. küpe taktım(millet şoka girdi amk:) ), spora başladım boks yaptım aylarca(fiziksel işler de özgüven için kesinlikle lazım). baktım ki dış görüşünümün iyi olması da ayrı özgüven katıyor.

4. sınıfa geldiğimde geçiş dönemimi tamamladım. her yerde tanıdığım insan oldu, sohbetim güzelleşti, çevremde belirli bir yerim oldu, karşı cinsin ilgisini çektiğimi gördüm(bu da özgüven için lazım), gittiğim her yerde esnafla vs. sohbet eder oldum. bakın bu da önemlidir bence. mutlu eder.

istiklal'de arkadaşımı beklerken çöktüm yere oturuyorum. yanımda gezgin bir çocuk var, bir şeyler satıyor. ulan dedim, asık suratla burada oturacağıma iki kelam edeyim, insanların derdini veya mutluluğunu paylaşayım. selam verdim, güldü, konuştuk ettik. hoş geçirdik zamanı. ne güzel işte misss. orada keman çalan hanımefendiden de por una cabeza dinledim. alkışladım, güldüm, o da güldü teşekkür etti. dedim, işte bu yaşamak. o günden sonra dışarıdaki insanlarla bir şey paylaşmayı sevdim ben.

yani kendimi yarattım ben. tanrıdan bile iyi iş yapmışım amına koyayım, daha ne olsun? hala da yapacak çok işim var. şimdi yeni mezun oldum, mesleki anlamda da bir projem var. ona çalışmak da beni yükseltiyor.

yaptıkça artıyor özgüven. o yüzden boş durmamaya başladım. metal müzik severim, bateri öğrenmeye çalışıyorum. boks severim, vücudumu güçlü kılmayı severim, fiziksel kavgalara hazır olmak iyi hissettiriyor. mühendisim ama tarih, felsefe, sanat gibi konulara ilgim var, kitap okuyorum. hatta bilgi eksikliğine o kadar dayanamıyorum ki, temel hukuk ve temel ekonomi kitaplarını dahi aldım. denizcilik kitabı bile var listemde:) şarapsever oldum biraz, param olunca en iyilerini alacağım. ingilizcemi bayağı kötü durumdan 1 yılda orta seviyeye getirdim, devam ediyorum. şiir okumaya çalışıyorum, belki ben de yazarım belli mi olur? ömer hayyam gündüz vakti matematikle uğraştıktan sonra akşam vakti sevgilisiyle şarap içip şiir yazarmış. eeey gidi eyyy. hayata bak. 

ÖZGÜVEN EKSİKLİĞİ GÖRSEL ile ilgili görsel sonucu
daha yapacak, kendimi geliştirecek çok şeyim var. çok da insan tanıyacağım. ve yurtdışına temelli gitmek istiyorum. hedefim var. bakalım görelim, olmazsa başka hedef koyarım o da dert değil:) yıllar içinde kafamdaki büyüttüğüm şeyleri küçülmeyi de öğrendim. rahatım. olmazsa başka bir şey bulurum diyebiliyorum. ya da bulmam diyorum. çok da sikimde bu dünya. bazen ölmeyi de istiyorum, ama ölmeyi isteyen en mutlu insan benimdir aha bunu da buraya yazıyorum. ben yaşamın anlamsızlığını ve insan oğlunun saçma doğasını kavradığım için ölmek istiyorum. her şey değişir, hobiler, iş kariyeri, kitaplar vs... ama bu doğa değişmez. ötanazi hak olsun isterim. pc game gibi istediğimizde çıkalım. derdimiz ne amk?

neyse konu sapmasın. kendi hayatımı özetledim aslında. şimdi bunları 5 yaş küçük kardeşime örnek olarak gösteriyorum, yönlendiriyorum. anne babamın hatasını ben düzelttim, kardeşim erken yaşta aşacak kendini. aşıyor da.

umarım okuyan olmuştur çok uzun oldu:)

10 Tem 2018

SINIF BİLİNCİ MEVCUT DEĞİLSE SINIF MEVCUT OLABİLİR Mİ ?

Kültürel hegemonya Gramsci patentli bir kavram ve eşitsizliğin rıza ile nasıl yeniden üretilebildiğini açıklamak için kullanılıyor. Yani, iktidarın bireysel öznelik dolayımıyla üretimine işaret ediyor. Hegemonya kişiselleşmiş anlamların üretimi demek.
Kültürel sermaye ise (az çok özerkleşmiş) bir kültürel alanın temel değeri ve başlıca mücadele "nesnesi". Buradaki başlıca aktörler ise hocalar, yazarlar ve kimin kitabının basılacağına karar veren editörler diyelim.
Onun için, bu tür editörler ve kitap yazarı hocalar arasında çoğu kez örtük bir gerginlik vardır. Herneyse, sermaye kavramını ekonomik sermayenin dışına çıkarak tanımlayıp, kültürel sermaye kavramını armağan eden düşünürse P Bourdieu. Önemli bir adım atmış böyle yaparak.


  • Bu iki kavramı aynı cümlede kullanmak, bir cümleyi iki dilde yazmak gibi olabilir zira düşünsel bağlamları farklı.


  • Şimdi soru şu: Tr'de siyasi maşruiyet kültürel hegemonya daha doğrusu uzun lafın kısası hegemonya vasıtasıyla mı üretildi? Meşruiyetin temel üretim mekanizması hegemonya mıydo?


  • Tr'de bir işçi kendini işçi sınıfının bir üyesi olarak tanımlasaydı yani kimliği bu sınıfın üyeliğine dayansaydı ve işçiliği herhangi bir meslek gibi görmeseydi bu kavramı kullanmaya bir adım yaklaşmış olurduk.


  • Çünkü hegemonya kuramı sınıfsal eşitsizliğin meşrulaştırılma mekanizmasını izah eder. Buradaki mesele şudur: sınıf bilinci mevcut değilse sınıf mevcut olabilir mi? Sınıfın tanımına dair harika bir soru! Marks'ın bu konuda kafası karışıktı; sınıf tanımlarını değiştirmekle ünlüdür.


  • İkinci mesele şu: hegemonya yani ekonomik iktidarın siyasi iktidar ama siyasi iktidarın da bireysel öznelik dolayımıyla yeniden üretimi, Tr gibi kolektivistik bir kültürel gelenekten gelen ülkelerde işler mi; işlerse nasıl işler? Büyük Britanya'dakiyle aynı mıdır mesela bu süreç?


  • Ben Kemalist devletin yeterli kültürel hegemonyayı üretemediğini ve biraz uzunca bir geçiş sürecinden veya döneminden sonra işte bugünlerde yaşadığımız noktaya gelindiğini düşünüyorum.


  • Tr'de siyasi iktidarın kendisini esas olarak bireysel öznelik dolayımıyla üretmediğini düşünüyorum. Tr'de siyasi iktidar uyruklara bireysel özneler olarak değil topluca/topyekün yaklaşıyor. Althusser'in ünlü "çağırma" mekanizması" da işlemiyor demektir bu.


  • "Kırmızı kitap"ta ileri sürdüğüm ana tez buydu. Bu noktada siyaset ve kültür ilişkilerine odaklanmak gerekir. Tr'de siyasi meşruluğun üretiminde uyruklara topyekun yaklaşma tekniğinin kullanılmasnda kolektivistik kültürel geleneğin etkisinin önemli olduğunu düşünüyorum.


  • Eğer bu yazdıklarım doğruysa, kendi devletini kurduğunu düşünen AKP, kültürel hegemonyanın tesisinde, Kemalist devletten daha başarılı olamayacaktır. Çünkü her ikisi de siyaseten ve kültürel açıdan kolektivist.


  • Kültürel sermaye ise kültürel hegemonyadan başka ve AKP'nin kültürel sermayedarlar üretip toplam kültürel sermaye dengesini kendi lehine çevirme ihtimali artık Tr'nin bugün geldiği noktada zayıf. Hatta oldukça zayıf. Bu coğrafyadaki akıntının tersine yüzüyorlar bir süredir.


  • Yurt dışına tahsile kendi elemanlarını bile gönderseler ve onlar doktoralarını orada yapsalar, orada yıllarca kalan ve oranın üniversite yaşamına katılan birinin gittiği zihniyetle geri dönmesi neredeyse imkansızlık mertebesinde zor.


  • Yurt dışına döndüğünde kültürel sermayedar olsun diye yandaş "hoca" göndermek : bindiği dalı kesmek.

    Hakkında "bu ne perhiz bu ne lahana turşusu" denen sosyal pratikler, olması gerekene göre konuşup, kuralsız düzene göre davranmak kişiselleşmiş anlam üretimindeki, söylemin karaktere nakşolmasındaki veya dönüşmesindeki ciddi eksikliklere işaret eder. Mış gibicilik de denebilir.

  • Daha önemlisi de aslında hep ve her yerde bir ölçüde ama bu coğrafyada aşırı derecede varolan bu aralıktan rahatsız olmamak ve bunu gidermek için çalışmamaktır.

  • Mesela bu topluma devletçi denir. Ama devlete gösterilen bu teveccüh, "devletin malı deniz yemeyen domuz" tavrına ve sözüne engel olamadığı gibi, fatura ve fiş kesilmesini, kaçak bina yapılmamasını sağlayamamış ve sigortasız işçi çalıştırılmasını da zorlaştıramamıştır.

  • Yani devlete "benimki" hissiyle yaklaşılmamakta, diğer bir deyişle onunla bir aidiyet bağı kurulmamaktadır. Gerçek "benimki" yle mesela tarlayla ve onun sınırlarıyla, devlete ve kamu mallarına karşı gösterilen hassasiyet düzeyleri çok farklıdır.

  • Devlet daha çok bir sembol olarak önemlidir bir kurum olarak değil. Ortak sadakat nesneleriyle kurulan ilişki de sembolik olmaktan çok imgeseldir yani narsisistiktir. Öznelikten çok, ego düzeniyle ilişkilidir.