27 Şub 2015

HAYAT VE ÖLÜME DAİR















25 Şub 2015

HEPİMİZ ÖLECEĞİZ BİR SUSUN DA MÜZİĞİN ZEVKİNE VARALIM

Mohsen Namjoo'nun bir videosu altında(Shirin) Mohsen kürttü yok türktü tartışması altında bir yorumcu şöyle bir yorum yazıyor ' hepimiz öleceğiz gideceğiz müzik videosu altında bile siyaset tartışıyorsunuz '. Bir susun kardeşim şu müziği huzurla dinleyelim demeye getiriyor.

İçimi nasıl serinletti bu laf anlatamam. İhtiyacımız olan bu hakikatı anlamak işte. Bu ne tantana kardeşim anlamıyorumki hepimizi götürüp bir çukura atacaklar sonunda Allahla başbaşa kalacağız suskun ve çıplak. Herkes kendini kurtarma yolunu arasın bırakın birbirinize çemkirmeyi. İzan lütfen biraz izan..

Ölülerden ibret alın bakın nasıl huzur içinde sessizce bir aradalar...


23 Şub 2015

BENDEKİ BENDEN İÇERİ

"hayatınıza anlam katan, varlığınızı manidar kılan bir uğraş. bir hedef, bir nihai gaye olarak buraya odaklandım kilitlendim. evet giriş tarzım biraz iyi olmadı. babam çok örselemişti beni, yıpratmıştı. imam hatipteki hocalarımız bizi din adına bayağı bir hırpalamıştı, usanmıştım. ama allah benim içime şöyle bir duygu verdi; mustafa beni babandan bağımsız sev. baban benim adımı kullanarak sana şiddet uyguladı ama ben şiddeti sevmem. beni ben olarak sev. benim kitabımı da imam hatipteki tefsir hocanın agresifliğinden bağımsız sev. hocam bundan dolayı ben çok kez pire gördüm yorganı yak diyen ama pire yüzünden yorganı yakmadım şükürler olsun."

Prof.Mustafa Öztürk hocanın Dem Söyleşilerindeki sohbetinden bir alıntı.Hocanın babası ile bir sorunu olduğunu tahmin ediyordum zaten zira babayla ilgili problemi olan insanların yüzünde hep aynı hüznü takınır gözler. Hocanın öfkesi ve dalan gözleri bu sebeptenmiş..Sağlam bir iradesi ve mantığı varmış allahtan da sağa sola devrilmedi şükür.Babaya kızgınlık adamı perişan eder kanser eder ..

HOcaya saygım bir kat daha arttı..

Not: Hocanın annesi intihar etmiş bir sabah uyandığımda annemi kendini asmış olarak tavandan sallanırken buldum diyor. travmayı düşünün. 





20 Şub 2015

ADAM OLACAK ÇOCUK

Kıyamet 20-Hayır ! Siz çarçabuk geçmekte olanı (dünyayı) seviyorsunuz.
Kıyamet 21-Ve ahireti terkedip bırakıyorsunuz.
Kasas 77- Öyleyse, Allah'ın sana verdiklerinden yararlanarak yalnızca ahiret yurdunda (iyi bir yer tutmanın) yolunu ara; bu arada, pek tabii, bu dünyadaki nasibini de unutma; ve Allah nasıl sana iyilikte bulunduysa, sen de (başkalarına) öyle iyilikte bulun; ve sakın yeryüzünde bozgunculuk, karışıklık çıkarmaya çalışma: çünkü, şüphesiz, Allah bozguncuları sevmez!" 
Hoca vaazda diyorki (Özgecan'ın hunharca katlini kastederek) bu tür vahşiliklerin olmaması için imanın kalplere yerleşmesi gerek.

Bu toptancı bir bakış tıpkı bu vahşi cinayet üzerine tapılan yorumlar gibi.

Cemel Savaşı aklıma geliyor, bir yanda Nebi (as) damadı bir yanda Nebi(as) eşi. Talha ve Zübeyr de Ayşe'nin yanında . 

Bunlar Kuranı adı gibi bilen kişiler ama birbirlerini öldürmek için kılıç çektiler (devamında Sıffin de).  Demek iman ile ilgili değil mevzuu (bakınız Hariciler sinek öldürür gibi mümin katlettiler ) başka argümanlarla bakmak gerek hadiselere. Analizlerimizi yaparken psikolojiyi . sosyolojiyi ve kültürel şartlanmaları da hesaba katmak gerek. İman tek başına hiç bir şeyi açıklamıyor.

İnsan bunu yapmaz , bunu yapan insan olamaz deniyor ya hayır !? Tam da insana özgü şeyler bunlar. 

Adana'da bir minibüsçünün işlediği vahşi cinayeti (ki kız babasıyım dayanılır bir vahşet değil) göze sokmak ağaca bakıp ormanı görmemek olur. Bir bombayla bir şehir yok edilebilecek durumda şu anda (iki şehir yokedildi ve yüzbinlerce çoluk çocuk yakılıp kavruldu ) . BUndan daha büyük vahşet var mı ? 

Yanıbaşımızda her gün yüzlerce insan katlediliyor..

Kartopu yüzünden adam öldürürlüyor..

Bunları yapanlar da insan..Bildiğin insan..

Ben dört yaşında bir oğul ve altı yaşında bir kız babasıyım. Bunlar güzel güzel oynarken birden yumruk yumruğa kavgaya tutuşuyorlar. Çünkü hala üst beyinleri gelişmedi. Fakat acı olan bu yaşların ilerisine geçen ve yirmili otuzlu yaşlara gelen yetişkinlerin hala altı yaş beynine sahip olması. 

Makul biri dükkan camına kartopu değdi diye adam öldürür mü ? 

Fakat bizim oğlan akşam şöyle bir cümle kurdu:baba arabamız olduğunda arabada zincir bulunduralım ve karda tekerleklere takalım olur mu .

Adam olacak çocuk. Dört yaşındaki çocuğun aklettiğini düşünmeyen yüzlerce yetişkin gördük geçen iki gün.

Toplum modelimiz hastalıklı. Suyumuz zehirli Doğan Hocanın tabiriyle.

Akşam Meclisin halini gördünüz ..
Mustafa Hocanın feryadı diye youtubeta bir video var orada Mustafa Hoca bu topraklarda bir şey var sürekli haşhaşi üretiyor diyor.

Akılsız ve ahlaksız bir topluluğuz maalesef...

Ahmaklar arasında kaldık hocam napalaım.

HOcanın video sonundaki feryadı gibi insan hakkaten bu kafalarla cennete bile gitmek istemiyor orada da huzur vermez bunlar adama..

19 Şub 2015

KAR DERİN BİR SÜKUTTUR


üç şeyle birlikte yağar kar

bir, sessizlik
iki, herkes soğuk
dememi bekleyecek şimdi
hayır, sessizlik
üç, evet sessizlik
karla birlikte gökten
kediler, ağaçlar bile duyar
beyaz bir sessizlik yağar

Hatırladığım en nefis karlardan biri yağıyor bu gudubet şehre öylesine güzel ve öylesine baştan çıkarıcı. Lakin biz faniler , bizden de fani bu güzelliğin tadını çıkarmak yerine bata çıka işe geliyoruz.  

Elimdeki sıcak çayın buharıyla buğulanan camı silip dışarda kar topu oynayan çocukları seyredeceğimize hatta çıkıp bir iki kar topunu yitik çocuklğumuza fırlatacağımıza duruşma derdindeyiz.

Haulbuki şehrin çıldırtan trafiğini bile susuturmuş bu lal eden sessizliği huşu içinde izleme ve vecde gelme imkanını elimizden alıyor bu adi düzen.

Sayın Vali bu kar gibisi kaç kere yağar, şehir hazır uludağa dönmüşken bizim kayma hakkımızı elimizden niye alıyorsunuz.

Oyun oynamak sadece çocukların mı hakkı.

Cenazedeki kadar sessiz olmalıyız oysa ebediyete uğurlayacağımız bu beyaz sessizlik kar huzurunda..

Sabah beşte kalktım , ölü sessizliği hakim sokaklarda. Kar savura savura çatılardan sokaklara iniyor eteklerini. 

Ne güzelsin  dedim ne kadar güzel bir yerden geliyorsun.

Bu ilahi senfoniyi dinleyelim bir az susun
karla ilgili tablolar ile ilgili görsel sonucu

18 Şub 2015

NİYE SADECE OKULLAR TATİL ?

Doğru hatırlıyorsam eğer Fehmi Koru yazmıştı yıllar önce, bir seyahatte Washington'da kar yüzünden 3 gün otelden çıkamamışlar. Sordum diyor niye yollar açılmıyor ? 

Böyle zamanlarda her yeri tatil ediyoruz daha ekonomik oluyor yolları açmakla uğraşmak yerine diye cevapladılar diye anlatmıştı.

Aklın yolu bir . Bu şehrin alt yapısı belli valiliğin de yasal yetkisi var niye sadece okulları tatil ediyorsun anlamıyorum ki. Niye millet yollarda saatlerce perişan olsun. Yolda kalacağına yola çıkarma adamı. Belli ki insanlar kendileri tedbir almayı akıl edemiyor.

Bu türlüsü hem maddi hem manevi daha masraf bu belli. Adam akşam eve nasıl döneceğim diye düşünürken verimli olabilir mi ? İki gün çalışmadı diye devlet batmaz değil mi ?

Piyasa baskısı mı nedir ? 

Bu karın yağacağı belli , ne kadar yağacağı belli, kar yağınca ne oluyor o da belli..

Eeee ne duruyorsun ....

KARDA YAZLIK AYAKKABILARLA YÜRÜMEK

Bugün uzun yıllardır yağmayan bir kar yağdı şehrimize. Dün akşam eve doğru yürürken yokuşun ortasında şöyle dönüp bir şehre baktım ,karanlığı ışıtan o beyaz örtünün altında şehrin çatıları , sokaklarla koyun koyuna ışıldıyordu. Bu şehvetli görüntü cinsellikten de bir o kadar uzak manevi bir hazla doldurdu içimi. Karların ördüğü taze  yatakta , oracıkta kollarına uzanmak hevesi kapladı kalbimi.

Kar niye hep çocukluğumuza götürür bizi ?

Onunla oyun oynayabildiğimiz için olmasın !

En ciddi yetişkinde bile eline bir avuç kar alıp arkadaşına atma hissi uyandırıyor bu beyaz şiir. Sihirli ve büyüleyici.

İçimizi temizleyen bir şey var karda. Masumiyetimizi anımsatan bir ilahi dokunuş. 

Kar bence samimiyettir. Lekesiz yağar...

GÖK GÜRÜLTÜLÜ SAĞANAK KAR YAĞIŞLI










İNSANLIĞINDAN UTANDIN DEĞİL Mİ ?



   Yorumsuz...

17 Şub 2015

MOHSEN NAMJOO-AŞMIŞ SES

Dışarda tipi var hava buz..Cepte 1 lira para yok..Eve yürüyerek gidecek olmanın yorgunluğu şimdiden ayaklarıma inmiş durumda. Oğlan para kazanmadan gelme dedi. Smyky'e gidecekmiş arkadaş. 

Akılsız başın derdini ayaklar çeker netekim.

Bu halet-i ruhiye içinde Mohsen Namjoo dinlenmezde ne dinlenir. Annemin cenazesinden geldikten sonra tesadüfen keşfettiğim bu benzersiz ses için rabbime teşekkür ediyorum. Çok iyi geldi o acılı günlerimde.
Bu adamı dinledikten sonra daha da başka kimseyi dinleyemez oldum. Klişe olacak ama bazen bir durumu anlatabilmek için klişeden iyisi yoktur; eğer bu adamın yaptığı ve söylediği şey müzikse diğerlerinin yaptığı ne..

Zevkler tartışılmaz denir Hande Yener bile albüm yapıyor kimseye lafım olmaz lakin Mohsen eroin gibi akıyor damarlara ve az biraz kulağı olan evdeki bütün cd leri yakar . 

Dinleyen dinlesin Hande Yener'i ne dert ediyorsam şimdi. 

Adamın ruhunu kabzediyor şarkı söylerken bedenin cansız düşüveriyor yere. 

Bilgisayaraımdaki bütün şarkıları çöpe attım. Ofise gelir gelmez yaptığım ilk şey youtube tan Mohsen kardeşimi dinlemek.

Cennetten geri düşmek gibi Mohsen'i dinledikten sonra hayata adapte olmak.

Anlatılmaz yaşanır diye klişe bir lafla bitireyim..

Edit: youtube ta yorumcunun biri şöyle demiş ki insan ancak böyle anlatabiliyor hissettiklerini
'Sesiyle sikmek bu olsa gerek'

16 Şub 2015

BÜTÜN CEMAATLERİ BERTARAF ETMEK GEREK

Mustafa Öztürk Hoca akşam Cine 5 teki 'Sözümü Kesebilirsin' programında Gülen Cemaati özelinde ve diğer cemaatleri de işin içine katarak başlıktaki ifadeyi kullanmış.Zaman Gazetesinden öğrendik durumu :-))

Aynen katılıyorum . Cemaatler ümmete giydirilmiş deli gömlekleri (rahmetli Meriç üstadın ifadesinden mülhem). Robot yetiştiren imalathaneler.. Göklerde uçurulan şeyhler. Şirk batağına dönüşmüş akılsız topluluklar sürüsü.

İslam cemaat dinidir denir ya safsata, islam örgüt dinidir İsveç tipi örgütlenmeyi emreder başında şeyh efendilerin oturduğu akılsız sürüler olmayı değil..

Menkıbelerle aklı uyuşturulmuş sürüleri gütmek çobanların hoşuna gider şüphesiz..

En sefil hayat başkasının arzusuna göre yaşanan hayattır




13 Şub 2015

THE MAN WHO SOLD THE WORLD

'Gözlerinin içine konuştum düşündümde sen uzun yıllar önce ölmeliydin..' der arkadaş ve orda burda yıllarca dolaşır ve milyonların içinde bakakalır kendine der ki

'uzun uzun yıllar önce ben de ölmeliydim' .

Nirvana tarafından şahane bir coverı yapılan bu Bowie parçasını anlamak bir hayli zor aslında. Yaşam dediğimiz bu ortalama 80 yıllık devinimimizin en sonunda ,ölüm anına yaklaştığımızda dimağımızda ne kalıyor? 

mot a mot çevirirsek 'dünyayı satan adam' olmak en iyisidir. Bu dünya satılacak bir şeydir esasında ve onu ederine satan adam akıllı adamdır. Ölümün kaçınılmaz olduğu gerçeği karşısında dünyayı yani hayatını sana verene geri satmak en akıllıca iştir ticareten. En kazançlı ticaret..

Bu aralar hiç yazasım yok...

Muhsin Namcu'nun bu parçaya yaptığı aranjmanı tek geçerim,Morge Şeyda. Sabahtan beri kaçıncı kez dinledim bilmiyorum.

Sat anasını dünyanın akıllıysan...

11 Şub 2015

BİZ ARAFTAYIZ BİZİM İÇİN BİR GELECEK YOK


" tüketim kültürünün küreselleşmesi zihinsel anlamda, kalbi anlamda, ruhi anlamda tükenişimize sebep oldu.insanlar tüketim tapınakları peşindeler. ihtiyaçlarımızı reklamlar belirliyor. bugün cemaat liderleri bile pazarlanıyor.

biz araftayız. bizim için bir gelecek yok.


düşünme ve üretme yeteneğine sahip olmayan insan için, her şeye boyun eğmekten başka bir yol yoktur. dünyevi, maddi korkuların baskısı altında yaşamak, yaşamak değildir. her türlü korkuyu aştığımızda ancak özgür olabiliriz.'' (Atasoy Müftüoğlu)
Şu ölümlü dünyada öleceğini bilerek yaşamak kadar can acıtıcı bir şey yok. Sınavı hayatınla veriyorsun ve hayat dediğin sonsuz dış etkenle oluşan bir varsayım. Bir şeyin içine doğuyorsun , televizyonda izlediğin yabancı bir dilin şaşkınlığını bile anlamlandıramadan tepene düşen bir bomba dünya hayatını sonlandırıyor. Ve yaşanmamış bu hayatın hesabını veriyorsun.

Şu imkanlar dünyasında ne imkansızlıklar üretmişiz. 

Müslüman olarak yaşamak umudumu yitirdim, insan olarak yaşamak umudum bile cılız. Mümin olarak ölebilsem bari madem öleceğim...



Yukarıdaki linkten "zihinsel perişanlıklar ve mezhep holiganlıkları" başlıklı müslümanlar adına iç burkan makaleyi okumanızı tavsiye ederim bir zihinsel uyanış olur bir tohum belki yeşerir diye...Makaleden birkaç çarpıcı paragrafı okumanıza sunuyorum..

" bütün koşullara boyun eğen, hiçbir duruma itiraz etmeyen, sorgulamayan, hayır demeyen kişiliklerden özne olmaları beklenemez. hayatımız üzerinde ahlakî bir denetim yok artık, yalnızca finansal bir denetim var.

karanlıkların içerisinde kayboluyoruz.

insan olarak yaşamak yerine, nesne/eşya gibi yaşıyoruz.

ne isteyeceğimizi bilmiyoruz.

mezheplerin çatışma halinde olduğu, çatışmaya açık olduğu bir dünyada ümmet’i gerçek kılmamız mümkün olamaz.

zihinsel bağımsızlık, zihinsel cesaret, üretkenlik, özgürlük., derinlik, nitelik, bütünlük, kuşatıcılık ve irade olmaksızın, asıl önemlisi dayanışma bilinci olmaksızın yeni bir tarih başlatmak mümkün olmayacak.

bugünün biz müslümanlar açısından en çarpıcı gerçeği ya da derin çelişkisi şudur: içerisinde müslümanların yaşadığı toplumlar var, ancak müslümanların oluşturduğu islamî toplumlar yok. "

10 Şub 2015

ÖLMEKTEN ÇOK KALMAK ZORDUR


(Gizem Yılmazer, Ölüm Üzerine Düşünceler-KalemKahveKlavye Dergisinden alıntı)


Ölü evine yemekler getirilir, götürülür. Ölüm, bilimsel olarak kanıtlanmıştır, acıktırır. Susulan anlarda yemek yenilir. Yemek ağızda büyürken rahmetlinin bedeni çiğneniyor gibi hissedip, tükürürsün. 



Ölüm bir rüyadır, rüyada gibi algılanır. Birileri ölür, insanlar toplanır, bir şeyler sandıklara konur ve birileri tabutlara… Toplanıp yıkanıp paklanıp kaldırılır ve gerisi koca bir toz bulutu. Dünya, yaratılmadan önce nasıldı? Yalnızdı. İnsan da her şeyden önce yalnızdı. Rüya bittiğinde her şey başladığı yere döner. En çok acı o zaman duyulur. Ölüm tekrar algılanır, ölen tekrar ölür ve geriye bir hayatın geride bıraktığı boşluk kalır. İnsan gidenin arkasından en çok kendisine ağlar. Belki de çekilmiş bir dişin yokluğuna dilin hep gitmesi gibi, insanın aklı hep ona gider. Anılar sallantıda, işitilmiş sözler sadece geçmişte ve kulak zarında kalır. 

Yitirileceğinden korkulur. Hiçbir tanık yoktur artık. Söz, kelimenin tam anlamıyla uçmuştur. İki kişi arasında geçmiş şeyleri bilen yalnızca bir kişi vardır, o da kalandır. Meydanlar dolup dolup boşalır, pencereden tanık olunur. Yalnız bırakılmış ev gibi, o da dolar ve boşalır, ama o, yakını ölen hep yalnızdır. Bazen yalnızlığımız sadece bir kişiliktir, bir kişinin olmayışının acısını çekmekteyizdir fakat o boşluk en kuvvetli ve acı veren boşluktur, doldurulamaz. O bir kişiyi bulsak her şey tamam. Fakat ölüme çare bulunamaz.

Ölünün arkasından taziye için gelenin ettiği her söz, kalanların göğsünde bir yüktür, küfür gibi işitilir, o da eğer duyulursa. Çünkü yokluğun üzerine edilecek uygun bir söz yoktur, en afili söz bile boşlukta yankılanır. Yine de insanlar ölüm karşısında bir şey demenin uygun geleceğini düşünürler, onlara göre en korkuncu hiçbir şey dememektir.  Susmak yerine “Diyecek pek bir şey yok, ama…” veya “Söz bitti…” demeyi tercih ederler. Kayıp yaşayan, yokluk çeken birininse tek istediği sözü kesilmeden, susularak dinlenmesi ve dolduramadığı boşluğun bir benzeri gibi bulduğu karşısındakinin omuz boşluğuna başını koyup ağlamaktır. Bazen insan ağlasa içi yıkanacak ve orayı sonsuza kadar kötü düşünceler doldurmayacak gibi gelir.

Ölü evinde aslında hem birileri gelsin hem de herkes gitsin de yalnız kalalım diye beklenir. Yalnız kalmak ölü yakınının sonsuza kadar kendisine verebileceği en büyük ceza ve geri kalan hayatında çekeceği en büyük sınavdır. Yalnızlık, ölümün en büyük sonucu olarak insanı büyütür ve yaşlanmış yapar. Ölü yakınları kendilerini, geride kaldıkları için hayat boyu cezalandırmakla yükümlüdür. Hayat maratonunda tekleyen arkadaşını geride bırakmış gibi hisseder o kişi. Ve bazen bilerek de yalnızlığı, insan içine karışmamayı seçer ve sevdiğine kavuşacağı anın hayaliyle, ölümü yaşama katık ederek, yaşayanlardan çok ölenin elini tutarak yaşar.

Ölü evine yemekler getirilir, götürülür. Ölüm, bilimsel olarak kanıtlanmıştır, acıktırır. Susulan anlarda yemek yenilir. Yemek ağızda büyürken rahmetlinin bedeni çiğneniyor gibi hissedip, tükürürsün. İnsanlar bir şeyler kutlarken de, yas tutarken de yemek yerler.

Gel zaman git zaman çevrendeki insanların etkisi azalınca ve kendinle baş başa kalınca haplar içilmeye, vücut halsiz bırakılarak ölüm beklenmeye çalışılır fakat aksi gibi de gelmez ölüm çağırılınca. Ölümün zamansızı ve istenmeyeni makbuldür ki ölümü suçlayasın. Ve her ölüm erken ölümdür. Acısından kendini öldürmeye çalışan kişi aslında bilir kendi için ölmek istediğini. Kendi de ölse, ölene ne yararı olacaktır ki. O, kendini gidenin yokluğuna dayanamadığı için, daha fazla acı çekmemek için öldürmek istemektedir. Fakat her intihar bir tanık ister, asıl tanık olunması beklenen kişi ise zaten yoktur; öyleyse intihar etmenin anlamı ne? Eğer tam tersi olsaydı, ölen sevdiği için kendi canına kıymak isteseydi “Senin mutlu olmanı, arkasından yaşamanı isterdi” sözleri etkili olurdu.

İnsan aslında kaldırılan her cenazede kendi kaderine ağlar. Bilir ki bu musalla taşında bir gün onun da sevenleri, yakınları toplaşacak, buluşacak ve onu gömdükten sonra yâd edecekler.  Gömü işi yapıldığında orada duran tabutun, gömüldükten sonra mezarının varlığı, yaşayan kişinin yokluğunun altını kalın kalemlerle çizer. Bu yüzden her mezarlık ziyareti ayrı bir işkence ve yüzleşmedir ölümle. İnsan orada ayakta dikilirken en çok kendine ağlar.

Ölümle her rastlaşma insana hayatın ne kadar anlamsız ve boş olduğunu düşündürür. Oysa hayat sonlu olduğu için yaşamaya, çılgınca ve coşkuyla yaşamaya değerdir. Sonu olan her şey muazzam ölçüde insanı çekebilecek güzelliktedir, yaşamın çekiciliği bundandır.

Her an sonludur. Ve insan ömrü de sonludur. Ölen kişilerin bu kadar makbul olmasının en önemli özelliği artık biletlerinin kesilmiş, ömürlerinin sonlanmış olmasıdır. Bu kişilerden artık hata yapmalarını bekleyemeyiz. Hatta aradan zaman geçtikçe yaptığı hatalarını da beynimizden sileriz. Geriye sadece özlem kalır. Onları en güzel şeylerle özdeşleştiririz, insanın en güzel erdemleriyle, en iyi huylarıyla. Baharda açan çiçek bize ancak onun kadar güzel gelir, köpüren deniz sadece onun varlığı kadar ferah ve iç açıcıdır. Fakat o yoktur ve bu yüzden bunların hiçbirinin anlamı da yoktur. Ah o bir olsaydı bütün dertlerimizden bizi çekip çıkaracaktır. 

Kafamızdaki biraz da ütopik kişiyle ölen kişinin varlığı devam ettirilir. Her an onunla beraber yaşanır, yoksa bu anlara tanık olmanın anlamı ve zevki yoktur.

Her kişiyle birlikte yeni bir zaman, yeni bir hayatın varlığı başlar aslında. Her kişi bir milattır hayata. Hele ki bazı insanlar onunla tanışınca yeniden doğmuş gibi hissettirir. Bir çiçek düşünün, onunla tanıştığınızda saksıya veya toprağa ektiğiniz. O kişi ölünce veya ilişkiniz bitince bu çiçeğin solması misali yalnızca iki kişinin bildiği, doğumuna ve gelişimine tanıklık ettiği bir hayat sonlanır aslında. Üzüntü en çok bu özelliğin yitirilmesindendir. Bu hayata ne anılar sığmıştır, sözgelimi bir gencin hayatı kadar yaşanmışlığınız, birlikte vakit geçirmişliğiniz, görmüşlüğünüz, sevmişliğiniz vardır. Böyle böyle insanın içinde bir yerler solar, tüm çiçekleri solduğunda o kişi artık başka çiçeklerinin açmayacağına inanır. Hayatın seyri onun için durmuştur ve artık karşısına farklı hiçbir durum ve hiçbir insan çıkmayacaktır. Hayattan hiçbir beklentisi kalmamıştır, ki o kişi artık ölüdür. Bilirsiniz, bir çiçeğin açışı ne kadar mutluluk vericiyse, soluşu da o kadar hüzün vericidir. Bu yüzden yeni çiçekler açsın, yaşam devam etsin diye mezarlara hep çiçek ekilir.

Yakını ölen kişi kasetçalarda devamlı başa sarılan kasetler gibi kafasında onunla ilgili anıları döndürüp durmakla cezalandırılmıştır. Ölmekten çok kalmak zordur, hayatın boyunca bütün bir suçluluğu taşımaya imza atmaktır gidenin arkasından kalmak, yaşamak suçu. Belki de bu yüzden gidenin arkasından ölmeyi seçmek daha kolaydır. Bütün anılar birbirine eklenerek bitmeyen bir şarkı icat edilmiştir, böylece ömrü sonsuza uzatılmıştır. Ve şarkılar insanı anlatır ve bazı şarkılar özellikle yokluğu çekilen insanları hatırlatır. Şarkılar geçmişi hatırlamak için bir sürü sihirli söz saklar içinde, kafana göre yorumla, anımsa ve seç seç hüzünlen. Yazanın nasıl bir hikayesi olduğunu bilemezsin sonuçta, kendi hikayene klip çeker, şarkıyı kafanda ona göre oynatır, ağlarsın.

İnsan yaşlanınca çevresindeki insanların birer birer yok oluşuyla, eksilir, eksilir ve kendi özüne döner. Katıksız ve yalnızdır artık. Yeni doğmuş gibi kimsesizdir.  Üstünde hiçbir giysi yoktur. Şanslıysa, uzun yaşarsa en eksik, en tamam ve en çocuk haliyle ölür ve gömülür. Bir tek üstüne beyaz bir elbise giydirilir, günahsız olduğunu simgelercesine. Mezara sevdiği şeyleri götüremez ama zaten sevdiği herkes öte taraftadır.

Toprak, gidenler hiç geri gelmediği için bu kadar güzel kokar, gidenler de hep güzel anılır. Ve cennet hiç görülmediği için bu kadar güzel anlatılır.

ÖLMEDEN ÖNCE ÖLÜNÜZ

(KalemKahveKlavye dergisinden alınmıştır)14 Ocak 2013 Pazartesi


“Ölmeden Önce Ölünüz” / The Fountain Filmi Üzerine | Koray Sarıdoğan



Dinlemeye korktuğum şarkılar var. Hayatımın playlistinde ilk 10’a girecek kadar taptığım, ama asla yolda yürürken, kahveiçerken, bu dünyanın sıradan bir anında dinleyemeyecek kadar korktuğum, endişelendiğim şarkılar… The Fountain filmininsoundtrack albümü baştan sona bu şarkılardan birkaçını taşıyor. Sadece müzikleri değil, film de beni korkutuyor.


Aynı filmi birkaç kez izleme isteği, saplantılı insanların karakter özelliklerindendir. Ben de onlardan biriyim; defalarca izleyip yine izleyeceğim çok film var. İçlerinde bir tek The Fountain (Kaynak), içim gitmesine rağmen klasörüne çift tıklayamadığım filmlerden… Peki bu korku neden?

Murat Menteş, “Korkma Ben Varım”da “Kalbinizde olup da hiç kimseye anlatmayı başaramadığınız dile getirilmesi imkansız bir şey var ya -işte Allah onu biliyor, üzülmeyin” der. Amenna… Peki o şey ne? İslam’ın secdede, Hristiyanlığın kilisede, Buda’nın meditasyonda, dervişlerin yollarda, müptelanın kimyasallarda aradığı o büyük eksik ne? Daha da önemlisi, hayatlarımızda tam anlamıyla “tam” olan şeyler var mı? Aşkımız, sevgimiz, dostluklarımız, kanunlarımız, tabularımız, sınırlarımız, hazlarımız ve eşyalarımız; bütün bunlar asla tamamlanamayacak bir eksik için üretilmiş, biraz insan yapımı, biraz içgüdü eseri şeyler olmasın?

Kuantum fiziğine göre hiçbir şeye tam olarak dokunamıyoruz. Dokunma hissi sırasında varlıklar arasında gözle görülmez boşluklar oluşuyor. Dokunuşlarımız tam değil. Bir şiir, bir kitapsayısız başka esere ve fikre açılıyor ve asla bir “zirve anlam”a ulaşmıyor. Anlamlar tam değil. Çok seviyoruz; elde edemediğimizde ya geçiyor, ya soluyor. Elde ettiğimizde ısısını kaybediyor. Sevgilerimiz tam değil. Arzularımız, güdülerimiz var. Hepsi en fazla birkaç orgazma kadar. Sevişmelerimiz tam değil. Bu dünyaya dair bilinmezlikler herkes için söz konusu. Ama her an ölecek gibi yaşamakla, hiç ölmeyecek gibi yaşamak arasında büyük bir varoluş farkı var.


Duralım…
Demek istediğim, “Öteki dünyaya hazırlık yapalım” değil. Bu yazının mantığına paralel olarak demek istediğim şu: Kuyruğunu kovalayan köpeğin çemberi gibi hayatlarımız. İnsanoğlunun hayatta kalma ve hayatı anlamlandırma güdüsü yüzünden, birçok gerçek gibi ölümü de olumsuzladık. Ne ölüm olumsuz, ne de hayat. Aciz fikriyatımız, ölümün olduğu yere soru işareti koyarak bu dünyayı bir cevap sanıyor. Asıl soru işareti, bu hayatın kendisi. Cevaba henüz gelmedik.

Düşün şimdi; anlamak mı daha önemli hissetmek mi? Sözlerini bilmesen de kağıt kesiği gibi acıtan şarkılar, sonunu çözemesen de etkilendiğin filmler, kaynağını bilmesen de çarpıldığın kokular varken anlamaktan bahsetme n’olur! Anlamak hiçbir şeyin sonucu ve sebebi değil. Anlamak asla tamamlanan bir şey değil. Anlamak bu dünyaya dair. Oysa hissetmek, gördüğümüz ve göreceğimiz tüm alemleri kapsayabilir.
The Fountain’e gelelim… En büyük korkum,bilinçaltım. Bilincimin altı ile üstü arasında köprü kuran görüntüler, Tom’un saydam küresi ile yaşamın kaynağına, Mayaların “Şibalba”, bizim âb-ı hayâtdediğimiz yere çıkarken gördüğümüz görüntülerle aynı. İzzi’nin ölüme karşı cesur ve hatta istekli duruşu, yolun sonuna her gelişimde “Bundan sonrası da var” diye düşünmemle aynı.


Nefret ettiğin şeyleri, çocukluğunda ve geçmişinde canını ölümüne yakan anıları, kaybettiklerini, asla kazanamayacaklarını, başaramadıklarını, ağladığın, geberdiğin zamanları unutmak istiyorsun. Duyguların en zirvede duranını, huzur verenini arıyorsun. Kendini atmak ve her şeyi unutmak istediğin manzaralar, evler veya şehirler var. Bazı rüyalarında ulaşman gerektiğini bildiğin, sahip olduğun ne varsa parçalayarak varmaya çalıştığın yerler oluyor değil mi? Bazen bir deniz, bir yol veya ev. Bir dokunsan, bir daha hiç uyanmamayı bile kabul edersin. Gerçekte arzulamadığın kadar arzuluyorsun o rüyadaki hedefi… Fark ettin mi, tüm bu çabalar, bu dünyaya dair şeylerden kurtulmak için. Ve bu dünyaya dair şeylerden kurtulmak, bu dünyada olmamakla mümkün belki… Tamam, ölümü arzulama ama onu olumsuzlama da. Dalından düşen meyve toprak için yeni bir tohum demektir, biten her şey yeni şeylerin olması demektir, acıların ve üzüntülerin yeni cümleler demektir ve ölüm, yeni bir hayat demektir. Sana bu dünyadan sonrasında Cennet’e, Cehennem’e ya da falanca yere gideceksin diye garanti veremem, buna ispatım yok. Ama sana bu dünyadan sonrasını ispatlamak için elimde saçma sapan bir hayat var. Bütün olay, bu saçma ve kısır hayattan ibaret olamaz, değil mi?

Öleceğiz dostum. Öleceğiz sevgilim. Bu dünyada yeniden ayağa kalkabilmek için nasıl yıkılmak gerekiyorsa, yeniden hissedebilmek için o tek vuruşluk acıyı tadacağız. Herkesin kaçmaya çalıştığı ölümün, gerçekten de “huzura giden bir yol” olduğunu anlayacağız. Murat Menteş’in bahsettiği o şey, senin rüyalarında, benim kabuslarımda kovaladığım, sıradan hayatlarımızdaki kötülüklerden kaçıp kendimizi atmak istediğimiz o yer; işte orası, ne bir sevgilinin kolları, ne annenin kucağı, ne sıcak bir yatak, ne de bir deniz manzarası… Orası, bu dünyada anlayamayacağın ama belki hissedebileceğin bir yer. Bu yüzdenThe Fountain, anlamaya çalışmak yerine zerrelerine kadar hissetmek için izlenen bir film. Ben bu yüzden izlemekten ve dinlemekten korkuyorum. Çünkü menzile varmayı değil, yolda olmayı seviyorum. Çünkü yolda olmayı severek, ölümü anlayabileceğimi biliyorum. Çünkü insan hep bir şey bekler bu hayattan dostum, ama o beklediği şeye kendini hazırlamaz. Ben yolda olmayı severek kendimi sona hazırlıyorum. Yok olmak için değil; bu dünyada yok olduğumu hissettiğim her an kelimelerle cümleler yaratmayı bildiğim için, tükendiğim her an birazdan başlayacağımı öğrendiğim için, her şey bittiğinde ne rüyalarda, ne sıradan günlerde ulaşacak bir yer kalmayacağını, zaten orada olacağımı bildiğim için. Kötü biri olmaktan korkarken daha çok kötülük yapmaktan kurtulacağımı, çünkü iyi ve kötünün olmadığını anlayacağım için… Gittiğim şehirlerde ve sevdiğim kadınlarda bazen ölümüne hissettiğim, ama asla ölecek kadar hissedemediğim şeye ulaşacağım için. Ölümün bir hastalık değil, yaşamak zehrinin panzehri olduğunu bildiğim için.

Keşke daha çok kelimem olsa, daha komplike varyasyonlarla anlatabilsem; hem Fountain’i, hem hissettiklerimi. Keşke, deliler gibi aşık olmak isteyip olamamanın sancısını, keşke çıldırırcasına var olmak isteyip safdışı kalmanın acısını, kavgalarıma, anlaşmazlıklarıma, parasızlıklarıma, başarısızlıklarıma kalın bir zar çekip, o filmi izlediğimde hissettiğim saydam, berrak ve huzurlu hissi, hiçbir şeyle temas etmeden duran ve bana “Bir gün elbet” kararlılığını veren, ama bu dünyaya değil, tüm dünyaların ötesine ve üstüne çıkararak hissettiren, hedeflerin, planların, stratejilerin, ilişkilerin çok üstünde bir yerde olduğumu düşündüren, hani uzanamadığın şeye parmak mesafesiyle durduğun, hani avla avcı arasında milimetre hesabıyla gördüğün, içinin kıyıldığı, canının çıktığı, ulaşamayacağını bilsen de sırf ulaşmak istediğin bir şey bulmuş olmanın tadını çıkardığın o yer… Kökleri hiçbir yere girmese de kök saldığı için mutlu olan bir ağaç. Büyütecek su bulamasa da filiz verdiği için sevinen tohum… Bu hayatta bir amaç bulmuş olmayı, amacı gerçekleştirmeye bile değişmeyeceğini bildiğin an…

Anlatamadım, ama çok yakınım… O sesi duyuyorum: “Bitir” diyor. Bitiriyorum, yeniden başlasın diye.
Bir gün herkes, hiç doğmamış olacak.


ÖLMEDEN ÖNCE ÖLMEK

(Dücane Cündioğlu'nun Simurgta yayınlanan bir yazısı tarih 5 haziran 1999)

Sorumluluklarımız var, hem de ne pahasına olursa olsun yerine getirmek zorunda olduğumuz sorumluluklar.

Sıkıntılarımız var, bir türlü halledemediğimiz, görmezden gelemeyeceğimiz, ne yapalım olsun diyemeyeceğimiz sıkıntılar.

Sorularımız var, sormaktan kaçınamayacağımız, cevabını bulmakla mükellef olduğumuz, cevabını bulmayı başkalarına devredemeyeceğimiz sorular.
Bir dünya var zihnimizde, hayalini kurduğumuz, hayalimizde yaşattığımız, hayaliyle yaşadığımız bir dünya. Bizi biz yapan bir dünya.

Sevgilerimizin de, nefretlerimizin de kendisiyle anlam bulabildiği bir dünya.

Bir de içinde yaşadığımız bir dünya var, canımızı sıkan, nefsimizi bunaltan, keyfimizi kaçıran bir dünya. Kendisiyle mücadele etmek zorunda bulunduğumuz bir dünya. Peşine takılıp gitmememiz gereken bir dünya. Bize acı veren, dert veren, sıkıntı veren bir dünya.

Hangisi gerçek acaba? Hangisi yaşanmaya/yaşatmaya değer bir dünya?

Bir zamanlar hepimiz zihnimizdeki dünya adına, hayallerimiz adına içinde varolduğumuz dünyayı reddettik, onun gerçekliğini gerçek saymadık, bize verdiği acıları bile umursamadık. Fuzûlî gibi Aradan ey şem-çık bir gûşe dut kim gece/Bezm bir horşîd tal‘atdan münevverdür mânâ dedik. Yumruklarımızı sıktık, dişlerimizi sıktık, canımızı sıktık, lâkin değer vermedik o gerçek sûretindeki yalan dünyaya.

Cevabımız hazırdı. Çünkü itirazı, itizali seçmiştik bir kere. Üstelik kızkulesini mesken edinmiştik. Evimizi yıldızlar aydınlatıyordu, yıldızları ise biz aydınlatıyorduk. Herbirimiz birer güneşti. Ve aydınları ısıtan, ışıltan asıl bizlerdik.

Biz zamiri dahî o zamanlar gerçek bir bize tekabül etmiyordu. Biz belki de hiç varolmamıştı. O bizi de biz varetmiş idik, kimbilir. Fiilerimizde saklı (müstetir) zamiri dışarı çıkarmaya, başkalarına göstermeye ne de meraklı idik! Biz bizdemekten hoşlanır, bizsiz eylemlerin olamayacağını zannederdik. Yalnız olduğumuzda, yalnız gezdiğimizde, yalnız başına kaldığımızda dahî biz olmaktan, eylemlerimizin zamirini zikretmekten vazgeçmezdik. Beyazlar saçlarımızı bir alev gibi yalasın isterdik, ayaklarımızın ağrısını muskalara biz yazarak kesmeyi denerdik, sanki bizin olmadığını bilirdik de bunu kendimize itiraf etmekten korkardık.

O zamanlar bizler gerçekten korkardık. Fakat bizler aslâ birer korkak değildik. Hayata kafa tutardık, hem de hiç korkmadan, hiçbir şeyden korkmadan. Gerçeğin kendisinden korkmazdık, sadece gerçekten korkardık. Korkumuz gerçekti, gerçeğin ta kendisiydi çünkü.

Hayatı yaşamanın keyifli olduğu günlerdi o günler. Sadece, ama sadece hayalleri genç, yürekleri genç, acıları genç insanların tadını çıkarabileceği günler. Nedense bizler hayatta iken hayatıdeğil, hep ölümü düşündük, ölümü düşünerek yaşadık, ölümle birlikte yaşadık. Öldüğümüzde ise, hayatın gülümseyen yüzü kapımızı çalmaya başladı. (Elimizdeyken, kendisine sahipken reddettiğimiz, taleplerini geri çevirdiğimiz hayata, onu elimizden kaçırdığımızda mı kıymet verecektik!) Netice itibariyle, hayat bize küsmüştü, bizim ona küstüğümüz günlere nisbet.

Bir ölür, bin diriliz diyorlardı... Biz ise bin kere ölüyor ve fakat bir kere bile dirilmiyor, dirilmeyi istemiyorduk. Biz sadece ölüyorduk. Sadece biz ölüyorduk. Ölmek sadece bize mahsûstu. Ölmeyi seviyorduk, ölür gibi yapmaktan, ölmüş gibi davranmaktan ise nefret ediyorduk.
Şimdi dünya değişti. Biz onun zaten değiştiğini/değişeceğini biliyorduk ve bu yüzden hiç şaşırmadık. Şaşıranlara da şaşırmadık. Öyle ya, daha o zamanlar biz onlara arkadaşlarımızı kendi yaşıtlarımızdan seçmediğimizi ve seçmeyeceğimizi söylememiş miydik? Genç yaşta bile bile yaşlanmaya karar verdiğimizi kendilerine bildirmemiş miydik? Onlar çayırlardan papatyakoparırlarken, bizler kabristanlarımıza servi fidanları dikmiyor muyduk?!

Onlar seviyor mu, sevmiyor mu diye soruyorlardı, bizler ise yârin sevgisinden şüphelenmenin câiz olmadığını iddia ediyorduk. (Kim mi onlar? Onları, defterlerinin arasına sakladıkları papatya çöplerinden tanıyabilirsiniz. Çünkü onların papatyaları yapraksızdır.)

Bizi şimdi, tıpkı daha önce de yaptıkları gibi, gerçek dünyayla yüzyüze getirmeye çalışıyorlar. Kapımızı çalan hayatın o gülümseyen yüzüyle yüzleşmemizi talep ediyorlar bizlerden. Ölümü unutmamızı, ölülerimizi terketmemizi istiyorlar. Diktiğimiz servilerin dibine su dökmemize lüzûm olmadığı husûsunda bizi iknâya çalışıyorlar. Kabristanlarımızı şehrin dışında, hayatın dışında inşâ etmemizi teklif ediyorlar. Bununla kalmıyorlar ve bize her türlü yardımı yapacaklarını da vaad ediyorlar. Ne garip ki bizim kabristanlarımızı en başta zaten şehrin dışında yapmış olduğumuzu hiç akıllarına getirmiyorlar.

Şimdi kabristanlarımız tüm heybetiyle şehrin ortasında. Serviler ise iyiden iyiye büyümüş. Bize ikide bir hayatı hatırlatmalarının tek nedeni de işte bu: Serviler. Evet, ölüm kalım mücadelesinin tek nedeni, bize hayat veren o güzelim serviler!


Onlar seviyor mu, sevmiyor mu diye soruyorlardı, bizler ise yârin sevgisinden şüphelenmenin câiz olmadığını iddia ediyorduk.

Başka ne yapabilirdik ki bizler ölüyorduk.

Bildiğimiz başka bir şey yoktu, biz bir başımıza vav'ın sırrıyla meşgul oluyorduk.