22 Eyl 2016

AFFAN DEDE PARA SAYDI SATTIM COCUKLUGUMU

cocukluk ile ilgili görsel sonucu


affan dede'ye para saydım,
sattı bana çocukluğumu.
artık ne yaşım var ne adım;
bilmiyorum kim olduğumu.

hiçbir şey sorulmasın benden;
haberim yok olan bitenden.
bu bahar havası, bu bahçe;
uçurtmam bulutlardan yüce.

havuzda su şırıl şırıldır.
zıpzıplarım pırıl pırıldır.
ne güzel dönüyor çemberim;
hiç bitmese horoz şekerim! (Cahit Sitki Taranci)



Gecen gün 6 yasindaki oglum bana durduk yerde " baba, cocuk olmak mi yoksa büyük olmak mi daha güzel " diye sordu. Ben de niye bilmem " cocuk olmak daha güzel " dedim hic düsünmeden ( belki de cok düsünmüsümdür yillardir farkinda olmadan ) . 

" Hayir bence büyük olmak daha güzel " dedi oglum verdigim cevaba burun kivirarak.

Oglumun büyük olmakla ilgili hic bir deneyimi olmamasina ragmen büyük olmayi daha güzel görüyordu. Benim ise hem kücük hem büyük olmayi deneyimlemis olmakligimla kendi cevabimdan tatmin olmam gerekirdi ama olmadim.

Bence cocukluk hayatimizin bir bölümü bir dönemi degil tipki anne karnindaki hayatimiz gibi apayri bir yasam formu. Cocuklari kücük insanlar olarak görmek büyük hata.

Thomas Bernhard, cocuklugu icine tikildigimiz cehennemi bir delik olarak tasvir eder ve oradan ancak ebeveynlerimiz öldügünde cikabiliriz. Benim de bu görüse yakin oldugum söylenebilir.

Cocukluguma dönüp baktigimda icimde bir hüzünlü özlem büyüyor benim de lakin oturup üzerinde kafa yordugumda cehennemi manzaralar beliriyor. Travmadan travma begen. Dayak, asagilanma, korku, küfür, envai yara bere, gücsüzlük caresizlik, sürekli büyüklere muhtac olma hali, oyun disinda hic bir özgürlügün olmamasi vs..

Cocuklugumun ilk alti senesi berbattir benim trajiktir hatta...Iyiki büyümüsüm diyorum geriye dönüp bakinca...

" cocuklugun kendini saf bir bicimde akisa birakmasi ne güzeldi, yiten bu iste " Nilgün Marmara

Sanirim biz yetiskinlerin cocuk olmaya bu kadar özlem duymamizin nedeni kendimizi artik akisa birakamiyor olmamiz. Katilasmanin bizi fazlasiyla yoruyor olmasi.




6 Eyl 2016

BIZIM SADECE HATIRLAMAYA DEGIL UNUTMAYA IHTIYACIMIZ VAR

‘Mimarlık ve Felsefe’, ‘Sanat ve Felsefe’, ‘Sinema ve Felsefe’ Cündioğlu’nun bir arada sunduğu üç yeni kitabı.  Radikal’den Berrin Karakaş’a konuşan Dücane Cündioğlu “Cumhuriyetin tezini gördük, bitti. Şu anda antitezi yaşıyoruz ve sentezi umuyoruz. Güvene ihtiyaç var. Kastım ekonomi-politik temelli değil, aksine psikoloji temelli bir güven duygusu. Çünkü istinattan çok itimat etmeye ihtiyacımız var” diyerek başlıyor söze. Cündioğlu’na göre ülkenin vicdan sahibi insanlarının, namuslu kalemlerinin kalpleri, bu sentez için çarpmalı.
DİNDARLIK DAHA TEŞHİRCİ BİR NİTELİK KAZANACAK
Şu anda Türkiye ‘de yaşanan dindarlığı nasıl tanımlıyorsunuz?
Cumhuriyetin asimülatif yorumlarıyla oluşmuş, 80 yıldır görünme ihtimalinin tamamen biçilip yok edildiği simülatif bir dindarlık olarak. Bu form şu anda her taraftan fışkırıyor. Patlamalar biraz daha sürecek, bu kaçınılmaz. Eskiden fakir halk büyük kubbelere para bulamadığından, minareler de nispeten daha ucuza mal olduğu için küçük kubbeli ve fakat uzun minareli camiler yapıyordu. İşte şimdi bu eziklik duygusu çok büyük siyasi ve ekonomik bir güçle birleşmiş durumda. Öyle ki Demirören’in yaptığı alışveriş merkezi sebebiyle Ağa Camii’nin temelleri kayıyor ama nedense Demirören yapılan restorasyonu, “Biz yaptırıyoruz ve İstanbul ‘a armağan ediyoruz” diye sunuyor. Mabetle çıkarlar arasındaki ilişki sadece politik değil ekonomik de. Bir tür epidemi bu. Yangından mal kaçırırcasına restorasyonlar yapılıyor. Bu dindarlık ister istemez daha büyük bir simülasyon halinde tezahür edecek, hatta daha teşhirci bir nitelik kazanacak.
CUMHURİYET GEÇMİŞİ OLMAYAN ŞİMDİ DİNDARLIK İSE ŞİMDİSİ OLMAYAN GEÇMİŞ
‘Mimarlık ve Felsefe’ kitabınızda “Cumhuriyetin kazanımlarına sahip çıkılmalı” diyorsunuz. Nedir bu kazanımlar?
Cumhuriyetin seküler hamleleri, ne yapıp edip modern uygarlığa eklemlenme arzusu, inkâra hiç gerek yok, bugün Türkiye’de iyi giden bazı şeylerin de doğrudan sebebi. Bugün dış dünyayla temas ederken çok fazla zorluk çekmiyorsak bu cumhuriyetin kimi kazanımları sayesinde. Cumhuriyet bu toprakların uygarlaşması konusunda Paris Belediye Başkanı Haussman gibi davrandı. Ezdi ve yaptı. Canımız acısa da, galiba fena da olmadı, dediğimiz işler bunların bir kısmı. Ne yapalım, Türkiye bu sert hamleler üzerinden ancak varlık kazanabiliyor. Türkiye şimdiye kadar tek kanatla uçtu. Diyorum ki, bir kanat diğerini kırmamalı. İki kanatla, geçmiş ve şimdiyle uçabiliriz. Cumhuriyet geçmişi olmayan bir şimdiydi. Dindarlık da şimdisi olmayan bir geçmiş. Geleceğimizin olması için bu geçmişle şimdinin birleşmesi icap ediyor.
BİZİM SADECE HATIRLAMAYA DEĞİL UNUTMAYA İHTİYACIMIZ VAR
‘Sanat ve Felsefe’de bahsettiğiniz Kaplumbağa Terbiyecisi’nin ressamı Osman Hamdi’ye gelirsek; “Kaplumbağa Terbiyecisi’nin çevresinde dolanan zavallı Türk resmi” derken ressamın çağdaşlaşma hevesine dair de konuşuyorsunuz sanırım.
Bu çabaları küçümsediğimden değil. Problem geçmişi olmayan bir şimdinin sırf kendisinden hareketle geleceği hak ettiğini düşünmesi. Ki ABD bile bunu yapmadı. Kendisine hayali bir geçmiş üretti. Büyük devletler, büyük uluslar sadece hatırladıklarıyla değil, unuttuklarıyla da büyük olmayı başarırlar. O yüzden bizim sadece hatırlamaya değil, unutmaya da ihtiyacımız var. Sırf el sıkışabilmek için. Barış içinde yaşayabilmek için. Cumhuriyetin bir tarafı unutarak var olmaya çalıştı. Şimdi ikinci tarafı hatırlayarak var olmak istiyor. İkisi birleştiğinde, hem hatırlamanın hem de unutmanın hakkını verebildiğimizde Türkiye’yi daha iyi günler bekliyor.
TÜRKİYE’NİN ECDADI YOKTU
İkinci tarafın hatırlayışı nasıl bir hatırlayış yalnız? Son olarak Muhteşem Yüzyıl dizisi kaynaklı ‘ecdadımız’ tartışması mesela.
Bu, bilinçdışının marifeti. Bilinçli olanla çatışma kaçınılmaz. Kendini bu şekilde ifade eden bilinçdışı. Şu anda atları, palaları, kılıçlarından kelleler damlayan akıncıları, ecdadı hatırlıyor sadece. Ecdatsızdı çünkü. Türkiye’nin ecdadı yoktu. Hititleri, Etileri, Uygurları hatırladı ama Selçuklu ve Osmanlı yoktu. Gün gelecek Bizans’ı da, Roma’yı da, Likyalıları da hatırlayacak. O zaman Türkiye’nin toprağından petrol değil, tarih fışkıracak. Türkiye bilincini iyi yönlendirmeyi başarabilirse kendi toprağında sayısız antik kentin uyuduğunu görebilir, ki inanın bu çok büyük bir zenginlik. 8000 yıllık ayak izlerini öpmeyi becerebildiğimizde başka bir tınlayış duyacağız, daha derinden bir kavrayışın farkına varacağız. Osmanlı bu toprakların yakın bilincidir. Cumhuriyetin unuttuğu Osmanlı’yla Selçuklu’yu şu anda sadece bir yönüyle, işimize gelen yönüyle hatırlıyoruz, istemediklerimizi ise unutuyoruz.
TÜRKİYE’DE YAY ÇOK GERİLDİ
“Bilinçdışının bilinçle çatışması kaçınılmaz” diyorsunuz. Şu anda imam hatipler sebebiyle eğitimde de bir çatışma mevcut.
Toplulukların toplum haline gelmesi kolay değil. Toplulukları toplum haline getiren sadece vicdan değil, aynı zamanda akıl çünkü. Akılla vicdanın el ele yürümesi icap ediyor. Türkiye’nin çağdaş kazanımları tek taraflı bir yürüyüşe izin vermez. Medreseyle değil, mekteple tekkenin çatışması var şu anda. Medrese kendiliğinden lağvedildi ama yerini mektep aldı. Mektep ister istemez yakın geçmişini hatırlayarak kendini inşa etti ve aşırılıklara kaçtı. Yayı ne kadar gererseniz ok o kadar ileri gider. Türkiye’de yay çok gerildi ve ok çaresiz çok ileri gidecek. Bu ifrat. Az gerer atarsan da dibine düşer ki bu da tefrit. İkisinin ortası vasattır, dengedir, uyum ve harmonidir. Bu topraklar, eninde sonunda ihtiyaç duyduğu o güçlü uyumu yakalayacak.
ANTİKAPİTALİST MÜSLÜMANLAR SOLCULUK MÜSAMERESİ YAPIYOR
‘Mimarlık ve Felsefe’ kitabında “Kapitalizm bu sefer sarığıyla, cüppesiyle, seccadesiyle seni betona gömüyor ama farkında değilsin” diyorsunuz. Peki ‘Antikapitalist Müslümanlar’a ne diyorsunuz?
Müsamere tadında bir solculuk oyunu. Bir tür karikatür. Düşünsel derinlikten uzak. Taş atan çocuk naifliğinde. Kapitalizmin ihtiyaç duyduğu o ciddi eleştiriyi zayıflatmaktan başka bir değerleri de yok ne yazık ki. Ekonomi-politik nedir bilmiyorlar. Ve medyamız bu iyiniyetli çocukları tebessümle bağrına basıp şefkatle başını okşuyor. Çünkü bu su birikintisinin altı toprak değil, düpedüz asfalt.
MEVLANA’NIN SESİ ENDERUN’UN SESİ, ŞEMS’İN İSE..
Kitaplarınızda da altını sıkı sıkı çizdiğiniz gibi, Dücane Cündioğlu Şems’in tarafında. Oysa bu ülkede Mevlana’dır genelde aslolan…
Mevlana’yı meczup haline getiren Şems idi. Ben Şems’i meczup hale getirenin peşindeyim. “Ah kendim gibi birini bulaydım da onu da çıldırtaydım” der Şems. Mevlana çıldırmıştır ama çıldırtmaz. Şems çıldırmıştır ve çıldırtır. Hz. Pir-i Mevlana şefkatlidir. Siyah ölümü tatmıştır. Halkın meşakkatlerine tahammül etmeyi bilmiştir. Şems’te ise o tahammülden eser yoktur. Biz bu nedenle Şems’i de çıldırtana âşığız. Mevlana’nın sesi Enderun sesi. Ahmet Özhan’ın sesi gibi. Bizim aradığımız ses tekkenin sesi. Hafız Sami’nin sesi gibi.
DİNDARLARIN DA GÜNAHA İHTİYACI VAR
Özellikle ‘Sanat ve Felsefe’de Hallac-ı Mansur misali uçurum kenarında yürüyen bir yazar görüyoruz. Ve bir davet günaha…
Dindarların da günaha ihtiyacı var. Kendilerini tanımaya. Günah işlemeye değil, işledikleri günahları idrak etmeye. İnsan kendi sınırlarının dışına çıkma eğilimi taşır, sırf özgürlük duygusunu tatmak için. Müminler günah, seküler bireyler suç dolayımında bu duyguyu tecrübe ederler. O nedenle kendi sınırlarını yoklamadıkça evrenini idrak edemez insan. Düşünürler ve sanatçılar sınırları çiğneme, kenarlardan taşma eğilimlerini nadiren bastırırlar. “Yola çıkmak yoldan çıkmaktır” der dururum bu yüzden.
ÖNCE YOLDAŞ SONRA YOL SONRA YOLCULUK
Görmek üzerine düşünürken Hz. Muhammed’in resminin yapılamamasına da değiniyorsunuz. Müslümanlıkta görsellik deneyimi arttıkça bu yasak da yıkılır mı dersiniz?
İslam dünyasının yerleşiklik nitelikleri güçlendikçe belki bu kaçınılmaz hale gelecek. Fakat şimdi çok erken. Şafak sökmeden yola düşülmez. Bir de yoldaş yoksa. Önce yoldaş, sonra yol, sonra yolculuk. Ama fecr ışıldarken.

HAYAT HEP BERBATTI ZATEN

Ne olup bittiğinin farkında olanlar için daha da berbattı.
Farkında olmayanlara gelince, hayatın berbat olup olmadığının ne önemi var onlar için?
Farkında olmak, ızdırab çekmek demek, hayata alışmamak, bir türlü rahat olamamak demek.
Farkında olmak, varolmak demek, varoluşu idrak etmek demek.
Farkında olmak, dahil olmak, oyuna katılmak demek değil, bilakis farkında olmak, oyunun farkında olmak, katılmaya değmeyecek bir oyunun oynandığını görmek demek.
........................
Farkedenler için, evet, asıl farketmeye değen şeyleri farkedecek zekâlar için ziyadesiyle berbattı hayat.
Büyük işler berbatlığın büyüklüğü oranında zuhur eder. Hayatın saldırıları arttığında —sanıldığının aksine— kendi olabilen, kendi kalabilen şirzime-i kalile’nin gücü de artar.
.................................
Zaten kısa olan bu hayatın berbat geçip geçmemesi önemli değil, asıl önemli olan bu geçicilik içinde bizim kalıcı olarak ne yaptığımız.
Kendimiz için ne yapıyoruz meselâ?
Ruhlarımızı korumak için, Rahman’ın defterinde adımızı görebilmek için, hüsrana uğramamak için ne yapıyoruz?
Biliyorum, insanın kendi olması, kendi kalması zor, çok zor. Fakat kendimiz olmak, kendimiz kalmak için zamanı ayarlayamayız. Çünkü bütün zamanlar, zor zamanlardır! Zorluk zamanın arazı değil, bilakis kendisi, kendisinden bir parça, mahiyetinin bir parçası.

Zaman da hep zor.
Farkedenler, farkedebilenler hep berbat bir hayat içerisinde, hep bir zor zaman diliminde farkettiler, farkedebildiler ve fakat asla bu dünyada berbat olmayan bir hayatın, zor olmayan bir zamanın gelmesini beklemediler.
Hayat berbat, zaman zor olmasaydı —bir düşünelim bakalım— elimizde dikmeye değecek bir fidan olur muydu, olsaydı onları dikmeye gerek kalır mıydı?
Sakın yanlış anlaşılmasın, bardağın dolu tarafını görmeye çalışın, hayattan kam almaya bakın, filan demiyorum, zira bu bardak hep boş idi, kam alınmaya değer bir hayat da hiçbir zaman yok idi. Binaenaleyh bu boşluğu, bu yokluğu idrak edip siz asıl yokluk içerisinde varolmanın keyfine bakın!
Sûfîler, küfr-i hakikî olmadan iman-ı hakikî olmaz, derler, ben de derim ki:
Varlık içinde yokluk çekeceğinize, bir kere de yokluk içinde var olmayı deneyin!
Öyle ya, varlık varlık’a nisbetle değil, yokluk’a nisbetle varlık niteliğini kazanıyor değil midir?
Sevgili dostum, unutma ki zübde-i âlemsin sen, o halde, hoşça bak zâtına!

Dücane Cündioğlu

2 Eyl 2016

FANNY VE ALEXANDER -HER SEY MÜMKÜN VE OLASI



Fanny ve Alexander filminin en carpici sahnesi olan Ismail ile Alexanderin Ismailin kilit altinda kaldigi odasinda gecen sahne sinema tarihinin en carpici sahneleri arasinda ilk uce girer. Sadece bu sahne bile bir kitap konusu hatta bir hayat. Tabi bu sahnenin öncesindeki Aaron ve Alexander arasindaki sahnelerle birlikte izlenip degerlendirilmeli. Kayip otobandaki Mystery man in diskoya gelip " beni ara su anda senin evindeyim" dedigi sahneden sonra ki en carpici sinema sahnesi bence. Yani ne desem kifayetsiz.

Aaron: Duyuyor musun kardesim Ismail uyanmis sarki söylüyor ?
            Zavalli Ismail ! Insanoglu onun tahammul sinirlarini asiyor.Bazan cok öfkeli olur o vakitler tehlikelidir.

Alexander: Bütün gece ayakta oldugunu söyledin ama ben seni uyurken gördüm.

Aaron: Izahi olmayan bir sürü tuhaf sey vardir.Az biraz sihirle ilgilenirsen bunun farkina varirsin.

                 ..........................

Aaron: Isak Amcam etrafimizin kat kat farkli gercekliklerle cevrili oldugunu söylüyor.Sürü sürü hayaletler,cinler,periler,ruhlar,hortlaklar,melekler ve seytanlar varmis.Kücücük bir cakil tasinin bile kendi cani vardir diyor. Her sey Tanridir veya Tanrinin bir düsüncesidir.Sadece iyi seyler degil en zalimce seyler bile. Sen ne dusunuyorsun ?

Alexander: Eger Tanri varsa O boktan biri.O`nun kicini tekmelemek isterdim.

Aaron: Cok ilginc bir teori.Saglam gerekcelerin olmali.

            Ismailin kahvaltisisni verelim mi ?

            Ismail kahvaltini getirdim.

            Günaydin Ismail. BU Alexander Ekhdal bir arkadas.






Ismail: Bizi yalniz birak Aaron. Merak etme onu yemem istahimi kabartsa bile.Yarim saat sonra geri geleblirsin. Git simdi Aaron.

Aaron : Isak amca ..

Ismail: Isak amca yasli kecinin teki. Alexanderìn ziyaretini bilmesinin luzumu yok. Git simdi.

Ismail: Adim Ismail ama bunu zaten biliyorsun. " Ve o vahsi bir adam olacak her adamin üzerinde onun eli ve her adamin da eli onun üzerinde olacak "
           Tehlikeli olarak görülüyorum o yüzden kilit altinda tutuluyorum.

Alexander: Hangi bakimdan tehlikeli ?

Ismail: Suraya adini yaz.Kalemin mürekkebi oldukca kuru ama gene de isini görür.

            Iste Alexander Ekhdal simdi yazdigini oku.

Alexander: "Ismail Retzinsky" diye yaziyor.

Ismail: Belki boyutsuz manada ayni kisiyizdir.Belki de birbirimizin icinden akip gidiyoruzdur.Boyutsuzca ve ihtisamla birbirimizin icinden akiyoruzdur.

           Böylesine olmadik düsüncelere katlanabiliyorsun. Yaninda olmak neredeyse bir eziyet ama yine de cezbedici.Neden biliyor musun ?

Alexander: Bilmek istedigimi sanmiyorum.

Ismail: Sevmedigin birisinin kuklasini yapip üzerine igne batirmayi duymus muydun ?

            Kötülük yapabilmek icin o kadar olanak varken bu oldukca siradan bir metot.Sen kücük tuhaf birisin Alexander.

            Aklini kemiren düsüncelrin sözünü etmeyeceksin .

            Bir adamin ölümünü düsünüyorsun..




























Ismail : Dur biraz..Kimi düsündügünü biliyorum.Kirlasmis saclariyla uzun boylu kumral bir adam.

             Yaniliyorsam söyle

              Berrak mavi gözleri ve cocuksu bir yüzü var.

              Yaniliyorsam söyle.

             Su an uykuda ve rüyasinda minberde diz cöküyor.Minberin üzerinde carmiha gerili Isa duruyor. Rüyasinda ayaga kalkip haykiriyor. " Tanrim Tanrim beni neden terkettin "

              Cevap yok.




Alexander: Böyle konusma.

Ismail: Konusan ben degilim. Sensin. Buna süphen kalmayacak.

            Su an o derin uykularda ve kabuslar basina musallat olmus. Ban ellerini ver Alexander. Bu aslinda gerekli degil ama daha güvenli.
            Kapilar ardina kadar aciliyor bir ciglik evin dört bir yaninda yankilaniyor.

Alexander: Duymak istemiyorum.

Ismail: Artik cok gec.Gidecegin bir tek yol var ve ben de yanindayim. Kendi bedenimden cikip sana dahil oluyorum.

             Korkma ! Seninleyim.

             Saat sabahin besi ve günes henüz dogmus.Kapilar ardina kadar acik.

             Hayir hayir bekle !? Ilkin korkunc bir ciglik evin icinde yankilaniyor.Yanan sekilsiz bir beden bir o yana bir bu yana savruluyor.Cigliklar atiyor.

Alexander : Istemiyorum. Birak gideyim birak gideyim..


Ve Bergmanìn bu basyapiti asagidaki sahne ile bitiyor..August Strindberger'in "bir hayal oyunu " isimli eserinin su cümleleriyle: her sey olabilir her sey mümkün ve olasi zaman ve mekan yok aslinda gercekligin naif bir bir tezgahinda hayaller sekilleniyor yeni yeni motiflerle...






PEYGAMBERIN SAKALI FETHULLAHIN TIRNAGI

Cocuklugumda teravih kilmaya köyümüzün camisine giderdim . Kadir geceleri kirk bohcaya sarilmis  peygambere ait sakalin bulundugu kahverengi bir cam sise ortaya cikarilir , imam efendi mihraba durur ve bütün cemaat bu siseyi salavatlar esliginde üc kere öpüp basina koyardi. Ben de bir kez bu ritüele katildim. Sonralari cam bir sise icindeki bir kili öpmenin ne kadar aptalca olduguna kanaat getirip namaz bitiminde camiyi terkettim.

Simdi bu FETÖ cülerin bazilarinda Fethullah Gülene ait sac sakal tirnak kullanilmis pecete gibi nesneler ele gecince bunlar teshir edildi biliyorsunuz. Bak sen su aptallara falan diye burun kivirdik.

Iste bunun asli yukarida anlattigim kil öpme törenleridir. Dün peygamberin kili icinde ?! var dize bir siseyi öpen yarin Fethallahin kilini öper. Ne fark var ??? Sapkinlik böyle basliyor.

Ezik ve gelisememis bilincler (bilinc bile denemez ) ham halleriyle amorftur. Kendi basina varolamaz bir üstün bilince yaslanmak ihtiyaci duyar.(genclerin sarkici posterlerini duvara asmasi konserlerde ayilip bayilmasi bu sarkicilara "pop ilahi" denmesi hep bu yüzdendir normalde büyüdükce gecer). Varligini öykündügü o kisi üzerinden anlamlandirir. O kisiye ait nesneler ve beden parcalari da dokunulabilen nesneler oldugundan o nesneler sahip olarak o kisiyi kendisinde icsellestirir. Bir nevi Tanriyi görme ve dokunma arzusunun tatminidir. Tanriya degil ama elcisine dokunarak tatmin olur.

Putperestlik kadim bir sapkinliktir ve henüz insanlik bilinci putlarini kiramamistir. 

1 Eyl 2016

GÜZ-HAZAN-SONBAHAR VE EYLÜL

Eylül geldi cehennemi bir yazin ardindan...Bütün asklarimin,cocuklarimin döllendigi en dost günesin en asik mehtabin en bilge sarinin mevsimi EYLÜL...

Mevsim Sonbahar

sonbahar-manzarasi-01
çiçekli badem ağaçlarını unut.
değmez,
bu bahiste
geri gelmesi mümkün olmayan hatırlanmamalı.
ıslak saçlarını güneşte kurut
olgun meyvelerin baygınlığıyla parıldasın
nemli, ağır kızıltılar…
sevgilim, sevgilim,
mevsim
sonbahar…

Adım Sonbahar

sonbahar-manzarasi-02
nasıl iş bu
her yanına çiçek yağmış
erik ağacının
ışık içinde yüzüyor
neresinden baksan
gözlerin kamaşır
oysa ben akşam olmuşum
yapraklarım dökülüyor
usul usul
adım sonbahar

Sonbahar

sonbahar-manzarasi-03
Durgun havuzları işlesin bırak
Yaprakların güneş ve ölüm rengi,
Sen kalbini dinle, ufkuna bak.
Düşünme mevsimi inleten rengi
Elemdir mest etsin ruhunu
Eser rüzgarların durgun ahengi.
Yan yana sessizce mevsimle keder
Hicrana aldanmış kalbimde gezin
Esen rüzgarlara sen kendini ver.
Ahmet Hamdi Tanpınar

sonbahar-manzarasi-04

Sonbahar Oluyorum

sonbahar-manzarasi-15
Gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç
Ağaçlar bükmesinler n’olursun boyunlarını
Neden akşam oluyorum tren kalkınca
Kırlangıçlar birdenbire çekip gidince
Mendiller sallanınca neden tıkanıyorum
Öyle çok acımasız ki öyle birdenbire ki
Az önceki çiçekler nasıl da diken diken
Gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç
O sularda çimdik, bitti; köprüleri geçtik, bitti
O elmanın tadı orda, o kuş çoktan öttü, bitti
Artık çocuk değiliz, susarak da bir şeyler diyebiliriz
Günler devlet alacağı, yıllar bir kadehçik buzlu rakı
Oyunlar oyuncaksı, oyuncaklar eski şarkı
Kavaklara oklu yürek çizip duran o çakı
Nerde şimdi, nerde şimdi, nerde o kan sarhoşluğu
Gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç…
Hasan Hüseyin Korkmazgil

Eylül’dü

sonbahar-manzarasi-06
Dalından kopan yaprakların
Sararan yanlarına yazdım adını
Sahte bir gülüşten ibarettin oysa.
Ve hiç bilmedin ellerimin soğuğunu.
Eylül’dü……
Di’li geçmiş bir zamandı yaşadığımız
Adımlarımızın kısalığı bundandı
Bundandı gözlerimin durgunluğu.
Sarı sıcak cümlelerde sözün kadar yalan,
Ellerin kadar ıssız,
Sen kadar zamansız molalar veriyordum
Ve çocuksu bir bencillikti hüznümüz.
Eylül’dü…..
İzlerini çizdiği zaman ansızın gidişin,
Şimdi yoktu bi anlamı suskunluğun.
Çırılçıplak kalakaldım sessizliğinin orta yerinde.
Sonra sesime yankı vermeyen uçurumlar kıyısında yürüdüm bir zaman
En çok sesini aradım.
Gözlerinse asılı bıraktığın yerdeydiler hâlâ.
Gözlerini sildi zaman..
Dedim ya… Eylül’dü.
Savruluşu bundandı kimsesizliğimizin.

Sonbahar

sonbahar-manzarasi-07
Fânî ömür biter, bir uzun sonbahâr olur.
Yaprak, çiçek ve kuş dağılır, târümâr olur.
Mevsim boyunca kendini hissettirir vedâ;
Artık bu dağdağayla uğuldar deniz ve dağ.
Yazdan kalan ne varsa olurken haşır neşir;
Günler hazinleşir, geceler uhrevîleşir;
Teşrinlerin bu hüznü geçer tâ iliklere.
Anlar ki yolcu, yol görünür serviliklere.
Dünyânın ufku, gözlere gittikçe târ olur,
Her gün sürüklenip yaşamak rûha bâr olur.
İnsan duyar yerin dile gelmiş sükûtunu;
Bir başka mûsıkîye geçiş farz eder bunu;
Teslîm olunca va’desi gelmiş zevâline,
Benzer cihâna gelmeden evvelki hâline.
Yaprak nasıl düşerse akıp kaybolan suya,
Ruh öyle yollanır uyanılmaz bir uykuya,
Duymaz bu anda taş gibi kalbinde bir sızı:
Fark etmez anne toprak ölüm mâceramızı.

Ben Eylül Sen Haziran

sonbahar-manzarasi-08
Bir eylüldü başlayan içimde
Ağaçlar dökmüştü yapraklarını
Çimenler sararmıştı
Rengi solmuştu tüm çiçeklerin
Gökyüzünü kara bulutlar sarmıştı
Katar gidiyordu kuşlar uzaklara
Deli deli esiyordu rüzgar
Dağılmıştı yazdan kalan ne varsa
Yaşanmamış bir mevsim gibiydi bahar
Neydi o bir zamanlar
Sevmişliğim, sevilmişliğim
O heyheyler, o delişmenlikler neydi
Ne bu kadere boyun eğmişliğim
Ne bu acıdan korlaşan yürek
Ne bu kurumuş nehir; gözyaşım
Önümdeki diz boyu karanlıklar da ne
Ne bu ardımdaki kül yığını; elli yaşım
Beni kötü yakaladın haziran
Gamlı, yıkık eylül sonuma
Bir ilk yaz tazeliği getirdin
Masmavi göğünle
Cana can katan güneşinle
Pırıl pırıl engin denizinle girdin içime
Çiçekler açtı dokunduğun
Çimler büyüdü yürüdüğün
Ve güller katmer oldu güldüğün yerde
Başımda senin kuşların kanat çırpıyor şimdi
Oldurduğun yemişlerin ağırlığından
Dallarım yere değiyor
Güneşi batmadan saçlarının
Bir dolunay doğuyor bakışlarından
Gün boyu senden bir meltem esiyor yanan alnıma
Uykusuz gecelerim seninle apaydınlık
Başım dönüyor, of başım dönüyor yaşamaktan
Ölebilirim artık
Ölme diyorsan; gitme kal öyleyse
Sarıl sımsıkı, tenim ol, beni bırakma
Baksana; parmak uçlarım ateş
Lavlar fışkırıyor göz bebeklerimden
Hadi gel, tut ellerimi, benimle yan
Benimle meydan oku her çaresizliğe
Benimle uyu, benimle uyan
Birlikte varalım on üçüncü aylara

Acıyor

sonbahar-manzarasi-10
…………………………
Tavrım bir çok şeyi bulup coşmaktır
Sonbahar geldi hüzün
İlkbahar geldi kara hüzün
Ey en akıllı kişisi dünyanın
Bazen yaz ortasında gündüzün
Sevgim acıyor
Kimi sevsem
Kim beni sevse
Eylül toparlandı gitti işte
Ekim filan da gider bu gidişle
Tarihe gömülen koca koca atlar
Tarihe gömülür o kadar

Eylül Sabahının Serinliği

sonbahar-manzarasi-11
Eylül sabahının serinliğini
Yaprakların serinliğini
Ciğerlerime dolduruyorum
Sessizlik ve serinlik
Birleşiyor
Yıkanmış güvercinler
Ve çok uzakta bir tren sesi
Her zaman yeniden başlamak duygusu
Doğuyor içimde
Her uyanışımda
Düşmanlarımı bağışlıyorum
Daha çok seviyorum dostlarımı
Her uyanışımda
Eylül sabahının serinliğini
Yaprakların serinliğini
Yüreğime dolduruyorum
Ataol Behramoğlu

Güz Gömleği

sonbahar-manzarasi-12
Güz gömleği giydi şiir
Hüzün sanıyor görenler
Açık kalmış bir düğmesi
Ki rüzgâr girsin diyedir
Cebinde yağmur kokusu
Bir tutam kurutulmuş ot
Yeni bir imge arıyor
Onunla, ince akan su
Bir kadın eli değmiştir
Belki de yıllar öncesi
Saklar durur unutamaz
O gömleği giydi şiir
Ahmet Uysal

Güz Gelmeden

sonbahar-manzarasi-13
Sırtında taşıdığın kıl heybe
dağ rüzgârı ve lor peyniri
gibi doluysa kır çiçekleriyle
sesler türkülere dönecektir
üzünçse ışıklı bir sevince
Dudaklarında özlem türküleri
ve gözlerinin menevşesinde aşk
çağıldıyorsa çavlanlar gibi
usulca gir umudun menziline
hüznü gerilerde bırak
Türküler paylaşılıyorsa eğer
dağ rüzgârları paylaşılıyorsa
sevinç de dahildir buna
ve o zaman bütün bir yaşam
paylaşılacak kadar güzeldir artık
Heybendeki kır çiçekleri
bir yangındır güze doğru
tutuşturur yüreğinde
uzak özlemlerin külünü
hiç beklemediğin bir anda
Güz gelip de yangın başlamadan
tutmalısın doğanın yelesinden
yüreğindeki seher yeli
varmalıdır sabah olmadan
gül bahçesine sevda hevengine
Ahmet Telli

Sonbahar

sonbahar-manzarasi-14
Sonbahar -ki acının değişmez dipnotudur-
Sesinin solgun göğünde
Küçük bir yıldızla bir harfi tutuşturur.
Savrulur her yana kavruk kelimelerle,
Yüreğini acıyla buruşturur.
Bakışının pasıyla zırhlanan dünya,
Binlerce pıtrak yapıştırır yüzünün kumaşına
Sonbahar -ki doyumsuz bir aşkın sonudur.

Uyanık Uykuda

sonbahar-manzarasi-05
Düşteyim işte, çıkageldi bir güz yeli
Hafiften. Bir buğu gibiydi gök.
Ey kendini saklayan geçmiş, ince bir tül ardında;
Güz geldi ve yıldızlarını üstüme dök.
Artık büyüdüm. Ey sonsuz çocukluk!
Atlar, atlıkarıncalar ve yolculuk.
Tuhaf değil mi, bu leylekler nereye göçer
Gök yolunda? Yazdan kalan kanat sesleri
Gibi duyuluyor. Her şey bir bir ve örtük,
İnce, bilinmez bir yüz sanki.
Bir kuru ağaç olarak kalayım mı?
Öyleyse ey güz, dök yapraklarımı!
Gövdemi kemirecek kurtlar toprakta
Gözlüyor yolumu. Beklesinler bakalım.
Ayaklarım sağlam basıyor daha, yolum var
Günlere. Üşüsem, ısıtıyor kanım.
Ben bir leyleğim, uykuda uyanık / güz geldi artık
Göçüyorum yarı uyur, yarı uyanık.
Ali Püsküllüoğlu

Umut Yaprakları

sonbahar-manzarasi-09
Öyle bir ilkyaz ol ki korkut yaprakları,
Öyle bir son yaz ol ki tut yaprakları,
Sararıp dökülürken güz rüzgarlarında
Ardında savrulsunlar, unut yaprakları.
Sevinçlerinde onlar vardı, hüzünlerinde onlar
Seninle yeşerdiler, seninle soldular..
Olsunlar senden sonra da umut yaprakları.

Sonbahar Geliyor

sonbahar-manzarasi-16
Sonbahar geliyor serçe
Yuvanı ne yapacaksın?
Ayva çiçek açmadan önce.
Meyvelerin içi geçecek
Rüzgâr başka çeşit esecek
Yağmurlarla ıslanacaksın.
Halbuki ne kadar sıcaksın!
Cahit Külebi

BIZDEN BIRI OLARAK FETHULLAHCILAR


Asagida Karar Gazetesinde bugün yayinlanan Ibrahim Kiras`in "bütün cemaatleri ayni kefeye koymayalim ama.." baslikli makalesini okuyacaksiniz. Yüzlesmek lazim diyordu ya Dücane Cündioglu müslümanlar cagla yüzlesemiyorlar diyordu ya. FETÖ cüler disindaki bu ülke müminleri (istisnalar haric) kacak güresiyor su an. Hatta topu taca atiyorlar sürekli. Laikler(bu tabiri hic sevmiyorum meramimi da anlatmiyor tipki "müslümanlar" tanimi gibi lakin baska türlü söylesem hic anlasilmayacak) ve müslümanlar (tabiki de PKK nin kürt tabani) kendi ahmakliklariyla yüzlesmeli evveliyetle sonra da  birbirleriyle ..Bu ülkeyi "vatan" bellediysek itiserek degil el ele tutusarak ayakta kalabiliriz. Bunu anlamak icin karga kadar bir zeka yeterli..
Soru su : 28 subat dönemi gibi jakoben bir iktidara karsi yapilmis olsaydi bu kalkisma müslümanlarin kaci bu FETÖCÜ darbeye karsi cikacakti ? Bu ülkede TBMM ni sirk kurumu olarak gören hayli kalabalik bir mümin ahmakligina dücar olmus bir kitle yok mu ?   Mehdi -Mesih inanci sadece FETÖCÜ lerde mi var ? Fethullah Gülen´in sürekli anlattigi "ruyada yakaza halinde peygamberle sunla bunla görüsüyorum" mavali nasil hic elestirilmeden kabul edildi tabanda , bunun beslendigi bir zemin yok mu ? vs vs vs

Geçmişte Fetullah Gülen ve taraftarlarını eleştirmek kolay değildi. Sadece arkalarındaki siyasi destek veya bürokrasideki güçleri yüzünden değil, aynı zamanda savundukları fikirler çoğunluğun fikrinden farklı olmadığı için “içimizden birileri” olarak görülmeleri yüzünden.
17-25 Aralık’tan sonra bu yaklaşım kırıldı; 15 Temmuz’dan sonra ise tamamen berhava oldu. Bugün artık herkes FETÖ’ye karşı. Ama bu yapının durup dururken ortaya çıkıverdiğini düşünmek istiyor çoğu kişi. Çünkü iftiralarla masum insanların hayatını söndüren, kasetle şantaj yapan, sınav sorularını çalan, sivilleri bombalayan vs… bir güruhun beslendiği kaynak, yediği ekmek, içtiği su bizimkinden farklı olmalı diye düşünmek istiyorlar.
Bu devasa kötülük örgütlenmesinin toplumda taraftar bulabilmesinin sebepleri üzerinde tartışılırken yükselen “bütün cemaatler aynı kefeye konmamalı” feryadı bence de dikkate alınması gereken bir çağrı. Elbette bütün cemaatler aynı kefeye konmamalı. Tarikatlardaki dejenerasyonu eleştirirken de tasavvuf yolunu halen sağlıklı bir çizgide sürdüren yapılar tenzih edilmeli.
Ne var ki “ucu bize de dokunabilir” endişesiyle önümüzdeki vahim meselenin analiz edilmesinden kaçınmak doğru bir tutum değil. Aksine, toplumsal bünyemizdeki bu zehirli mikrobu bedeli ne olursa olsun etkisiz hale getirmek, gerekirse tadını sevmediğimiz bazı ilaçları da içmek zorundayız. Bu cesareti gösteremeyip “sivrisinekle mücadele edelim ama bataklığa dokunmayalım” dersek kendimizi kandırmış oluruz sadece. Bizden sonraki nesillere de kötülük yapmış oluruz. Çünkü toplumsal zihniyetle ilgili problemler bizimle birlikte ortadan kalkmıyor, miras olarak da devrediliyor.
***
Şimdi eğri oturup doğru konuşalım… Bilhassa 15 Temmuz’dan sonra herkesin lanetlemekte yarış halinde olduğu FETÖ’yü meydana getiren tek bir faktör veya tek bir sorumlu yok. Namaz kılan veya eşi başörtülü olan subayları ordudan atan Kemalist-Laik elitin de suçu var dindar insanların bu tür yapılara itilmesinde… Dindar seçmenin oyunu almak için bunları vitrin yapmak isteyen siyasetçinin de bu örgütün palazlanmasında günahı var… Statükoyla mücadelesinde bunların desteğini almak için kötülüklerini görmezden gelen öbür siyasetçinin de…
Ama sadece bunlar değil… Belki de bütün bunlardan bile daha fazla bu tabloda payı olan bir aktör daha var. Biraz da kodlama ihtiyacıyla “toplumumuzun din anlayışındaki bazı problemler” diyorum ben buna. Düşünün ki karşımızdaki insanlar -en azından sözlük anlamıyla- cahiller sürüsü sayılmaz… Generaller, büyükelçiler, profesörler, valiler… Kendilerince manevi veya dinî birtakım payeler yakıştırdıkları saçma sapan bir adamın lafıyla akla gelmedik her türlü cinayeti işleyebiliyorlar. Kimi sınav sorularını çalıyor, kimi devlet sırlarını yabancı devletlere sızdırıyor, kimi de halkın silahıyla halkın üstüne ateş açıyor…
Bu insanlar durup dururken ortaya çıkmadı. Amerika’da veya Avrupa’da yetiştirilip aramıza gönderilmediler. Söz konusu cinayetleri işlemeye başlayıncaya kadar“bizden biri” gibi görünüyorlardı gözümüze. Belki gerçekten de “bizden biri”oldukları için…
***
Belki hatırlayan olur, geçenlerde şunu yazmıştım: “Gülen’in vazettiği din tasavvuruna ve bilhassa fıkıh anlayışına ilahiyatçılarımızın çoğunun itirazı olmadığı vakıa. Tıpkı istediği zaman Hz. Peygamber’le görüşebilmesi gibi fevkaladelik iddialarına tasavvuf camiasında ciddi bir itirazın söz konusu olmadığı gibi...”
Peki, o itirazları neden göremiyoruz? Çünkü içtiğimiz su aynı olduğu için maalesef ortak su kaynağındaki bakterilerden muzdaribiz hepimiz aslında. Ama belki de hastalığı kendimize kondurmak istemiyoruz. Oysa gerçek şu ki hepimiz aynı bataklığın kıyısındayız. Şikâyet ettiğimiz hastalıklardan kurtulmanın ve korunmanın nihai çaresi o bataklığı kurutmak. Bunu bırakıp sadece bataklığın ürettiği sivrisineklerle uğraşmak faydasız.
Bu arada, doktorun verdiği ilacın tadı acı diye ciddi bir hastalığı ıhlamur içerek atlatmaya çalışmak da akıllıca değil.