29 Ağu 2013

MASUM DEĞİLİZ HİÇ BİRİMİZ

"ELLER GÜNAHKAR
DİLLER GÜNAHKAR
MASUM DEĞİLİZ HİÇ BİRİMİZ" (Sezen Aksu)

Bu aralar isteme çalışmaları yaptığımdan (daha doğrusu yapmaya çalışıyorum) ALLAH ile aramdaki ilişkiyi dinleme fırsatım oluyor. Sonuç;şirke batmış olduğum.

Namaz kılarken okuduğum "ancak sana kulluk eder ve ancak senden yardım isterim"  mealli fatiha süresinin 4.ayetinin hayatıma yansımamış olduğunu görüyorum acı bir şekilde. Sadece ondan yardım istemek aslında tek başına istemek bile bünyeye yabancı. ALLAH'tan istemeye çabaladığımda araya korkular,kaygılar ve güvensizlikler giriyor. İmanımın ne kadar zayıf olduğunu görüyorum.

Biraz gözlem yapınca toplum olarak ta şirke batmış olduğumuz çok açıkça görülecektir. Öyle sinsi bir hal ki fark etmiyorsun bile.

Demin Ekşi Sözlükte okudum ;kadın mevlananın türbesi önünde diz çökmüş şöyle diyor "yardım et ey Rumi". Buna benzer bir durumu Abdülaziz Bayındır ile tasavvufçu yazar Fatih Çıtlak arasındaki tartışmada görmüştüm. Bayındır bir kadiri zikrinde sarfedilen "medet ya Geylani" zikrinin şirk olduğunu Fatih Çıtlak ise bunun o hal ile söylenen bir söz olduğunu kastedilen mananın içine girmeden anlaşılamayacağını falan söylüyordu. Bu tarikat işlerine bulaşanlar bu durumun normal olduğunu burada ALLAH'ın izniyle bu şeyh efendilerin maneviyatından yardım istendiğini söylerler. Ben anlamam o kadar derin işlerden lakin ayetin açık anlamına ters bir durum olduğu aşikar. O zaman peygamberin maneviyatını çağıralım.

Şirk konusu günümüz müslümanının içki içmekten çekindiği kadar çekinmediği oysa sonuçları itibari ile içki içmeyle kıyaslanamayacak kadar vahim bir durumdur.

Hemen aklıma gelmişken söyleyim, bu ekranlara çıkıp o cehennemliktir şu cennetliktir diyen zevatın açıkça şirke girdiğini düşünüyorum. Zira şirk ALLAH ile birlikte bir ilah edinmek olduğu gibi ALLAH'ın sıfat ve isimlerini de kullara yakıştırmaktır. ALLAH adına kimsenin bir laf söylemeye ya da hüküm vermeye hakkı yoktur,bu apaçık şirktir.

Türbelere gidip yukarıda örnek verdiğim şekilde orada yatan arkadaşlardan yardım istemek ise putperestliğin çağdaş versiyonudur.

Mesela bir kişiyi malı mülkü ya da mevki ve makamı için seviyor ve ona itibar ediyorsan gene şirk koşuyorsun. Çünkü mü'min sadece ALLAH için sever ve ALLAH için buğzeder.

Rızık veren ALLAH olduğu halde patronu sayesinde para kazandığını düşünen ya da patronuna yalakalık yapan da aynı yolun yolcusudur.

Ekşi Sözlükteki bir yazarın çok veciz şekilde yazdığı gibi bugünkü yoz ve sömürge esaslı toplum modeli tamamen şirke batmış bir modeldir. Mülk ALLAH'ındır kalkıp sen sahip olduğun servet ve güç ile zayıf karakterli bir takım insanları ezer isen zulüm yaparsan ALLAH'ın cebbar ismine ortak olur ve müşrik olursun.

Mü'minin temel meselesi ve hakeza Kur'anın TEVHİTTİR. Nikotin bandı orucu bozar mı diye dertlenen insanların asıl ben mü'min miyim diye dertlenmesi gerekir. Nasıl eğitim konusunda asıl olanın beyin eğitimi olması gerekiyorsa din eğitimi konusunda da tek mesele şirk konusu olmalıdır. Yoksa müslüman görünüşlü putperestler olup çıkarız. Bugünkü halimiz de şirke batmış olmamızın cezasıdır.

Ortada görünür putlar olmadığı için rahatız, şirk koşmuyoruz diye. Oysa ayet ne diyor " şahsi arzu ve ihtiraslarını ilah edineni gördün mü " (Furkan 43).

İçimiz putlarla dolu. Cihat dediğimiz şeyde ALLAH'a ulaşmak için bu putları teker teker ortadan kaldırmak. Evet ben içimdeki putları gördüm ve dehşet içindeyim.
 

HAKLI OLMAK YETMEZ GÜÇLÜ OLMAK TA GEREKİR !

Bu topraklarda kurulmuş ilk büyük devlet olan ve bu topraklara özellikle iç anadolu doğu ve güney doğu anadoluya kültürel ve tarihsel olarak damga vurmuş Hitit İmparatorluğudur. Osmanlı İmparatorluğunun ömrüne yakın bir süre bu topraklara hükmettiler.

Hititler çok savaşçı bir kavimdi. Fakat onların en öne çıkan vasfı barışçı politikalarıdır. Hititler diplomasiyi kurmuş olan ilk devlettir. Bugün ele geçen kalıntılardan öğrenebildiğimiz kadarı ile yüzden fazla anlaşma yapmışlardır. Hititler komşularıyla sürekli barış ve iş birliği anlaşmaları yapma yoluna gitmişler ve diplomasiyi savaş kadar maharetle uygulamışlardır. Doğal olarak bu barış dönemleri kimsenin Hitit ordusuyla savaşmak istemediği dönemlerdir. Barışı kurmak için güçlü olmak kaçınılmazdır.

Hititlerin bir diğer özelliği arşivleme konusunda çok başarılı olmalarıdır. Ayrıca Hitit Hukuk sistemi yanında ne roma hukukunun ne de başka bir hukuk sisteminin lafı bile olmaz. Ama biz sömürge olmamış sömürge kafalı olarak roma hukukunu üniversitelerimizde okutuyoruz. Bu ayrı bir bahis. Hititlerin bu arşiv sistemi o kadar mükemmeldir ki sürekli güncellenmektedir. Hitit kralları bir sorunu tartışırken arşiv kayıtlarını taratmış ve geçmiş yıllarda atalar tarafından ne yapılmış nasıl tartışılmış bugün biz geçmiş tecrübelerden nasıl yararlanırız diye danışma meclisleri toplamış ve tarih bilinci son derece yüksek bir ulus olagelmişlerdir.

O dönem içinde bugün Suriye dediğimiz bölge dönemin iki dev gücü olan Mısır Ve Hitit imparatorluklarının mücadele alanı olmuş ve bu topraklarda savaşlar yapmışlardır. Enteresandır Suriye'de kazanan o dönem için her şeyi kazanmıştır. Baybars , moğol azgınlığını Suriye'de durdurmuş ve moğollar o tarihten sonra yavaş yavaş tarih sahnesinden çekilmiştir. Yine Osmanlı-Memlük mücadelesi Suriye üzerinden verilmiş ve kazanan parsayı toplamıştır.

Bugün yine Suriye üzerinden bilek güreşi yapılıyor. Suriye'ye dibine kadar batmış devletimiz burada kazanmaya mahkumdur,ne pahasına olursa olsun. Suriye'de yenilmek her şeyi kaybetmek demektir.

28 Ağu 2013

UZAYLILAR,KÖRLER VE SAĞIRLAR VE AKIP GİDEN HAYAT

Habertürk'te Neva Çiftçi Banes'in yazılarını takip etmenizi öneririm. Bu haftaki yazısı ise önyargı ve beynin algılama potansiyeli hakkında. Kanada savunma bakanının tam üç yıldır sürekli uzaylılardan bahsettiği halde hiç gündeme gelmemesini açıklıyor bilimsel olarak.

Eihcmann isimli bir filmin son sahnesinde (adam idam edilecektir soykırım suçundan) kendisini sorgulayan yüzbaşıya bir mektup uzatır ve yalvarırım bu mektubu aileme ulaştır der. Oğlum daha altı yaşında ve babasız kalmak için çok küçük der. Bizim yüzbaşı sıyırır ; binlerce yahudiyi gözünü kırpmadan ölüme gönderdin şimdi oğlun için mi ağlıyorsun diye çemkirir. Ama onlar yahudiydi der Eichmann titrek bir sesle.

Bu aralar bir takım çekim çalışmaları yaptım ama şimdilik bir netice yok. Olunca haber veririm.

Cuma günü yediğim milyoner yemeğin etkisindeyim hala ve zengin olmak hakkında düşünüp duruyorum. Parasızlığımdan da iyice tiksinmiş durumdayım artık.

Sosyal medyada,gazete makalelerinin altına yorum yapan zevatın yorumlarını okudukça küçük dilimi yutacakmış gibi oluyorum şaşkınlıktan. Tam bir ön yargı çöplüğü,fikir kırıntısı bile yok. Sadece öfke ve küfür var. Tam bir cehalet taşması. İnsan ne umabilir ki bu zekadan.

Haşmet Babaoğlu'nun kitaplarımızı alıp kabuğumuza çekilip ilim ve irfanımızı arttıralım yapabileceğimiz en iyi şey bu yönlü yazısı şayanı dikkat olup gereği yapılasıdır. Bir insan dua etmekten başka ne yapabilir ki bu akılsızlık karşısında. Ahmaklık ve silah bir araya gelince zulüm kaçınılmaz oluyor.

Havalar çok sıcak ve ben Bozcaada'da denize gireceğime burada oturmuş yazı yazıyorum. Allah bana para versin ve sağlık. Eylül'de bir tur atmam lazım.Bakalım.

24 Ağu 2013

FAS'TA ONBEŞ KİLO VEREN ARKADAŞ

Bayramda eski dostumla bol bol  sohbet etme imkanım oldu. Kırklı yaşlarda olduğumuzdan hepimiz muhabbet hep göbek ve kilo üzerineydi Ama arkadaş sırım gibi olmuş tam onbeş kilo vermişti. Bu işin sırrını sorduk; Fas dedi.

Mayıs ayında çalıştığı firma bunu Fas'a göndermiş,iş gezisi. Birbuçuk ay kadar kalmış Fas'ta. Arkadaş anlatıyor: abi ben yemek seçen bir adam değilim öyle yemekten de pek iğrenmem,başka arap ülkelerinde de bulundum parmakla yemek yemesine ve sofrada yenmesine alışığım ama arkadaş bu başka bir şey. İnsan bütün eline ağzına sokar mı yav. Garip bir yağ kullanıyorlar yemek mümkün değil. Pislik ama öyle böyle değil bildiğin çöplük gibi her yer.

Sosyal hayatta şöyleymiş Fas'ta; akşamları bütün sokaklar içicilerle doluyor ,uyuşturucunun her çeşidi alenen satılıyor. Adam karşına geçiyor ceketini açıyor ceketin içi sağlı sollu çeşit çeşit uyuşturucu dolu,lazımmı abi bir şey der gibi. Bir yerde yangın çıktı biz telaş yaptık itfaiye falan dedik kimsenin umurunda değil yangın bir şekilde söndü itfaiye falan da ortalıkta yok.

Şirket arabası kaza geçirdi tam iki gün polis getirmeye çalıştık adam gelmiyor abi umurunda değil. Neyse ikinci gün  biri geldi zabıt tutsun diye uğraşıyoruz (bize dediler arabanın bagajına bir şeyler koyun polis onu alır işinizi halleder , biz de lokum koyduk bagaja) polis arabanın etrafında dolandı orasına baktı burasına baktı bagajı açtırdı lokumları buldu gülerek bir şeyler söyledi sonra da arabaya bindi gitti.Baka kaldık dedi öylece.

Trafik bir felaket ben bu kadar iğrenç bir trafik görmedim diyor dünyanın hiç bir yerinde.

Fas'taki toplumsal yapıdan bir kesit. Şimdi bu ülkeler adam olur mu ? Adam olup bilgi ,medeniyet ve demokrasi üretebilir mi?

İlber Hocanın tespitlerini hatırlayın. Kendilerini değiştirmek istemezlerse Arap Baharı ne yapsın bunlara.

Biz iki gömlek üstteyiz bunlardan ama alman çalışkanlığı ve disiplini ve dürüstlüğüne ve ingiliz demokrasisine daha çok yolumuz var. Hala orduyu ıslah etmek ile uğraşıyoruz. İngiltere'de en son darbe yanılmıyorsam 1641 yılında oldu. Uzun bir yolumuz var anlayacağınız.

Eğitim şart ve çalışmaya devam. Arapları da Allah'a havale edelim gitsin.

MİS KÖFTEDE BİR MİLYONERLE KÖFTE YEDİM

Dün Mis Köftede bir milyoner arkadaşla köfte yedim. Ama yemekteyken milyoner olduğunu bilmiyordum. Çarşamba günü adliyede karşılaşmış uzunca sohbet etmiştik. Sohbetin sonunda "ne zamandır gelmiyorsun cuma günü müsaitim uğrada bir köfte yiyelim " dedi. Ben de uzun zamandır Mis Köfteye gitmediğimden teklifini kabul ettim. Neyse yemeğimizi yedik ofise geri döndük. Uzun zamandır sohbet etmemiştik eski günlerden,askerlik anılarından,adliyelerden,hakimlerden ,ekonomiden,siyasetten konuştuk,geyik yaptık.

Aynı dönem mezunuyuz fakülteden. Aynı yerde (Gaziosmanpaşa'da) staj yaptık aynı dönemlerde askere gittik.1998 yılında da meslek hayatında fiilen çalışmaya başladık.

Bir ara söz Gaziosmanpaşa'da staj yaptığım avukatlara geldi. Ayrıldılar oradan dedim İkitelli'ye gittiler. Ne o benim mekana gelmişler dedi. Yavuz(staj yaptığım avukat) iyiydi ama parayı çok fazla seviyordu dedim. Gülerek; parayı sevmeyen adamın parası olur mu zaten dedi. Parayı seveceksin tabiki diyede ekledi. Sonra çayları getirerek yerine oturdu. Nerede oturuyordun sen dedi. Bakırköydeyim Zuhuratbabadayım dedim. Güzel yermiş dedi. Ne kadar orada fiyatlar diye sordu. Ben de çok pahalı abi dedim alınmaz oradan. Ne kadarki dedi. Valla yeni dairelere 750-800 istiyorlar dedim. Hımm diyerek dudaklarını büktü. Kirada mısın hala diye sordu. Evet kiradayım ama kira ödemiyorum beş aydır dedim. Ödeyemiyorum. Yav insan kirasını ödemez mi çok kızıyorum bu kiralarını ödemeyen adamlara dedi sırıtarak. Meslek icabı kaç kişiye demişizdir ödeyemiyorsan boşalt diye de espri yaptık. (tabi benim için iç burkucu bir andı güldüm ama)

Ben de evi değiştirdim dedi yaz başında artık küçük geliyordu eski ev. (Üçüncü oğlu oldu bayramda onu da öğrenmiş oldum). Benim eski ev 78 m2 ydi şimdi 190 m2 ev aldım Başakşehir 4.Etapta dedi. Eski evi sattın mı dedim. Evet sattım 600.000 TL ye bu evi aldım geniş geniş oturuyorum şimdi rahatım dedi. Aslında ben Halkalıda bir ev almıştım bir gün oğlanı aldım gittim eve bakmaya (inşaat yeni bitmiş insanlar yeni taşınmaya başlamıştı) baktım bikinili mayolu hatunlar dolanıyor ortalıkta benim oğlanın gözleri faltaşı gibi açıldı görmemiş daha önce dedi. Şubat ayıydı ama insanlar mayoyla dolaşıyorlar havuz kenarında üstünü camla örtmüşler. Hanıma durumu anlattım bize uymaz orası dedi ben de burayı satın aldım dedi. İyi para vermişsin hacı çok para değil mi ya dedim 600bin lira.(içimden de evi sattı oradan üstünü tamamladı herhalde diye geçirdim içimden , parası olduğun biliyordum ama o kadar nakiti olacağını tahmin etmiyordum. Zira adliyede paradan biraz dert yanmıştı. Üç bin lira teminat yatıracağını cebinden ekime kadar geri alıp alamayacağını sormuştu-icra işinden pek anlamaz da- )

Aslında Halkalıdaki evde oturmak istiyordum ama uymadı bize ne yapalım. 600.000 TL ye almıştım dedi. Satayım dedim satma dediler seneye 1.000.000 TL eder diyorlar ben de bekletiyorum dedi. Oha dedim ben de şaşkınlıkla ne ara kazandın dedim bu kadar parayı. Bir durdu şöyle, ne varki , ben para kazanıyorum,zamanında hele çok iyi paralar kazandım artık öyle paralar yok maalesef dedi. Birden öylece nasılsın der gibi kolayca benim borsada 4-5 milyon liram var dedi. (kısa süreli bir şok yaşadım) Milyon mu dedim . Evet dedi ben orta büyüklükte iyi bir borsa oyuncusuyum dedi. Yukarıdaki ofis var ya benim dedi , onu borsada ilk kazandığım parayla aldım. (Ofis dediği Millet caddesi üstünde 180 m2 caddeye cepheli).Ben çok iyi paralar kazandım borsadan,bire kırk,bire yirmi. Ben hala şoktayım borsadan mı kazandım bu kadar parayı dedim. Hem borsadan hem avukatlıktan. Bakma sen bu meslekten çok iyi paralar kazandım. Kiralarım var,danışmanlık yaptığım firmalar var sendikadan üç bin lira maaş alıyorum. Abi,İstanbulda dört evim bir ofisim Ankara'da da arsam var o kadar da boş değiliz dedi. (Bakırköyde evler pahalı alınmaz dediğim aklıma geldi de kime ne anlatıyormuşuz meğer diye düşündüm.) Bankada da nakitim var nakitte kalmayı seviyorum ben dedi. Yeminle ağzım açık kaldı ne diyeceğimi şaşırdım. Parası olduğunu biliyordum ama bu kadarını hiç beklemiyordum resmen dumura uğramıştım.

Danışmanlık yaptığım bir firma üç adet Mercedes almış geçen bana ,sana da alalım hem uyguna gelir dediler.Ben kabul etmedim prensip olarak Mercedese binmiyorum abi dedi.Bincek olsam zaten kralına binerim amına koyim dedi.

Şöyle bir onu süzdüm sonra kendimi ben ondan daha zengin gösteriyordum ama cebimde on lira para vardı bütün param da buydu üstelik arkadaşın yaklaşık dört-beş milyonluk taşınmazı,dört-beş milyonluk hisse senedi ve rakamını telaffuz etmediği bankada nakit parası vardı. Aynı zamanlarda başlamıştık bu işe . Eskiden olsa içten içe büzülür kendimi aciz hisseder ve önemsememezlikten gelir gibi yapar lafı değiştirirdim. O bilgisayarda bir şeyle ilgilenirken gıpta eden gözlerle onu süzdüm ben de senin gibi olmak istiyorum be abi dedim içimden ne mutlu sana.

Allah daha çok versin ama milyoner gibi yaşamıyorsun dedim. Gerek yok abi dedi biz ne olduğumuz biliyoruz,mütevazi yaşamayı seviyorum. Bunu söyleyen arkadaşın elinde 200-250 lira olacağını tahmin ettiğim bir Nokia telefon ve yakaları eğri büğrü kıvrılmış bir t-shirt vardı üstünde.Pazarcı gibi duruyordu dışardan bakarsan o kıyafetiyle.Bir yahudi atasözü geldi aklıma "damda atı olan yürümekten gocunmaz".Bindiği arabada Nissan Qashqai.

Çok saygı duydum.Dünden beri iç muhasebemi yapıyorum.

Bu köfte tam bir milyonluk köfte oldu benim için.

22 Ağu 2013

ÇOCUKSU TOPLUMLAR HİÇ BİR ŞEY ÜRETEMEZ

Malum Mısır'la yatıp Mısır'la kalkıyoruz. Bizim hükümetimiz İhvan'dan daha şiddetli tepki veriyor darbeye. Suriye'yi gaz atılınca tekrar manşete taşıdık. Hükümetin dış politikası yerden yere vuruluyor bu aralar. Değerli yalnızlık sendromundan falan bahsediliyor.

Dün akşam İlber Hoca vardı Sky'da. İstifade ettik. Çok anlamlı tespitler yaptı hoca.

Ben diyor dünyada , türk aydını kadar kendi tarihinden ve dünya tarihinden habersiz bir güruh görmedim.

Mısır için de ; bunlar çocuksu toplumlar. Üretmiyorlar. Buralarda ne adalet ne demokrasi neşvü nema eder. Bunlara devlet bile denmez. Suni olarak cetvelle çizilmiş ülkeler. Bunlardan bir şey çıkmaz. Mısır dediğin yer iki bin yıldır başkaları tarafından yönetiliyor. O yüzden arap baharı falan hikaye. Örgütlenemeyen toplumlar ve hareketler bir şey üretemez.

Marx der ya ;alt yapı üst yapıyı belirler. Alt yapında mesleksiz okumayan,şuursuz sürüler. Üst yapında çobanlar. Meriç ustanın şahane tanımıyla;çobansız rahat edemeyen kaz sürüleri.

Düşünüyorum da ne kadar acı olsa da batının tutumu reel politik açısından yerinde bir yaklaşım. Bu ülkelerden demokrasi devşirmek ham hayal. Buralarda diktatörlüklerin desteklenmesi dış politika açısından doğru tercihtir maalesef . İhvana,Hamasa ve demokrasiye oynamak kaçınılmaz olarak kaybetmek demek. Bir ülke için bir tercih olamaz kaybetmek.

Suudi Arabistan (ve şükelası) aşiret devletidir ve öyle kalacaklardır. Ha Suud gider Muud gelir.

Türkiye'nin yapacağı şey (naçizane tavsiyem olarak) ekonomisini ve ordusunu harbedebilecek en üst seviyeye çıkarmaktır. Bugünkü haliyle bir savaşın altından kalkamayız. Hem Amerika'nın hem de Rusya'nın savaşmak istemeyeceği bir güç haline gelen kadar kim iktidardaysa onu tutmamız menfaatimiz icabıdır.

Biz menfaatlerimizi önemsemiyoruz deniyorsa (ki öyle deniyor şu anda ) silahını masaya koyacaksın. Silahın yok mu ? Sopayı yedin o zaman !

21 Ağu 2013

DEMİRDEN LEBLEBİ


Dünkü yazımda bazı ünlülerin çocukluk travmalarına ve bunun onların hayatlarındaki etkilerine azıcık temas etmiştim. Bu liste çok eksik tabiki. Hepsini de yazmam mümkün değil zaten. Hem sadece kızlar için değil pek çok ünlü erkek için de aynı minvalde bir yazı yazmak mümkündür. Özelikle yazmadığım biri vardı dün; Nazan Öncel. En travmatik durum onun hikayesiydi zira. Öncel , kendi hikayesini " Demir Leblebi" isimli albümünde anlattığından kendi sözlerinden dinlemek en uygun olurdu. Öncel'in bu parçası bana tuhaf bir şekilde darbeciler tarafından diktatörlükle yönetilen ve güncel bir örnek olarak Mısır'ı çağrıştırdı. Mısır halkının bir kısmına kendi ordusu tarafından tecavüz ediliyor ve diğer kardeşleri tecavüzcünün yanında. Çok iç yakan bir durum. Kelimeler anlatamaz hakikaten. Binbir yokluklar içinde kurduğun ve beslediğin evladını gönderdiğin ordu dönüp sana kıyıyor. Yenilir yutulur şey değil. Ordusu tarafından katledilen bir ulusla,babası tarafından tecavüz edilen kız aynı acıda buluşur gibi geliyor bana.


Öncel'in bu albümü ,türk pop müziği diye bir şey varsa işte o türk pop müziğinin devrimci albümüdür. Bir örneği daha yoktur. Çok zor hazmedilecek bir albümdür zaten de o yıllarda hazımsızlık yapmış ve Öncel aforoz edilmiştir.İkiyüzlü ahlakçı türk toplumu aynaya bakmak yerine aynaya işemiştir. Öncel,kendi hayat hikayesinden kesitlerle "kral çıplak" demiştir. Bu albümde bulunan "sokarım politikana" parçası da alemin ayarını bozmuş ve Öncel'i silmek için bütün müttefikler seferber olmuştur. (anadolu evdeki kızını,damdaki eşeğini,samanlıkta da birbirini siken adamlarla doludur. sorarsan hepsi müslüman. ) Yaşasın zalimler için cehennem..

DEMİR LEBLEBİ

söylenmese de olurdu 
ama şimdi söylemek 
söylemek istiyorum 
belki kalbin kırılır 
gözyaşına boğulursun 
gözyaşını sakla 
ben ölürsem ağla 
bunu senle hiç 
hiç konuşmadık biz 
tek tanığım sen 
tek çarem sendin 
beni anlamak istemez miydin 
bu acıyı ben tam yüz sene taşıdım 
içimdeki bu acıyla hamal gibi yaşadım 
şimdi bana sarıl 
sadece sarıl 
ve lütfen artık beni dinle 
lanet olası bir gündü 
kapı açıldı ve o geldi 
yüzünde pis bir ifade vardı 
koynunda yılan beslediğin o yatakta 
kardeşime süt veriyordum o anda 
doğru odaya daldı 
ve buyurgan bir sesle 
beni yanına çağırdı 
kolumdan çekip 
kucağına aldı 
"otur" dedi kısaca 
evet bu öyle sıradan bir gün değildi 
gözyaşlarını sakla 
ben ölürsem ağla 
sonra "bu yana bakma başını çevir" derken 
elleri bacaklarımda 
geziniyordu anne 
"babacığım yapma" dedim 
bir hayvan gibi soluyordu 
iki bacağının arasında 
beni mengeneye almıştı 
sonra nasıl olduysa 
kurtulmayı başardım 
bir odaya kaçtım 
ve o anda sadece haykırıyordum 
"defol defol git burdan" 
o kapıyı yumrukluyor 
ben ağlıyorum kardeşim ağlıyordu 
her şey bir kabustu 
her şey bir kabus 
kalbim kırık öleceğim 
bilmem ne halt edeceğim 
benim kalbim yaralı 
bu cehennem azabı 
senin kızın hayatla 
işte böyle tanıştı 
"baba ne demek anne" 
bu kelime bana inan çok yabancı 
çok üzgünüm çok 
çok ne kadar az bir laf 
hiçbir şeyi anlatmaya yetmiyor 
gözyaşlarını sakla 
ben ölürsem ağla 
artık için rahat olsun 
sen bir meleksin anne 
yediğimiz her lokmayı 
kuruş kuruş ödedik 
nasıl ödenirmiş öğrendik 
demirden leblebi 
ne yenir ne yutulur 
bazı şeyler belki 
belki unutulur 
unutmak var ya 
demirden leblebi 
demirden leblebi 
demirden 
kalbim kırık öleceğim 
bilmem ne halt edeceğim 
elimden alınan hayatım 
çalınan masumiyetim 
sıkıyorsa biri kalkıp bir şey söylesin 
dokuz yaşında bir çocuk 
hayatı böyle tanıdı 
annesinin sütü 
babasının çükü 
bu çocuk senin kızındı anne.

20 Ağu 2013

BABASIZ KIZLARIN ŞARKILARI

Pek çoğumuzun ışıltılı hayatlarını ekranlardan izlediği şarkılarını kah efkarlanarak kah dans ederek dinlediğimiz kadın şarkıcılarımızın hayatlarını pek bilmeyiz hatta merak dahi etmeyiz. Ben biraz bazı sanatçıların hikayelerine temas etmek ve sizi hayat hakkında biraz düşündürmek istiyorum. Bunlar ünlü oldukları için hayatlarını bildiklerimiz. Ünsüz bizlerin yaşadıkları da tıpkısının aynısı. Aynı yoksunluklar,aynı yalnızlıklar,aynı terkedilmişlikler,aynı özlemler ve aynı ihtiyaçlar. Sadece onlar şarkılarıyla ve yazılarıyla ve dahi hayatlarıyla bu duyguları söze ve yazıya dökmüşler. Hepsi bir cesaret hikayesi. Ortak noktaları hepsinin baba özlemi. Babasızlık ölümle gelen bir şey değil yaşarken yok baba. Pırıltılı bir hayat ama başarısız evlilikler hüsranla biten aşklar. Derin bir hüzün var hepsinin gözünde. Tıpkı Defne Joy Foster'ın palyaço gülüşlü yüzünde duran iki hüzünlü göz gibi. Ekranda gördüğünüz hayatlar gerçek değil gerçek ise yalnız yatılan soğuk yataklar,iç çekilen çocukluk yılları ve yeri hiç bir şekilde dolmayan baba özlemi..

En son yazdığım kişinin sözleri ise ilaç niyetine alınabilir.. Okuyunca şaşıracaksınız sanırım..

NÜKHET DURU : Sanatçı daha çocuk yaştayken(11 yaşında )anne ve babası ayrılır. Velayeti babasına verilir ve babasının yanında kalır.Ayrılığın travmasıyla felç geçiren sanatçı yaklaşık bir yıl yatalak olarak kalır. Alkol sorunları olan babasından ayrılarak 13 yaşındayken annesinin yanına yerleşir. Geçinmek için sahneye çıkar. Babasının şikayeti üzerine ahlak polisi tarafından göz altına alınır ve bekaret kontrolü yapılır. Sanatçı bu olay üzerine intihara kalkışır fakat kurtarılır. Babası Prof.Dr.Kemal Duru. Çanakkale'de bir hastane odasında tek başına ölür. Basından hatırlarsınız haberleri. 

" Doktorlar fiziksel bir rahatsızlık bulamadılar... Benim sorunum tamamen psikolojikti ve annemle babamın boşanmaları nedeniyle büyük bir şok yaşamıştım... Bu nedenle de felç oldum. Çektiğim izdırabı anlatamam. Bir Allah, bir annem şahittir. Doktorlar 'Yürümemesi için hiçbir neden yok' diyorlardı ama yürüyemiyordum. Sonra bir gün tüm sıkıntılarımdan arındım, hayata bağlanmaya, kahkaha atmaya karar verdim "

NİLÜFER YUMLU : Annesi müzisyen babası da müzik aşığı ve piyona çalan bir tüccardır. Ailenin tek çocuğudur ve Cihangir sokaklarında mutlu bir çocukluk geçirir. Babasının cenazesinde iki erkek ve bir kız kardeşi daha olduğunu öğrenir ve hayatının şokunu yaşar. O güne kadar ne annesinin ne kendisinin bilmediği bir kadınla daha evlidir baba ve üvey kardeşleri vardır. 

" hiç bir erkeğe kendimi tümden verecek kadar güvenmiyorum "

AYŞE AJDA PEKKAN : Deniz binbaşısı bir babayla ev hanımı bir annenin kızı olarak Gölcük'te dünyaya gelir. Çocukluğu amerikan askerlerinin aileleri arasında geçer. Anne ve baba görücü usulle evlenmiştir ve evde kavga gürültü eksik olmaz. Bütün çocukluğu ve gençliği bu şiddet ortamında geçer. Baba zaman zaman anneye şiddet uyguluyor ve dayak atıyordur. Bir süre sonra kaçınılmaz ayrılık gelir. Sanatçı annenin yanında kalır.  Baba iki kez daha evlenir.

"bilinçaltımda güçlü bir kadın olmam gerektiğine inandım. tanımadığım insanlar yanında tedirgin oluyorum o yüzden dışarıdan snop görünüyorum."

SEZEN AKSU (FATMA SEZEN YILDIRIM):  Öğretmen bir anne ve babanın kızı olarak Denizli-Sarayköy'de dünyaya gelir ve çocukluğu burada geçer. Anne çok ağır bir hamilelik geçirir ve doktorlar doğum yapmaması gerektiği konusunda uyarmalarına rağmen anne minik serçeyi doğurur. Minik Sezen çok yaramaz bir çocuktur. Anne ve baba çocuğun saygılı ve düzgün bir çocuk olması için ellerinden geleni yaparlar ve sanatçıyla kesin bir mesafe koyarlar. Çocuklarına hiç dokunmazlar. Sanatçı teselliyi annanesinde bulur. Annanenin ölümü sanatçının hayatında derin izler bırakır ve o gece annanesinin cesediyle birlikte uyur. Küçük Sezen o kadar ilgiye açtır ki ilgi çekmek için bayılma numaraları yapar. İzmir döneminde de aynı durum devam eder bu sefer bayılmaların yerini intihar teşebbüsleri alır. İlgi çekmek için on yaşında makyaj yapmaya başlar.

" benim oğlumu sevdiğim gibi beni seven hiç olmadı"

YEŞİM SALKIM : Baba udi. Gayrimeşru ilişki içinde olduğunu öğrenen annesi babayı sepetler. Salkım anneyle kalır. 14 yaşındadır ve hayatın yükü omuzlarına yüklenmiştir. Güçlü bir kadın olma konusunda son derece hırslanır. Küçük yaştan itibaren çalışmak zorunda kalır. Akdeniz anemisi hastasıdır bugün. Detayları hepimizin malumu uzatmadım o yüzden.


"hayatı  o kadar güzel anlatır ki anneler ama hayat öyle değil.aslında bunları anlatsalar kızları hayat arkadaşı seçerken daha dikkatli olurlar.hayalimde tek evlilik vardı ama olmadı."

AYŞE ÖZYILMAZEL :Oya Germen ve Neco'nun (Tahir Nejat Özyılmazel) kızıdır. Anne doğuma giderken kuaföre uğrayıp pedikür yaptırıp fön çektirecek kadar arızalıdır. Anne, elalem ne der sloganıyla yaşayan biridir. Babasıyla bir gün kavga eder ve kavga sırasında babası " çık git bu evden der" ve Ayşe anında evi terkeder ve bir daha geri dönmez. Zaten önceden anne ve baba ayrılmıştır. Erkek gömleği giyer. Kaybetme korkusu var. Bu kızın hikayesi yeni ve bildik olduğu için çok detaya girmedim ama elektra kompleksinin tipik örneğidir.

"beni sevsinler çok sevsinler istedim.dünyanın merkezi olmak istedim.çocukluk travması ne derseniz deyin. bizim babamız pek evde olmazdı. 40 gün turnelere gider,dönmezdi.atlete sarılıp koklaya koklaya uyurdum.ağlar dururdum "babamı bana verin" diye."

"mesela aşık olmak istiyorum.yıllardır olmadım.ama aşık olduğum adamın da hem ayağımı yerden kesmesini hem güven vermesini istiyorum.çok mu zor ? sakın öyle deme,bence oldu bile ! henüz öyle biri yok ama ben olacağına inanıyorum ve olmuş gibi yapıyorum. hayatta başıma gelen iyi ne varsa ,hepsinde,önceden,zaten olmuşlar gibi davrandım. mesela üniversitedeyken yıllarca Sabah gazetesinden içeri girdiğimi hayal ettim. o resmi gördüm. yıllarca 30 yaşımda albümümü çıkardığımı da. hayatıma giren adamlarla da öyle oldu. düşündüğün inandığın başına geliyor ama sakın unutma ! olacakmış gibi değil olmuş gibi cümleler kuracaksın. "olacak" dersen hayalin hep gelecekte kalır. sanırım beni en çok sevildiğime inanmamam yaraladı. sevilmeye layık olmadığını düşünürsen, gider, seni sevmeyecek, canını yakacak adamları çekersin. korkularımdan , endişelerimden ve geçmişimden tam arındığım zaman gerçek aşk beni bulacak"  


19 Ağu 2013

ONLARDA OLMAYAN ŞEY LAUBALİLİK


Haftasonu bir kısa film seyrettim; kafası olmayan adam (the man without a head). Fransız yapımı ve Cannes Film Festivalinde ödül almış. Bir baş yapıt. Modern batılı insanın hali pür melalini yani bizi anlatıyor veciz bir şekilde. Anlatıyor da ne oluyor ? Orası dinleyene ve izleyene bağlı. Yitirdiğimiz şey ; sahicilik. Dayatılan şey; kopyacılık. Modernite ve moda omurgamıza kadar bizi şekillendiriyor,dibine kadar mahalle baskısı ve yapay. Bana Charlie Chaplin'nin Modern Zamanlar'ını hatırlattı.Bu sinema dahisini de anmış olalım bu vesileyle.


Bir de "shoes" adlı kısa filmi izlemenizi salık veririm. Bir şey isterken dikkat etmemiz gerektiğini ve değerli olan ile değersiz olanın farkında olmadığımızı şok edici bir şekilde anlatıyor.

Prof.dr.Selahattin Arık anlatıyor; 1963-1965 yılları arasında İsviçre ve Almanya'daki üniversitelerde bir müddet görev alır. 1965 yılında İTÜ'deki kürsüsüne geri döner ve altmışlı yaşlarında  olan ve ikinci dünya savaşı öncesi aynı ülkelerde çalışan hocası ile oralardaki hayatından konuşurlar bir araya geldikleri bir gün. Hocası sorar; oralarda hayat nasıl bakalım ? Valla hocam insanca yaşamak için İsviçre'de yaşamayı tercih ederim. Derler ya,kapın açık güvenle uyuyabilirsin der Arık. Hatta birbirinin aynısı bahçe içindeki evlerden ikincisinde kaldığını bir gün yorgun eve döndüğünde kapıyı açıp eve girdiğini ve üst kata yatak odasına çıktığında burasının kendi evi olmadığını farkettiğini ve panik içinde kimseye çaktırmadan yandaki kendi evine döndüğünü anlatır. Ama hocam insan oralarda olmayıp buralarda olan bazı şeyleri özlüyor der Arık. Deneyimli hocası sözünü şöyle bağlar: oralarda olmayıp buralarda olan şey LAUBALİLİKTİR. Senin özlediğin şeyde budur. Bu teşhis çok doğruydu der Arık.

Arık bu anısını bir gazetede okuduğu İsveç'te hayat sıkıcı makalesine İsveç'te 20 yıldır yaşayan bir türkün yazdığı itirazi mektubu okuyunca hatırladığını ve paylaşmak istediğini yazar. Evet oralar bizim için sıkıcıdır çünkü oralarda her şey olması gerektiği gibidir. Bu tür bir yaşam tarzı bizim hiç alışık olmadığımız bir tarzdır. Biz de her şey olmaması gerektiği gibidir. Biz işimize geldiği gibi yaşamayı istiyoruz. Aramızdaki temel ayırım da bu. O yüzden bizim avrupalı olmamız bir hayalden ibarettir.

Geçen gece 24. kanalda mısır olayları konuşuluyordu. Batılı ülkelerin niye darbeye destek verdiği (örtülü olarak) niye ihvanın bu kadar sevilmediğini konuşuyorlardı. Mısır halkının sanılan aksine ezici çoğunluğunun darbeyi desteklediği ve ihvanın ezilmesinin çoğunluğun hiç umurunda olmadığını açıkladı bir katılımcı. Programı sunan arkadaşlar bir geçici şok yaşadılar. Katılımcılardan biri de ilginç bir tespit yaptı; bunlar tipten kaybediyorlar dedi. Eğer Mursi yakışıklı ve beyaz bir Mısır'lı olsaydı batılı gazetelerde çoktan kahraman olmuştu dedi. Bu Holywood'un klasik yaklaşımıdır ve zihnimize kazınmıştır dedi. Hatta Çağrı filminde bile bu klişeden kurtulunamadığını müşrikleri oynayan tiplerin hep çirkinlerden seçildiğini ve kötü olanın çirkin olan olduğunun bilinçaltımızda bir yasa gibi işlediğini anlattı. Oysa mekkeli müşrikler karizmatik,yakışıklı ve daha medeni insanlardı dedi. Onların sadece eylemleri çirkindi. Şimdi insanlar sakallı kara kara adamlar görüyorlar tv.de. Kaide teröristi gibi lanse ediliyorlar (Mısır darbecileri ve Suud dallaması terörist dedi ihvana ve terörle mücadelesinde Mısır'ır yanındayız dedi). Bu tespit biraz yavan gibi gelebilir ilk başta ama biraz düşününce sizde bazı olayları hatırlayıp hak vereceksiniz.

Mesela iki bank olsa birinde çok şık giyimli bir adam otursa diğerinde de sakalları göbeğine kadar uzun entarili ve sarıklı bir adam otursa gidip hangi banka oturursunuz? Kapiş.

5 Ağu 2013

EV (SİZİN BEYNİNİZİ SİKEYİM)

Haftasonu "Ev" adlı bir film seyrettim. Hatırlarsınız bir zamanlar BBG evleri televizyonları istila etmişti. Filmde bu konu işleniyor ama şok edici bir şekilde.

MİT de master yapmış bir arkadaş bu BBG evini silahla basar bir gece. EVin her tarafına bombalar yerleştirir müdahaleye karşı ayrıca bir stadyuma da bombalar yerleştirmiştir ve stadyumda maç vardır. Eylemin amacını şöyle açıklar; seyredilecek bir şeyler yapın. Eylemci arkadaş canlı yayında bir oylama yaptırır eğer on dakika içinde iki bin kişi onay verirse o akşamın biricisi seçilen kişi evden seçtiği bir kişiyi canlı yayında öldürecektir. Ve oylama gerçekleşir iki binden fazla kimse yarışmanın devam etmesini ister. Evdekilerin can hıraş çığlıkları ağlamaları sızlamaları kar etmez. Evde manken güzeli bir hatun ve yakışıklı bekar bir oğlan vardır ve baskından önce akşamın biricisi seçilmiştir. Eylemcimiz şöyle bir seçenek sunar evdekilere; bu ikisi canlı yayında seviştiği takdirde evde kimse ölmeyecektir. Film böyle devam eder merak eden bulsun seyretsin hatta seyretsin belki ibret alan olur.

Filmde şöyle bir sahne var; eylemci arkadaş evdeki üç erkeği evin dışına çıkarır ve sorar, burası ne ? Bahçe derler ıkına sıkıla birazda korkuyla karışık. Eylemci ; zeminde yeşil halı var diye mi bahçe oluyor yukarıda tavan var lan görmüyor musunuz. Levent Ünsal'ın canlandırdığı karaktere dönerek; benim çocuğum var ölmek istemiyorum falan diyordunuz içeride burada ne işiniz var lan sizin beyninizi sikeyim der.

ASİMİLE OLDUK AMA TÜRKE BENZEMEDİK

Ben adigeyim. Annem babam da adige. Onların ataları,atalarının ataları da..

Benden küçük kardeşim dünyaya gelince papuç dama atılıyor doğal olarak. Kıskançlık tavan yapmış. Ben hatırlamıyorum ama annem anlatırdı arada lafı geçince teşebbüs ettiğim suikast girişimlerini. O günkü tarımsal toplumun dayattığı (bunu ayrıca yazacağım) şartlar gereği durum kontrolden çıkabilir endişesiyle halin icabı olarak doğru fakat şahsım gereği son derece travmatik sonuçları olacak olan geçici sürgün kararı verilir ve annemin köyüne(hacıköy) teyzemin yanına gönderilirim 1973 yazında. Bir ay kadar kalmışım ama bana çooook uzun gelmişti. Üç yaşındaydım ve normal bir çocuk o yaşını hiç hatırlamaz ama ben orada geçirdiğim günleri 43 yaşımda hala hatırlıyorum ve o dönemin ve daha gerideki bazı travmaların etkisinden kurtulmak için didiniyorum.

Tek kelime türkçe bilmiyordum ama tek kelime. Hacıköyde adige köyüydü ama köyün yarısı türktü. Sokağa çıkmaktan korktuğumu hatırlıyorum ama sokakta başıma gelenleri hatırlamıyorum onu da teyzem anlatırdı. Tek kelime türkçe bilmediğimden (köyde adigebze bilen yokmuydu benim mahallemde mi yoktu bilemeyecem şimdi) sokağa oynamak için çıktığımda doğal olarak adige lisanıyla iletişim kurmaya çalıştım ,doğal olarak onlarda türkçe bildiğinden beni anlamadılar ve iletişime geçemedik birbirimizle. Çocuklar çok acımasız olurlar bilirsiniz ne konuştuğu anlaşılamayan ben uyuz sokak köpeği muamelesi görüp pis çocuk ne biçim konuşuyor bu denilerek taşlarla kovalanmışım. Teyzemin evinin yanında bakkal vardı bisküvi arası lokum yemeyi çok sevdiğimden bakkaldan lokum ve bisküvi alıp kıstırma yapardık. Bakkala gittiğim bir anı hatırlıyorum mesela; teyzemin dış avlu kapısını önüne geldiğimde korkudan kalbimin güm güm attığını kapıyı açıp açmamakta tereddüt ettiğimi ,dehşete kapılmış bir halde elim titreyerek tahta kapıyı aralayıp sessizce üç metre yandaki bakkala gittiğimi ,o ara sanki bitmeyecekmiş gibi hızlı ve titrek adımlarla bakkala girdiğimi (bakkal adigeydi allahtan) boğazım düğümlenmiş şekilde bisküvi ve lokum isteyip başıma bir iş gelmeden aceleyle tekrar eve döndüğümü hatırlarım. Dış avlunun tahta kapısını kapattığımda güvende olmanın huzuruyla derin bir nefes çekerdim. Bir daha annemi görebileceğimi ve köyüme dönebileceğimi sanmıyordum. Zaten o yaşta bu tür akıl yürütme kapasitem olmadığından benim için her şey ya vardı ya yoktu. Annem yoktu,köyüm yoktu,babaannem yoktu,kardeşim de yoktu doğal olarak. Ve ben dilini bilmediğim bir yerde yapayalnız bir avluya sıkışmıştım. Komşularımız akrabalarımızdı ama onların avlusuna da giremiyordum çünkü hindileri vardı ve hindilerden çok korkmuştum. O dönemde neredeyse dışarıdaki her şey beni korkutuyordu. O avlunun dışında olan her şey. Gökte uçan uçak bile. Uçağın sesini duyduğumda koşa koşa eve girerdim. Burada bir parantez açayım o dönemde hatırladığım bazı olayları teyzem doğrulamadı bu şundan olabilir ,beyin sahte anılar oluşturabilir travma durumlarında.Bilimsel olarak kanıtlanmış bir durum bu. Ben kendime sahte bir dünya kurmuş olabilirim de. Ama duyguları çok net hatırlıyorum.

Tahtadan bir araba yapmıştım bütün gün avluda onunla oynardım. O tahta arabanın gerçeğe dönüştüğünü ve o arabaya binip köyüme anneme döndüğümü kurgulardım. İçim paramparçaydı bütün duygularımı kilitlemiştim. Ağlamıyordum ama çok kederliydim.(yetimin başını okşamak neden bu kadar önemli anlıyorsunuz değil mi). Çok kızgındım muhtemelen ama kızgınlığım içimde düğüm düğümdü. Sesim çıkmıyordu. (bugün hala bağıramam ve stres anında kilitlenirim). (Bugün sadece Irak'ta  beş milyon yetim var  ve hepsinin vebali bu ümmetin boynunda.) Bazı geceler düşündüğümde ya da çalışma yaptığımda hala o avluda sıkışıp kaldığımı hissederim. Bu da benim imtihanım sonunda anneme de köyüme de döndüm şükürler olsun tümden de gitmiş olabilirlerdi. Köye döndüğümde herhalde süt dökmüş kediye dönmüşümdür.

Teyzemin demir parmaklıklı pencerelerinin içine oturur elime aldığım tencere kapağı ile bütün gün şöförcülük oynardım avluda olmadığım zamanlar. (bugün hala araba kullanamıyor olmama tuhaf geliyor şimdi düşündümde tır şöförü olup yollara vurmam gerekirmiş aslında)

İlkokulda adige lisanıyla konuşmak yasaktı,anadilini konuşan dayak yerdi ve dilimizin ne kadar pis türkçenin ise medeni bir dil olduğu o yüzden türkçe konuşmamız gerektiği öğütlenir ve öğütlenmkele de kalmaz dayatılırdı.

Bugün benim en küçük kardeşim anadilini zar zor konuşuyor çocuklarım ise asla konuşamayacaklar. Dışarı çıkmaktan korktuğum o sokaklar bizi yuttu. Ama nihayetinde dönüştüğümüz şey türkçe konuşan amerikalılar. Bu ülkenin ezik dinsiz ve ruhsuz eliti de anglo-amerikan kültürü içinde asimile olduğu için ironik bir şekilde hepimiz asimile olduk. Tabelalarımız bile ingilizce oturduğumuz site isimleri de hakeza. Gittiğimiz lokantalar giydiğimiz markalar da. Devekuşuna döndük ama ne deveyiz ne kuşuz.

Hacıköy teyzemin evi o avlu incir ağacı bahçedeki hanımeli ve güller,hindiler ve bakkal hiçbiri kalmadı. Ama benim içimdeler hala


1 Ağu 2013

SâLÂ OKUNDU ,BEN DUYMADIM

ılık yağmur yağsın üzerime.
ılık yağsın,
üşümek istemiyorum.
yüzümü toprağa gömeyim,
çamur bulaşsın.
çimlensin ellerim,ayaklarım.
sessizlik şarkılar fısıldasın,
dilsizim,
sağır değil. (MİRCAN KAYA)


Biraz önce çok samimi bir dostun ölüm haberini diğer bir dostum verdi. Haberi veren Bülo ölen Menduh. Üçümüz ,üç silahşörler gibiydik bir zamanlar. Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmez ortamlarda birlikte takılırdık. Sırdaş,arkadaş ve birbirini seven gönüldaşlardık. Gün geldi ve hepimiz evlendik ve savrulduk şehrin ve dünyanın saçaklarına. Muhammet gibi aniden çekip gitmiş o da. Babamdan günler sonra Mayıs henüz taze çimenlerini alıp gitmemişken.

Kelimeler ne söyleyebilir. Siktir yaaa..

Mircan Kaya-Sala albümü açık dışarda yağmur var..

Ağlamaktan başka ne yapabilir insan. Yaşanmamışlıklara ağlamaktan başka.