30 Tem 2017

GÖKYÜZÜNDE YILDIZLARI VE SONSUZLUGU GÖREBILIRSIN



yasam her seye karsin bir peri masalina benzer gökyüzünde yildizlari ve sonsuzlugu görebilirsin. van gogh

Auto Draft


“Allah’ın sana verdiğiyle ahiret yurdunu ara, ama dünyadan da nasibini unutma, Allah sana nasıl iyilik ettiyse sen de öyle iyilik et, yeryüzünde bozgunculuk (etmeyi) isteme, çünkü Allah bozguncuları sevmez.” kasas 77

(bu ayetin klasik yorumu özetle ; hic ölmeyecekmis gibi bu dünya icin yarin ölecekmis gibi ahiret icin calis -büyük ihtimal uydurma- hadisiyle aciklamasidir. allahin sana verdigi mallardan harca ama arada da yemeyi unutma gibisinden avam bir yorum. ne kisirlik ! ne körlük! van gogh'un tablosuna bakip ; ne var bunda saman yiginin yaninda yatan iki kisi iste demek gibi..nasipsizlik fena bir sey allah etmesin)

bu ayet kadar yasamin özünü net tarif eden bir ayet yok benim nazarimda..van gogh ayet ne alaka demeyin..
yeryüzünde durup gökyüzünü idrak etmek ayni zamanda yer yüzünü de idrak etmektir..
gök yüzündeki yildizlari ve sonsuzlugu göremeyen yer yüzündeki sonlulugun icinde yitip gider..
gözün  hep yukarida olsun ama bastigin yere saglam bas diyor ayet..
sonsuzluktan bakarsak sonlulugu kavrayamayiz ancak sonluluktan sonsuzluga bakabiliriz..
yasam gercekten de peri masalidir bir varmis bir yokmus maksat üstümüzdeki sonsuzlugu kesfetmek rüyadan hakikate kanatlanmak..
yukariya bakmayan asagiyi idrak edemez..

hatirlayinki van gogh kadar harika kimse cizemedi gögü(hastasiyim)...
o anlamisti...

(nasip kelimesinin etimolojisine falan girecektim is uzayacak bu kadar kafi)

REISIN TAIFESI,LÜMPEN BURJUVA VE AVAM

" Zihnimiz karar verme aşamasına geldiğinde, dış dünyaya ait bilgileri, küçüklüğümüzden itibaren o zamana kadar edindiği bilgilerle ve hatta duygularla mukayese eder ve tutarlı(!) bir bütünlük oluşturmaya çalışır. Buna Geştalt adı da verilir. İşte bu tutarlı bilgiler uygun duygusal bilgilerle beraber nihai bir inanma veya inanç ortaya çıkartır ki, bu, bizde haklı olmaya yönelik bir hissiyat oluşturur.

Eğer, haklı olduğuna inanılan böyle bir zihinsel mekanizma olmasaydı, insan bir sonraki eyleme geçmek için gerekli motivasyonu sağlayamazdı. Bunun nedeni, bir sonraki davranışını, haklı olduğuna inandığı davranış ve düşüncesi üzerine kuracağı içindir. Başka türlü söylemek gerekirse bir sonraki yapacağı davranış, düşünce vb. eylemlerin bir evvelki davranış ve düşüncesiyle tutarlı olması için bir evvelki bu düşünce veya davranış konusunda haklı olduğuna inanması gerekir. Aksi halde, yapacağı davranış veya düşünce ile çelişkiye düşer ve sonraki davranış veya düşünce için gerekli motivasyonu sağlayamazdı." (hakli olmanin mekanizmasi-tanri var mi blogspot )

bu alinti burada dursun iyice bir sindirin sonra alttaki alintiya gecin..alintidaki cizimde farkettiginiz gibi 3 diyen kisinin tarafindan cubuklar 3 tane , 4 diyenin tarafindan bakinca 4 tane gözüküyor..dikkat etmediyseniz uyarayim...

" Geçen yıl bu zamanlar, Almanya’nın küçük şehirlerinden birinde bir taksiye bindim. Gideceğim yeri söyledikten hemen sonra da “nerelisiniz” diye sordum, çünkü o şehirdeki taksi şoförlerinin büyük çoğunluğunun Türkiyeli olduklarını biliyorum. Almanca bilmiyorum, taksi sürücüleri de genellikle İngilizce bilmiyor. Türkiyelilerse Türkçe devam edelim, diye düşündüm. Türkiyeliydi. Neden sorduğumu Türkçe söyledim ve konuşmaya başladık. 15 Temmuz’dan hemen sonraki günler olduğu için konu hemen Türkiye’nin hallerine geldi. İkimiz de karşıydık darbenin her türlüsüne. Olacak iş değildi. Eğer bir hükümetin değiştirilmesi isteniyorsa onu yapacak olan o halkın kendisiydi, silahla, tankla olmazdı o iş. Buraya kadar hemfikirdik. Hemfikir olmadığımız şey değiştirilmesi gerekenin AKP hükümeti olmasıydı.
AKP’nin neyi kötü yaptığı konusunda söylediklerimi anlatmayacağım. Enteresan olan söylediklerime itiraz etmiyor oluşuydu. “Buradan da görülüyor yolsuzluğun, rüşvetin alıp başını gittiği, ama kim yapmadı ki böyle şeyler.” “Kürtleri yarı yolda bıraktı, ama Kürtler de sözlerinde durmadılar.” “İstanbul, İstanbul olmaktan çıkmış, fakat yatırım da lazım.” “Tarımın bittiğini köye gittiğimde ben de görüyorum, ama ne zaman iyi oldu ki?” “Türkiye dünyadan kopuyor, fakat dünya da Türkiye’den kopuyor.”
İnanmakta zorluk çektiğim bir kadercilik akıyordu cümlelerinden: “Böyle gelmiş, böyle gider, dünyanın gidişatını dindar Müslümanlar değiştirecek değil ya!” Gideceğim yere gelmiştik ama biraz daha sohbet etmek istediğini söyledi. Aciliyet arzeden bir işim yoktu. Yol kenarındaki yemyeşil parkın kıyısında bir banka oturup konuşmaya devam ettik. Sordum, “Açıkçası beni AKP’yi neden desteklediğiniz konusunda ikna edemediniz. Öncekilerden farklı olmadığını söylediğiniz bu partiyi, ekibi ne demeye destekliyorsunuz?”
Cevap beklemediğim yerden geldi. 20 yıl kadar önce üst üste üç kez “İslami şirketler” tarafından dolandırılmıştı. Kumar gibi, her seferinde bir önceki vakada kaybettiklerini telafi etmek için aynı fikre ama başka bir şirkete yatırım yapmıştı. Sonunda onca sene Almanya’da işçilik yaparak edindiği bütün birikimi kaybetmişti. Çocuklarını okutabilmek için de taksi şoförlüğü yapmaya başlamıştı. Çünkü artık Almanya’da da tekrar o birikimi elde edebileceği çalışma ortamı yoktu. Aylık kazancıyla geçiniyordu. Onca yıl sarfettiği emekten geriye hiçbir şey kalmamıştı.
Dedim ki, “İyi de bu dedikleriniz o söylediğiniz paraların palazlandırdığı İslamcıların devamı olan partiye destek değil, muhalif olmak için sebep. Deniz Feneri’nde neler olduğunu hatırlamıyor musunuz? AKP’nin Deniz Feneri’ne nasıl sahip çıktığını? Tamam o şirketler bir önceki dönemin şirketleri, ama AKP de sizin zararınızı telafi etmek için hiç bir şey yapmadı.”
“Yok yapmadı,” diye devam etti. Aksine AKP’nin onlardan çalınan paralarla kurulup serpildiğini düşünüyordu. Şaşkınlığım iyice arttı, “E o zaman neden destek oluyorsunuz bu insanlara?”
Söze “Müslümanlar nihayet Türkiye’de rahat ettiler” diye başladı. “Ama o rahat sizin hayatınız boyunca edindiğiniz birikim, çocuklarınızın rızkı sayesinde oldu. Siz de emekliliğin tadını çıkartacağınız dönemde çalışıyorsunuz. Niye hakkınızı helal ediyorsunuz?” Sonra artık müdahale etmedim. Uzun uzun anlattı içinden geçenleri. Anladığım şuydu: Eğer AKP iktidarını mümkün kılan şeyin onun ve Almanya’daki komşularının, arkadaşlarının birikimiyle kurulduğunu ve yolsuzluğa, rüşvete, hukuksuzluğa sermaye olduğunu kabul ederse, tüm hayat hikâyesi dini hassasiyetlerle verdiği bir ticari kararla çöpe gitmiş olacaktı. Hayatına verdiği anlam hem de birden çok düzeyde sarsılacaktı. Bu dönemde devletin vatandaşına yaptığı haksızlıkların arttığını bilmesine rağmen AKP’yi desteklemeye devam etmesinin sebebi ilerde bir gün bütün bu kötülüklerden iyi bir sonuca ulaşılacağı umuduydu. Hayatının, çocuklarının rızkının, zamanında verdiği kötü bir kararla yanlış insanlara ve onların kötülüklerine sermaye olduğunu düşünmektense, bu umuda sarılmayı tercih etmişti. Bana inandırıcı gelmedi anlattıkları. Üsteledim: “Yani siz bunca kötülüğün ilerde iyi bir şeye evrilebileceğine sahiden inanıyor musunuz?” “Başka çarem var mı ki?” dedi......" (ayse cavdar-artigercek) 

bilimi, sosyal ve bireysel hikayelere zumlarsaniz hikayenin ana fikrini tespit ve teshis ve nihayetinde de anlamis olursunuz. anladiginiz seye bakisiniz degisir ve empati kurmaya baslarsiniz ve kendi hikayelerinizle karsilastirirsiniz. yeterli bir egitiminiz varsa ve muhatabinizin bilincinin kapilari kilitli degilse gercekligin sagaltici düzlemine el birligiyle cikabilirsiniz..

beyni tanimak insani tanimak demek..cagrisimli düsünme cok konforludur ve direk muhatabinizi yaftalar.böylece eylemlerinize haklilik zemini olusturursunuz..

korku ve kaygi en büyük stress yapicilardir ve beyin bu iki duyguya esir düstügünde duyusal beynimiz bilincli beynimizi tamamen devre disi birakir ve yasam alanini savunan bir hayvana dönüsürüz..

bu ara sik sik degindim bu konuya..hirsiz,hain,comar,dinci,amerikan usagi,fetöcü,yardakci ve terörist ..

bu kelimelerle konusuyorsaniz cagrisimli düsünüyorsunuz yani aslinda düsünmüyorsunuz demektir..

erdogani ve ak partiyi iktidardan düsürmek isteyenler benim blogu takip etsin :-))) benim öyle bir derdim yok..ben anlama gayretinde olan bir insanim..

taksi söförünün su cümlesine dikkat edin cok sade ama her seyi kapsiyor " türkiyede müslümanlar nihayet rahat ettiler " ..burun kivirabilirsin görmezlikten gelebilirsin, inkar edebilirsin lakin gerceklik degismez.. bu argüman limbik sistemden geliyor yani en derinden duygularimizin kaynagindan..bunu mantiksal önermelerle degersizlestirmeye kalkmak ne yaptigini bilmemektir..(ayse hanimin tavri da anlamaktan ziyade yargilayici bir dil tipki ak parti disindaki herkesin yaptigi gibi.neyse bir seyler anlamis en azindan.bu dille o insanlarin ruh dünyasina giremezsiniz tipki kürtlere dönüp neyiniz eksik demek gibi ne olamiyorsunuz bu ülkede de kavga cikartiyorsunuz. adam kürt olamiyor bunu anlamak cok mu zor)

yani bize kimligimizi veren seyleri özgürce ifade etme ve yasama imkanimiz olmadigi sürece ilk öncelik budur. ülkedeki ,laik,dindar,türk,kürt,gayri müslim ve alevi kimligini bu söylediklerim baglaminda degerlendirin.. yani bu cümlenin icine müslümanlari cikarip istediginiz kimligi koyabilirsiniz... 

henüz kimlik insaa etme ve kimlik üzerinden anlam yaratma seviyesindeyiz.insallah bir gün yetiskin olacagiz ve artik kimliklerimizi icsellestirip kavramlar üzerinden birbirimizle iletisim kurmaya baslayacagiz..o zaman ne kürt sorunu ne din sorunu ne de kin sorunumuz olmayacak..daha iyi siyaset daha etkin egitim daha etkin demokratik haklar ve bireysel haklar gündemimizde olacak..

umarim derdimi anlatabilmisimdir...

ne mutlu insanim diyene...

TÜRKIYEDE BELEDIYECILIGIN KISA TARIHI



aci aci güldüm,ülkedeki politik aptalligin röntgeni.tabi halk olarak ta bizim bönlügümüzün..en alttaki arnavut kaldirimin üstüne asfalt dökmek bildigin cinayet..insan estetige bu kadar düsman olur...

INSAN ZIHNIDE BÖYLEDIR FARKINDA OLMAZSAN AKLINI ASFALTLA ÖRTERLER

29 Tem 2017

MANTIKLI TOPLUMLAR NEDEN BAZEN SACMA SEYLER YAPAR-AIDIYET VE TOPLUM

"insani ve kitleleri harekete geciren duygulardir,düsünce degil"

uygun sartlarda her birey ve her topluluk-toplum cinayet isleyebilir. beynimiz icin en temel amac bedeni hayatta tutmaktir tehdit algisi kritik seviyeyi astiginda sizi elinizde baltayla bütün ailenizi parcalayan bir canavara dönüstürür. erdoganin basarisi uygun kosullarda uygun kitleyi uygun liderlikle eslemesidir. sartlar degistiginde her sey degisir. bilim iyidir anlamayi saglar..uygun sartlarda sizde ayni comarliklari yaparsiniz bundan emin olun yani siz iyi onlar kötü degil. sartlar böyle..
limbik sistemi iyi ögrenin oltaya gelmezsiniz..
iyi okumalar..

MANTIKLI TOPLUMLAR NEDEN BAZEN SAÇMA ŞEYLER YAPAR?

“İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünyadaki bir çok sosyal bilimcinin beynini bir soru kemiriyordu:

Kant, Hegel gibi büyük filozofları, Einstein gibi bilimcileri, Goethe gibi büyük yazarları, Wagner gibi büyük bestecileri çıkarmış bir Alman toplumu, nasıl olur da Hitler gibi bir delinin peşinden gitmişti? Üstelik 20 milyondan fazla insanın ölmesine neden olduğu halde? Hitler "mühendis kafalı” olmalarıyla ünlü Almanlara ne yapmıştı? Onların mantıklarını nasıl “servis dışı” hale getirmişti?

Sorunun özü şuydu: Mantıklı insanların/toplumların mantıksız davranmaya başlamasına sebep olan neydi?

Uzun süren araştırmalarla cevabın bazı parçaları keşfedildi. En önemli kavram “R-kompleks” denilen olguydu. (google da arayınız:)

Almanların beyninde “R-Kompleks” denilen beyin bölgesi, baskın hale getirilmişti. R kompleks, “sürüngen beyin bölgesi” demektir. Her beyinde bulunur. R kompleksle yönetmek, kitlelerin beynindeki “ilkel içgüdüleri aktive ederek, mantıksal düşünmeyi baskılamak” demektir.

Peki bu tip liderlerin metodu neydi?
Sosyal psikoloji araştırmalarına göre, bir insanın beyinin R-kompleks seviyesine indirgemenin en iyi yollarından biri onu bir gruba dahil etmekti. İnsanları “biz ve onlar” diye ayırmaktı. İç bağları sıkı bir grup içindeki kişi “akıl ihalesi” yoluyla mantığını kullanmaktan vazgeçebiliyordu.

Bu amaçla kullanılan ikinci yol, kitleleri “korku kültüründe” yaşatmaktı. Aynı şekilde “dış düşmanlar” göstererek korkuya dayalı politik propaganda yapılarak da kitleler R-kompleks seviyesine indirilebiliyor. Gerçek dış düşmanlar yoksa, da hayali dış düşmanlar yaratılıyordu!

Araştırmacılara göre, bu siyasi stratejide 3-D çok önemlidir: Düşman göster, Dayanışma duygusunu kışkırt, Düşündürme! Sürekli çatışma çıkar ki, taraftarların düşünemesinler! İnsanların mantığına değil içgüdülerine hitap et!

Peki kitleler bu tip “R kompleksli” liderlerde ne buluyorlar?
En önemli açıklamalardan biri özdeşlik kurma psikolojisiydi. Araştırmacılara göre, kendi hayatında yenik, ezik, kompleksli kişiler, bu tür gücü ve otoriteyi temsil eden liderler üzerinden, kendilerini ezen kocalarından, patronlarından, üst sınıftan kendilerince intikam alıyorlardı.

R-komplekse hitap eden liderlerin en büyük sırrı, kendisini bir “intikam aracı” olarak sunmalarıydı. Onlar hep; Kaybedenlere oynayarak kazanıyorlardı!

Kimliklerini bir düşmana göre konumlandırıyorlardı. Düşman yoksa, hayali düşmanlar yaratıyorlar, eğitimsiz ama öfkeli kitlelerin enerjisini bu yöne kanalize ederek, oy kazanıyorlardı.

Mesajları şöyleydi: “Ben de senin gibiyim ama senin olmadığın bir yerdeyim, oyunla bana güç ver nefret ettiğin herkesin canını okuyayım!”

Bu tip liderler kolaylıkla iktidara gelebilirken, gidişlerinde büyük bedel öder ve ödetirler. Çünkü hakim durumlarını kötüye kullanıp, kendilerini tek seçenek olmaya zorlarlar. Bu tip liderler, toplumlar için bir zeka testidir.

Alıntı yapılan kaynak: Mümin Sekman, Her Şey Beyinde Başlar, Alfa Yayım, 2011


YAZIDA bahsedilen R-Kompleks ifadesinin nörobilim karşılığı "Limbik sistem"dir. Limbik sistem, beynimizin ortasında ve her iki beyin yarıküresinde bulunan, bir anlamda birden fazla merkezin birbirleriyle bağlantısının mevcut olduğu bir sinir ağıdır.
Limbik sistem denilen bu merkezler ağının işlevi sonucunda duygularımız, vicdan dediğimiz kavram, saygı, itaat, adalet, güven, yardımlaşma, saldırganlık, adam kayırma, itaatsizlik, şüphe, adam öldürmek, anne sevgisi, çocuk sevgisi, aşık olmak, cinsellik, bağışlama, merhamet, kendini feda etmek, kıskançlık, haset ve akla gelebilecek yüzlerce davranışın çekirdeği ayrıca din, gelenek-görenek gibi bir çok sosyal işlevin merkezi olduğu anlaşılır. Daha açık bir lisanla, insanı insan yapan, kişiliğimizin belirlendiği yer büyük ölçüde burasıdır.

Buna karşılık, beynimizin önünde, alnımızın arkasında bulunan kısım ise düşünen beyin diğer adıyla prefrontal korteks olarak adlandırılır. İnsanı, diğer canlılardan ayıran kısım burasıdır. Biraz evvel, insanı insan yapan kısım olarak düşünen beyni yani diğer adıyla prefrontal korteksi değil, duygusal beyni yani limbik sistemi göstermiştik. Bu bir bakıma, insanı diğer canlılardan ayıran kısmın düşünen beyin olduğunu söylemekle bir çelişki olduğu söylenebilir. Ancak, duyguların ve yukarıda sadece bir kısmı sayılan yüzlerce davranışın nöronal (sinirsel) bilgilerin çıkış yeri limbik sistemdedir. İnsana yaşama sevinci veren, "Evrendeki yerim neresi?", "Niye varım?" sorusunu sordurtan, bir şey yapmak için bizi bir amaç doğrultusunda yönlendiren kısım limbik sistemdir. Evet, soruları soran düşünen beyindir ama sordurtan ise limbik sistemdir. En basitinden söylemek gerekirse, bu soruyu sormak için

"merak" dediğimiz bir mekanizmanın çalışması gerekir. Öyle ki, merak işlevi, düşünen beynimizin değil, limbik sistemin bir ürünüdür. Görülüyor ki, merak olmasa, soru da sorulmaz. Çünkü diğer memelilerde de en azından bildiklerimizde merak mekanizması vardır. (Kediler için bile, "kediyi öldüren meraktır" derler. Ve ayrıca geçmiş yazılarımızdan biliyoruz ki, limbik sistem yoksa, düşünen beyin de yoktur. Düşünen beyin yani prefrontal korteks, limbik sistemin sinir uzantılarının yeniden şekillenmesi ve limbik sistemin üzerine konumlanmak üzere evrimsel süreçte oluşmuştur. 

Adalet, yardımlaşma, annelik iç güdüsü, kıskançlık, adam öldürme, aşık olmak, sevmek, nefret ve daha yüzlercesi doğuştan gelir. Diğer bir deyişle, çocuk doğduğu ve gözlerini dünyaya açtığı anda bu davranışlara ait çekirdek bilgiler, çocuğun limbik sisteminde çoktan kodlanmış vaziyette zaten bulunmaktadır. Bu çekirdek bilgilerin nereden geldiği sorulabilir. Bu çekirdek bilgiler, atalarımızın milyon yıllık davranışlarının genlere işlenmiş şeklidir. Yani, yeni doğan çocuktaki bu bilgiler genlerimizle geçer. Genetik biliminin bir ileri safhası olarak incelenen epigenetik, fantastik veya sofistike olarak algılanabilecek bu türden konuları incelemektedir. Daha evvel Beynimiz ve Biz  yazı dizisinde Laniakea, Epigenetic, Connectome başlığı adı altında bir üniversitenin yeni dönem açılış konuşmasında, bir akademisyen kısmen bu bilgiye dokunmaktadır.

Peki buna karşılık düşünen beyin ne yapar diye sorulursa, düşünen beyin, genlerimizle gelen bu temel bilgileri çevrenin de etkisiyle, adına öğrenme dediğimiz mekanizma ile ya zenginleştirir ya da güdük bırakır. Söz gelimi, insanda zaten var olan yardımlaşma bilgisi, çocuğun daha küçüklüğünden itibaren öğrenme yoluyla (eğitim) işlenirse, çocuk, beyinde bulunan temel bilgi vasıtasıyla yardım denilen kavramın farkındalığına varacak ve hangi oranda etkilenmişse elbette ki diğer duygu ve davranış varyasyonlarının da eşliğinde yardım etmeyi az veya çok kişiliğinin ve dolayısıyla hayatının bir parçası yapacaktır. Bunun anlamı şudur. Söz gelimi eğer, beynimizde “yardım etme” adına çekirdek bilgi diye bir şey olmasaydı, biz, ne kadar istersek isteyelim, böyle bir kavramın asla farkında olmayacaktık demektir.

İşte, düşünen beyin, zaten doğuştan gelen bu çekirdek bilgileri diğer canlılardan -ki, bize en yakın tür

olan primatlardan şempanze, bonobo vb.- daha ileri seviyede işleyerek çeşitlendirir. İlave olarak, doğayı keşfeder. Bu işleve, kabaca düşünmediyoruz. İlginçtir ki, doğayı keşfederken dahi doğuştan gelen bu temel bilgilere ihtiyaç duyarız. Söz gelimi, bilim için gerekli olan “merak” dediğimiz kavram, yukarıda da bahsettiğimiz üzere doğuştan gelir yani limbik sistemin ürünüdür. Keza, bizi o şeyi bilmeye, merak etmeye motive eden unsur yine doğuştan gelir ve bu mekanizma nucleus accumbens ve onu faaliyete geçirip bizi motive eden ve adı dopamin olan kimyasal, yine limbik sistemin içinde yer alır.

Baştaki yazı ile bağlantılı olarak bu bilgileri neden paylaştık? Paylaştık çünkü, yukarıdaki yazıda ifade edilen insan kıyımına ve bugün de üzerinde yaşadığımız Dünya’da bizi birer topluluk, grup veya millet olarak kargaşaya, savaşa iten; bireysel olarak dahi, aynı apartmandaki karşı komşumuzla bizi ortak çıkarlarımız için arkadaş yapan, dost yapan veya tam aksine hasım veya düşman yapan, yine aynı mekanizmadır. Bu mekanizma, düşünen beyin değil, limbik sistemdir. Hatta bu yönlendirmelerin içine en ilkel kısım olan beyin sapını bile dahil edebiliriz.

Limbik sistem, ikna ve propagandaya açık bir sistemdir. Bir kişi veya yerine göre bir toplum uygun koşullarda limbik sistemin etkisi altında kalabilir ve topluca bir kitle hareketi oluşturabilir. Limbik sistemin baskın olduğu durumlarda, beynin düşünmeden sorumlu olan ön kısmı diğer adıyla prefrontal korteks paralize olur. Bir başka deyişle; düşünerek, var olan durumu analiz etmek ve buna bağlı sağduyulu davranış oluşturmak yerine, limbik sistem, bilinen diğer adıyla duygusal beynimiz, düşünen beyni sağduyulu düşünemez ve çoğunluğa itaat eder hale getirir. Aşk dediğimiz olguda da beyin benzer davranış içine girer. Karşı cinsle beraber olmak adına, limbik sistem, düşünen beyne giden sinyalleri ya bozar ya da düşünen beynin sağlıklı düşünmesini engeller. Bunu yaparken, beyinde günlük hayatta ve normal zamanda o dozda olmaması gereken nörotransmitterleri (sinirlerimizde bilgi ileticiler) veya hormonları arttırarak/azaltarak, salınımlarını değiştirerek veya beynimizde, sinir hücreleri arasındaki bilgi taşıyıcılardan; tuzda bulunan sodyum (Na), muzda bulunan potasyum (K) ve tebeşirde bulunan kalsiyum (Ca) iyonlarının sinir uzantılarında -adına akson denilen- kısımlardaki bilgi taşıma özelliklerini bozarlar. Bunu, cep telefonu ile konuşmak istediğimizde, birilerinin sinyal bozucu jammer ile havadaki dalgaların haber niteliğini bozup, karşı tarafa parazit gitmesini sağlamak gibi düşünebiliriz.

İlk etapta akla uygun değil gibi görünen bu toplu hareket şekli evrimin bir sonucudur ve aşkta olduğu gibi, düşünen beynin değil, limbik sistemin egemenliğindedir. Bunun da temel nedeni, doğuştan gelen yukarıda da bir kaçını saydığımız bir mekanizma olan aidiyet duygusunun kuvvetli bir şekilde devreye girmesidir.
Aidiyet duygusu, topluluğu bir arada tutan, dağılmasını önleyen güçlü bir mekanizmadır. Aidiyet mekanizmasının amacı, neyin doğru neyin yanlış bir davranış olduğunu ortaya koyan düşünceleri desteklemek değil, tam aksine, toplulukta var olan belirsizliği, kaosu, aşağılanmışlığı, düzensizliği kaldırmak, topluluğu bir arada tutacak güdüsel mekanizmayı (sonucu ne olursa olsun) çalıştırmak ve her halükarda var olmayı sürdürmektir. Bir başka deyişle aidiyet duygusu evrimsel süreçte dün ne ise bugün de aynısıdır. Düşünen beynin değil, düşünen beyni paralize edip yöneten limbik sistemin bir ürünüdür. İşte, "lider" denilen kavramın oluşma nedenlerinden biri de budur. Garip gibi görünebilir ancak, liderlik kavramı da doğuştan gelir. Gerek Solomon Ash’in “uyma”, gerekse Milgram’ın “itaat” deneylerine baktığımızda bunu görürüz. Zaten, itaat kavramını doğuştan gelen bir mekanizma olarak görüyorsak, bu mekanizmayı harekete geçiren, tetikleyen, ortaya çıkmasını sağlayan; zayıf veya kuvvetli bir etken olan bir mekanizma da ayrıca gereklidir. İşte bu mekanizma liderliktir. Liderlik ve itaat birbirlerini tamamlayan, grubu bir arada tutan mekanizmalardır. Aksi halde, doğuştan gelen sadece liderlik veya sadece itaat denilen bu davranışların bir fonksiyonu olmaz, daha doğrusu bir işlevi olmayan bir davranış da bizlerin bir parçası olarak beynimizde yer almazdı.

Bu bakımdan, II. Dünya Savaşında Hitler'in liderliğinde Almanların neden sağduyulu davranamadığı değil, zaten Birinci Dünya Savaşından yenik çıkmış ve ekonomi olarak da zayıflayan bir milletin, evrimsel bir mekanizmanın dürtüsü ile topyekûn harekete geçmesi, kendi varlığını gerek diğer milletlere gerekse kendilerine kanıtlama çabasıdır. Hitler'in başlattığı hareket, topluluğun ihtiyacı olan birliktelik (aidiyet) duygusunu harekete geçirdiği için bu duygu sağduyuyu bastırır. Bir yerden başlatılan hareket, hale etkisi olarak yayılır. İşte bu nedenle milliyetçilik denilen duygu da evrimin, limbik sistem içinde, genlerimiz vasıtasıyla, beynimize topyekûn davranma mekanizmasını dahil etmiştir. Nitekim, memeli hayvanların bir çoğuna baktığımızda (söz gelimi aslan topluluğu) lider ve bu lidere itaat mutlaka vardır. Keza şempanzelerde de alfa erkeği baskındır ve grubu yönetir.
Görülüyor ki, itaat, liderlik, saygı, aidiyet ve benzeri doğuştan gelen mekanizmalar, grubun bir arada tutmak için hayvanlar da dahil, olması elzem davranış mekanizmalarıdır. Ve biliyoruz ki, türdeki birbirlerini kıyım sadece insanlarda değil, şempanzelerde de vardır. Şempanzeler, diğer şempanze gruplarına saldırarak onların bireylerini öldürdüğü hatta parçaladığı kayda geçen gözlemlerdendir.

Bu arada R-Kompleks ifadesindeki R harfi yazının içinde de belirtildiği gibi Reptilien yani sürüngen demek olup beynimizin bu kısmının ilkel bir mekanizma olduğunu  belirtmek içindir. Nitekim, beynimizde R-Kompleks olarak bahsi geçen diğer adıyla limbik sistem, beynimizin düşünen kısmının henüz oluşmadığı zamanlarda zaten vardı. Diğer bir deyişle evrimsel süreçte beynimizin en eski yeri beyin sapı, ondan biraz yeni olan ve beyin sapı üzerine kurulan limbik sistem ve limbik sistemin üzerine kurulan ve son 250-300 bin yıl evvel sahip olduğumuzu tahmin ettiğimiz düşünen beynimiz yani alnımızın hemen arkasındaki prefrontal kortekstir. Zaten, limbik sistem, yazıda R-Kompleks denilen kısım sadece insanlarda değil kedi, köpek, at, yunus, şempanze ve nihayetinde tüm memeli hayvanlarda mevcuttur. Nitekim, sanki evrimsel sürecin bir tekrarını gözler önüne sergiliyormuş gibi anne karnındaki ceninin gelişim safhalarına bakılırsa, önce beyin sapı sonra duygusal beyin ve nihayetinde düşünen beyin oluştuğu görülür.

Son olarak, düşünen beyni kullanmak istesek de, alıntı yazıdaki gibi duygusal beyin tarafından paralize edilen, çalışmaz hale getirilen düşünen beyin ile, kitleler manipülasyona ve toplu yönlendirmeye son derece açık olup, bireyin sorgulama mekanizmasını ortadan kaldırdıkları gibi, sorgulayanları da düşman addeder. Çünkü, böyle bir durumda ya gruptansındır ya değilsindir. Amaç, grubun bütünlüğünü korumaktır. Bu nedenle, şiddet kullanarak, öldürerek gruba uymayan birey yok edilmelidir. Bu eyleme ait emir çok yıllar evvelinden verilmiş olup, limbik sistem altındaki düşünen beyin bile bu emre itaat eder. Bu emri veren Evrimdir. Geçmiş dönemde bu emri yerine getirmenin haklı gerekçesi vardı. Birliği sağlayarak türün varlığını korumak. Peki ya şimdi?

28 Tem 2017

AK PARTININ YÜKSELISI VE DÜSÜSÜ

gündelik siyasetle ilgilenmeyenler ve anlama gayreti icinde olanlar icin (özellikle karsi mahalle seckincileri) bu ülkenin muhafazakarlari ve ak partinin dayandigi kitlenin anlam dünyasina gayet isabetli bir analiz. ben de bunlarin icinden geliyorum biliyorum o yüzden o ruh halini o hinci..makaledeki oynamalar bana aittir. (60 darbesi genc cumhuriyetin belini kirdi bence itise kakisa dindariyla aydiniyla alevisiyle kürdüyle bir düzen oturtabilirdik . bu darbe genc cumhuriyetin , (cumhuriyet elden gidiyor diye) imhasidir. ve bu muhafazakar kitle menderesin idamini asla unutmadi.gülenin bu kadar kisiyi pesien takabilmesinin kökleri menderesin idamina kadar iner. burada olusan öfkenin ilk örgütlü tepkisi gülenistler olmustur. cehape bu kitleden oy almak istiyorsa-ki iktidara gelmek icin sart- bu konu üzerinde uzun uzun düsünmeli)

26.07.2017 08:46  
A.Erkan -Koca



AK Parti, zaman içerisinde kendi elitlerinin çizdiği yolda yürümekte zorlanan muhafazakar tabanın sesine kulak vererek ana damar kitlelere açılabilen bir siyasi hareketin adı oldu hep. Hem kendi içinde hem de toplumsal düzlemde elit-karşıtı bir duruşun siyasi öncüsü olarak yola koyuldu. 

Bu harekete öncülük edenler, muhafazakar kitlenin ezilen çocuklarıydı. Hastane kapılarında horlanan, devlet kapısında yüzüne bakılmayan ve hayatın her türlü adaletsizliğini iliklerine kadar yaşayan insanların içinden geliyorlardı. Malı elinde kalan köylünün, doktor tedavisi için yarı maaşını vermek zorunda olan dar gelirlinin çaresizliğini iyi biliyorlardı.  Öfkeli ve kızgındılar. Olan biten herşeyi ya yaşamış, ya tanık olarak görmüş ya da ilk ağızdan duymuşlardı. Ülkenin meselelerini çok iyi bildiklerini düşünüyorlardı bu yüzden. Sayısız ampirik veriyle dopdoluydular.

Çok fazla sesleri çıkmıyordu belki ama içten içe büyüyen sessiz bir isyanın ruhsal enerjisini fazlasıyla hissediyorlardı.(tarifsiz bir hinc) Hz. Davud’un hikayesindeki gerçek anne gibiydiler; büyük bir mirasın varisi olmalarına rağmen ülkenin menfaati için herşeyden vazgeçmeleri gerekiyor, sürekli olarak cefa çekip fedakarlık yapan taraf olmaları bekleniyordu. Öyle de yaptılar. Memleket için sayısız kere yaptıkları şeyi bir kere daha tekrarlamanın doğal görünen bir yanı da vardı.

Diğer taraftan, siyasal düzen bütün bu haksızlıklar üzerine kurulmuş, buna göre şekillenen bir devlet aygıtı kurduğu ‘apolitik’ hukuk sistemiyle, eşitsizliğe dayalı bu düzeni güvence altına almıştı.

Evrensel değerler ve bilimsel gerçeklik adına ne varsa hepsi bu kurulu düzeni daha da güçlendiren, apaçık yaşanan gündelik gerçekliklere bir türlü karşılık gelmeyen bir hakikat-dışılıktı. Okumuş çocukları kendi iradelerinin kontrolünden çıkıyor, entelektüelleri başka birilerinin diliyle konuşuyor, yakıcı meselelerine dokunmak isteyen hiç kimse kalmıyordu. Hissedilen duygu tek kelimeyle ‘sahipsizlik’ti.

Hukuka bağlı kalıp, devletinin yanında yer aldıkça varolan hukuksuzlukları ve eşitsizlikleri besleyip teminat altına aldıklarının farkındaydılar. Kağıt üzerinde işler kılıfına uydurulmuş, Batıcı ve ‘ilerlemeci’ bir anlayışla geniş kesimlerin inanç ve değerleri kontrol altına alınmış, kerameti kendinden menkul bir resmi ideolojinin egemen kılınması için gerekli tedbirler bulunmuştu. 

Bu insanlar için herşey çok açıktı. Kurumlar adeta bu bozuk yapıyı yeniden üretmek  üzere yapılandırılmıştı. Bütün bunların, elitlerin ideolojik konumuna göre tanımlanan bir Atatürkçü cumhuriyet değerleri söylemiyle harmanlanarak bir kere de siyaseten değişmez kılınması ise kabul edilemezdi. Hiçbir zaman kabul edilmedi de zaten. İçten içe patlamaya hazır bir siyasi isyan, Anadolu’nun ara sokaklarından başlayıp İstanbul’un varoşlarına kadar uzanan bir dalga, yolu buradan geçenler için hissedilmeyen birşey değildi.

Ne olursa olsun bu kesimin kitabında karşı gelip yakıp yıkmak ve herşeyi devirip yerine yenisini kurmaya çalışmak yoktu. Sessizce ve sabırla beklemek, zulmü güçlü bir hak davasına çevirmek, adaletsizliklikler karşısında boyun eğmeyip haksızlıklara alkış tutmayarak kurtuluşu Allah’tan dilemek esastı. O gün geldiğinde sadece siyasi iktidarı ele geçirmenin yetmeyeceği, yüzyıllık kurumsallaşmış eşitsizliklerin ve adaletsiz düzenin de meşru yollarla değiştirilmesi gerektiği hiç konuşulmadan bilinen bir gerçeklikti.O nedenle bu iş, sadece bir siyasi hareket değil büyük bir davanın adıydı.

Bunun için devletin kodlarını değiştirmek, hukuk düzenini yeniden tesis etmek, bürokrasiyi başaşağı edip bütünüyle yeniden şekillendirmek gerekecekti. Aksi takdirde elde edilecek her türlü siyasi başarı peşinden gelebilecek daha büyük bir yıkım anlamına gelebilirdi. Bu durum, büyük bir meşrulaştırıcı ve işleri kılıfına uydurucuydu. Daire başkanı olmak ya da bürokraside bir yer kapmak için yanıp yakılan bir üniversite hocası için ‘esas dava’yı oluşturucuydu.

Bunlar, üzerine düşünülen ya da teorisi yapılan şeyler olmayıp bütün çıplaklığıyla ilk elden tecrübe edilen sorunlar olduğu için aynı dertten muzdarip geniş kitleleri harekete geçirmemesi düşünülemezdi. AK Parti, gelmiş geçmiş en sahici ve aşağıya en yakın siyasi hareket oldu bu yüzden. Aynı adaletsiz düzenden çok başka türlü etkilenen uzak mahallelerin de oyunu alabildi ve giderek güçlenen bir nehir gibi kendi yatağının çok üzerinde bir güce ulaşabildi.

Ne var ki AK Parti’nin kurucu kadrolarının çok önemli bir eksiği vardı. Elit-karşıtı çıkışı ve memleketin bütün meselelerini en ince ayrıntısına kadar yaşayarak öğrenmiş insanlar olmaları, sorunların tesbitinde ve çözüm üretiminde eksik bir özgüven içeriyordu. Eksikti; çünkü bu insanların geldikleri dünya aynı zamanda hayli içine kapalı ve taassuba oldukça açık yanlar taşıyordu. İyi bildikleri sorunların dünyayla olan bağlantısını kurmakta yetersizdi ve dış dünyadan büyük ölçüde bihaberdi. Sabırla beklenirken ülkenin geçirdiği değişim de yeterince iyi analiz edilememişti.

Dolayısıyla AK Parti’nin öncelikli gördüğü sorun alanlarının hepsi tam isabetti ama somut sorunların tesbiti ve getirilen çözüm önerileri hemen her zaman eksiklikler taşıyor, kaş yapayım derken göz çıkarıcı olabiliyor, ağır aksak yanlar içeriyor ve sonuçları yeterince öngörülebilir olmuyordu.

Denebilir ki AK Parti, okumuşlara ve entelektüellere ihtiyaç duymayacak bir siyaset izledi. Bu camianın düşünenlerinden beklenen zaten her yanıyla bilindiği varsayılan sorunların kağıda dökülmesi ve halkın anlayacağı dile çevrilmesinden ibaret oldu. Bir de belki üretilecek çözümlerin daha sofistike bir görüntüye kavuşturulması için katkı verilmesi buna eklenebilir. Kısacası, onlardan beklenen malumun sofistike bir biçimde ilamıydı.

Karşılığını ise üniversitelerde hazırlanan kürsüler, gazete köşeleri ve –şayet boş yer varsa- milletvekillikleriyle alıyorlardı. Söyledikleri ya da yazdıklarının gerçekte hiçbir karşılığı olmasa da Parti bunun karşılık bulmasını sağlayabiliyordu. Diğer bir ifadeyle, söylenenlerin değil söyleneceklerin karşılığını üreten bir siyaset enletektüelleri metni eline tutuşturulan bir konuşmacıya çeviriyordu. Ne olursa olsun bütün bunlar, bu kesimin beklentilerinin çok üzerinde bir konum sunuyor ve içten içe hissedilen araçsallaşmadan kaynaklanan huzursuzluğun ortadan kaldırılması için milletin sözcülüğüne soyunuluyordu.

AK Parti, tam da bu yüzden son derece vasat insanlardan ‘büyük’ bilim adamları ve akademisyenler, diplomat ve yöneticiler çıkarabildi. Kendi kadrosunu oluşturmakta sanılanın aksine hiç sıkıntı çekmedi. Buna bağlı olarak farklı bir anti-entelektüalizm de gelişti zamanla. (burada aci aci güldüm)

Entelektüeli hiç olmadığı kadar vasatlaştırdı ve araçsallaştırdı; verilmiş kararlara imza atması, bilinenleri tekrarlaması ve gelebilecek eleştirilere ön cephede karşı durması beklenen kişiler olarak konumlandırdı. Yeni bir şey söylemeleri beklenmiyordu; bu ihtimal gereksiz ve de tehlikeli olabiliyordu. Gerçekte işlevi ve karşılığı olmayan entelektüeller kolayca birer aparaçiğe dönüştüler bu yüzden. Hangi pozisyonda olmalarını anlamak için bir gözleri sürekli partinin nerede durduğunu kolluyordu. Yollarını kaybettiklerinde ise birileri habire ‘konum atıyor’du.

Sonuçta, geniş dünyayla bağlantısı kurulmaksızın tesbit edilmiş olan sorunlar yeni sorunlar üretmeye başladı. Yapılan işlerde hep bir yeterince iyi düşünülmemişlik, yeterince iyi hesap edilmemişlik hali gördük bu yüzden. ( ne diyordu dücane hoca ; islamcilar iktidara gelmeden önce düsünmüyorlardi iktidara gelince düsünmelerine gerek kalmadi) Dış politika tam anlamıyla içe kapalı dar bir bakışın eksikliklerini idealist bir söylemle kapatma arayışı oldu.  İçeride ise adaletsizlikleri gidermek için atılan adımlar başka adaletsizliklere, eşitlik arayışları yeni eşitsizliklere neden olmaya başladı.

Devlette, hukukta ve siyasetteki bozuk statükoyu değiştirirken liyakat, hakkaniyet ve demokratik değerler gibi ilkelere fazla bir bağlılık gösterilmesi eski sistemin başka bir biçimde yeniden üretilmesi olarak görüldü ama sonuç eskiyi aratabilecek yeni bir sistemsizlikle yüzyüze gelmemiz oldu. Üniversitelerin öteki bürokratik kurumlardan çok da farkı kalmadı (Bu belki de bürokrasiye fazla düşkün hocalarımızı yormamak için böyle olmuştur, kimbilir!)

Sonuç olarak söylememiz gerekir ki AK Parti’nin derin çelişkilerinin başında, yükselişine neden olan şeyin aynı zamanda düşüşüne de neden olması gelmektedir. Bu çelişkide kendi camiasının entelektüellerinin trajedisi, sanılanın aksine hiç de araçsal bir etkisizlikte olmayıp, varlığıyla da yokluğuyla da büyük bir rol oynamaktadır.

Gerçek anlamda dünyayı bilerek kendi sorunlarını yeterince içeriden –ve de içten- derinlemesine görebilen entelektüel bilgi ihtiyacı ülke tarihi boyunca belki de hiç bu kadar yoğun olmamıştı. Ne var ki bu insanların ortaya çıkması için gerekli koşullar, bu ihtiyacı karşılıyormuş gibi yaparak konum elde etmiş olanların kimseye söz bırakmamak için sürekli şiddetlenen sesleri arasında gümbürtüye gitmekte ve tartışmaya açılamamaktadır. Bu durum elbetteki bu insanları öne sürenlerce de görülmekte ama kendi sınırlı gerçekliğine katı bağlılıktan gelen aşırı özgüven bir süre daha çelişkilerle yaşamaya imkan verecek gibi gözükmektedir.

ALDANIS,INSANIN EN BÜYÜK IHTIYACI

............
 
Kısacası, bilim ‘nasıl’ı açıklarken, kehanet ‘niçin’i yorumlamakta ısrar eder ki anlamlandırma edimi de zaten açıklama’ya (nasıl’a) değil, yorumlama’ya (niçin’e) ilişkindir: söyleme ve ideolojiye.

Niçin’leri yanıtlama, erek’leri açıklama çabaları bugün tümüyle bilimdışı sayıldığından, bilinç, çaresiz payına düşen nasıl’cıklarla yetinmek zorunda: CERN’in veya NASA’nın duyurularıyla.

Peki toplumsal yaşam?

Nasıl’lar yaşamın umurunda bile olmaz, o daima niçin’lerin peşinden koşup bilicilerin kehanetlerine itibar eder: söylemlere.

Özellikle siyasal yaşam.


Çünkü aldanış, insanın en büyük ihtiyacı.


*OT Dergi temmuz sayisi dücane cündioglu "aldanis" yazisinin son kisimlari.

hoca , aldanis insanin en büyük ihtiyaci deyip saptamasini yapiyor. bunun niye böyle oldugunu da 13 ekim 2007 tarihli http://ducanecundioglusimurggrubu.blogspot.com.tr/  de yayinlanan "aldanis üzerine dersler " isimli yazisinda söyle acikliyor;

"Halk çoğunlukla çocukça ve çocuksu düşünür ve bu nedenle insanlar hayat içerisinde sıklıkla karşılaştıkları çelişkilerden —zannedildiğinin tam aksine— pek de rahatsız olmazlar.
Tecrübeli siyasetçiler halkın bu zaafını iyi bilirler ve iyi de değerlendirirler, yani halk tarafından aslâ farkedilmeyeceği için çelişkiye düşmekten, çelişkili davranmaktan pek çekinmezler, tıpkı çapkın erkeklerin kadınlar karşısında çelişkiye düşmekten çekinmemeleri gibi.
Yanlış anlaşılmasın, halkın çoğunun, tıpkı kadınların çoğu gibi hataları önemsediğini inkâr ediyor değilim. Hatalar umumiyetle gözden kaçmaz. Ancak bazı kayd u şartla.
Birincisi, o hatalardan bir mağduriyet hissi doğmuş olmalıdır. (Mağduriyetin gerçek olması gerekmez, öyle hissedilmesi kâfidir.) 
İkincisi, bu mağduriyetin telâfisi mümkün olmamalıdır. (Yani hatalı, hatasının üzerini örtecek bir jest yapma kabiliyetinden mahrum bulunmalıdır.)

...................

 Çocuk kişi değildir. Çocukluktan çıkınca kişi hâline gelir.
Kapının ardından gelen, kim o, sorusuna, benim, diyemez. Derse, bu sefer, sen kimsin, sorusuna cevap veremez.
Ne ilginç değil mi, çocuklar gerçekte adlarıyla değil, soyadlarıyla vardır.
Halk da öyle, gayr-ı şahsî bir gerçekliğin adı. 
Şahsın/şahsiyetin, ferdin/ferdiyetin silindiği bir kütle, bir karaltı âdeta, bir çokluk.
Özdeşliği en nihayet biz’de, bir biz’in içinde algılayan bu çokluk da, ben benim, diyemeyeceği için kim olduğunu değil, kimlerden olduğunu söyleyebilir.
Karşıtlıklar ve çelişkiler olmadan yaşam da olmaz. Yaşamın çelişkiye ihtiyacı vardır. Yaşamı paylaşanlarınsa doğal olarak aldatılmaya.
Aldanışımız bu denli doğal işte."

herkes karsi mahalleye sallamadan önce aynada bir kendisine baksin ,ben benim diyebiliyor mu ? diyemediysen ceneni kapa ve hiraya dogru yola koyul..

not: güncel evrim tartismasindaki dindar kitle refleksi ile dinsiz karsit refleksin neden bu kadar direnc koydugunu da anlarsin..belki erdoganin pesindeki kitleyi de anlarsin da küfretmekten vazgecersin..anlamak iyidir iyilestirir

haydi hayirli okumalar..


27 Tem 2017

INSAN NE MUTLUDURKI INSAN OLDU

insan kendi hirasini aramakla yükümlü ve ancak orada bulabilir hakikatini.kendi hirasini bulamayanin ne insanliktan ne de hakikatten nasibi olabilir.

toplumun disina cikmadan kendi icine yolculuk yapamazsin. yalnizlik tek basinaliktan farklidir yalnizlik toplumun tüm yaftalamalarindan tüm istibdatindan kendiligin dingin ovalarina kacmaktir. yani özgürlesmek.

dilini aldigimiz toplumun(kültürün) ruhumuzu da almasina engel olmanin tek yolu hiraya siginmaktir.ancak orada tanrinin ve kendinin huzurunda kendi dilini kesfedebilirsin.

hirada nebiye söylenen "oku" emri (cokcalarin sandiginin aksine buradaki oku yani ikra ingilizce recite kelimesine denk gelir read`e degil yani duyur söyle ilan et.) bu dili ifsa et demektir.

gencler bu isler 20li yaslarda olmaz ama o yaslarda baslarsaniz benim gibi kirkli yaslarda hiranizi bulabilirsiniz. 

nevabit olmadan marifet olmaz.

bütünü görmek icin biraz yukardan bakmak gerekir..

not: hiraya giderken yaniniza cep telefonlarinizi almamaniz önemle hatirlatilir.

not2: parti marti islerini fazla abartmayin kendinizi yetistirin ,okuyun nasihati klisedir ama cok degerlidir. baska türlü de olmaz hakkaten. bunu ellili yaslara merdiven dayayinca anlarsin ya da anlamazsin kültürel bir mezbele olarak defnedilirsin

EKSI YORUMLAR VE BENIM YORUMUM

gerçekten gurur duyulacak birisin sinan!

izlerken duygulandım, sitem ettim, üzüldüm. ülkeye olan ümitlerimi bitiren bir video olmuş. böyle akıllı mantıklı adamlar durmuyor işte ülkede. akademisyenler egoist am peşinde koşan vasıfsız insanlar. bir çoğu sağ sol davasına yıllardır birbirlerini sikme peşinde. üretelim ülkeye vatana faydalı bir şeyler çıkaralım adımız yıllarca yaşasın sorunlara çözüm olalım diyen bir akademisyen yok.

sağını da solunu da ayrı ayrı sikeyim, artık biraz vizyon kazanın, düştüğümüz durum ortada. ortadoğu ülkesi olmuşuz. her şeyi dışarıdan alan görgüsüzlüğün tavan yaptığı gösteriş ve tüketime köpek gibi bağlı olduğumuz bir dönemdeyiz. kendimizi kandırmamıza gerek yok. 

imkanı olan çıksın, ülke cidden kasıyor...  



dram icinde dram. dramception.

adamin anlattiklarini gec, roportajin kendisi dram. adam o kadar anlatiyor, bizim camis hala peki bu bizim ne isimize yarayacak diye diretiyor. 

turkiye'de olsa ya feto'cu diye icerdeydi, ya da khk'si elinde. bizim camis konussun ancak bakanimisss, vekilimisss diye.  



sorundan çok soruyu tarifleyen sitem.
sayın enerji bakanının da birleşik devletler'de hatırı sayılır bir eğitim aldığı ve haliyle ingilizce de bildiği göz önüne alındığında bayburtlu arkadaşın saptamaları tam yerine oturmuyor.

ha! ne mi yapıyor enerji bakanlığı o halde?..

evet, işte asıl sorulması gereken soru da bu.   



yerli ve milli diyorlar ya hep. işte bu sitem hem yerli, hem de milli. ancak bu sitemi duyacak olanlar yerli ve milli olmayı başka şeylerle karıştırıyorlar.

sinan bey, avrupa'nın eğitim ve araştırma için yüz milyar euro'dan fazla para dağıttığını söylüyor. bizimkiler suriyeliler için gelecek bir iki milyar euro için verecekseniz verin diyor.

sinan bey, 2100 yılına kadar yapılan enerji planlamasından bahsediyor. bizimkiler tüm türkiye'de kesilen elektriğin suçunu fetö'nün üstüne atma derdinde.

sinan bey gibiler yurtdışını çıkmayı eğitim ve araştırma için bir fırsat olarak görüyor. sinan bey ve benzerlerinden arta kalanlar facebook'luk selfie çekme peşinde.

olmaz.  


başlıktan anladığımız kadarıyla bütün sözlük yazarları ya oxfordda ya harvardda ya da mitteler.

bütün ivy league sözlüğü takip edip yazarlara mesaj atarak alım yapıyor.

ondan sanırım yurtdışı akademisyen ihracatında türkiye suriye ile birlikte.

sizin bu yalan yanlış kendinizi ele güne iyi gösterme cabaniz tam olarak türkiye kültürünü yansıtıyor.

amk kekolari.kiz ayağına yalan sikiyorlar.  



turkiye'nin en buyuk sorununun hala daha devletcilik oldugunu gozler onune seren video. yuz senedir sorun ayni. devletci ekonomi ve onun zararlari.  


uğruna iki dünya savaşı çıkarılan enerji alanındaki şuursuzluğumuz videoda gözler önüne serilmiş. 

dünkü zuckerberg-musk tartışması sonrası üzerine bu video. sonra ülkedeki deve sidiği ve evrim tartışmaları. gerçekten 500 yıl geriden gündemi takip ettiğimize ve ortaçağı yaşadığımıza tekrar tekrar üzülüyorum.  



dedikleri inandırıcı olmayan akademisyen. zaten bir yazar arkadaşımız iyi bir ekşi sözlük yazarına yaraşır şekilde kendisiyle ilgili yaşadığı tecrübeleri, ve bu bayburtlu akademisyenin olmadığını iddia ettiği konferans ve kişileri belgeleriyle açıklamış. tebrik ederim. 
entryler arasında ben tutup da bu adam doğru söylüyor mu diye araştıracemmmi yeaaaa diyen arkadaşlar bu sözlükte yazmasın. ciddiyim. sizin gibi adamlara burada gerek yok. 

vakti zamanında bütün türkiye serkan anılır isimli şahsa taparken, avrupa ve japonya inanıp 7 sene ders anlattırmışken taa o senelerde işin en başlarında o gerçek ekşi sözlük yazarları bu herif yalancı, milleti kandırıyor bu diyorlardı. adam tokyo üniversitesini kandırdı ama ekşiciler yememişti. hatta onun foyasının da ortaya çıkmasına vesile olmuştu. 

bu nedenle ya ekşi sözlük yazarı gibi yorum yapın, yorum yapacaksanız da bilene saygılı olun ya da maç başlığına kebapçı başlığına gidin. sizin gibi saygısız, meraksız ve limitli algı kapasitesi olan adamlar yüzünden bu ülke bu halde. 



bu sitem hakkında bir arkadaşın yazdığı entryden kısa bir bölüm şöyle:

--- spoiler ---
memurlar kovalasın seni. memur zihniyeti, memur zihniyeti. ulan yeter arkadaş ya, bir insan milliyetçi-muhafazakar görüşlüyüm diyip bu kadar ülkesine hakaret eder mi? yazıklar olsun. söylediklerinin hepsi yalan, hepsi. memur zihniyetiymiş, gel de sahada çalışırken yaptıklarımı göstereyim. daha yeni türkiyenin en büyük yatırımının devreye alma çalışmalarını yürüttüm.
--- spoiler ---

aynı arkadaşın türk tipi akademisyen başlığına yazdığı entry şöyle:

--- spoiler ---
sabah 8'de dersi yoksa işyerine *8.15'de gelir. öğle yemeğine 12.45'de çıkar. yemekten 13.15'de döner. akşam da 16.45'de evinin yolunu tutar. 

memur işte ne yapsın.
--- spoiler ---

bok atacaksanız da biraz tutarlı atın da tutsun arkadaşım. 

bu adam bazı konularda yanlış - eksik bilgi sahibi olabilir, ne alanını bilirim ne kendisini tanırım neticede kefil olacak falan değilim kendisine. ama adamın anlattığı tonla şey içinden bir iki tanesini çekip "palavracı herif, bakın biz şunları şunları yapıyoruz hiç bir alanda eksik, geri değiliz" diye gürlemek, işte asıl eziklik bu. gerisin arkadaşım, hemen her alanda bal gibi gerisin. öyle gerisin ki çıkıp bunu söyleyen adamı fetöcü, hain ilan ediyorsun. 

allahtan yurt dışına konferanslara gönderilen şahısların konferansa falan katılmayıp gezip yiyip içip geri dönmelerine bir şey söylemiyorsunuz, siz de biliyorsunuz çünkü bal gibi gerçek olduğunu. bu adamlar üniversiteler ve bakanlıklar tarafından ceplerine para konulup gönderiliyorlar ve döndüklerinde kimse sormuyor kendilerine "konferansta neler konuşuldu bir rapor yaz" diye. çünkü gönderenler de bal gibi biliyorlar onların oraya turistik seyahate gideceğiniz. böyle yozlaşmış ve dünyayı umursamayan bir zihniyetten hangi başarıyı bekliyorsun sen? bu kafa yapısı neyi başarmış olabilir, neyi başarabilir? 

kafası azcık çalışan adam kimin palavracı olduğunu iyi biliyor merak etmeyin siz.

bu ülkede üniversite yok ve bu ülkenin kendi alanların en başarılı insanları çıkıp söylüyor bu ülkede üniversite yok diye. sen üniversitesi olmayan ülkeden neyin başarısını bekliyorsun?


loser blueser nickli arkadasin yorumuyla bitireyim ve kendi yorumuma geceyim.

bu ülke yengec sepeti yapmaya calisani döverler,olmaya calisana söverler, anlamaya calisana gülerler, dogruyu söyleyeni de kovarlar..

umutsuzluga kapilmak kapilmamak bir secim.. aptallarin degismesini de beklemek aptallik..

üniversite yok demek bilim yok demek simdi biri der 200 üniversite var diye.. onlari celal sengöre havale ediyorum..

atatürk her türlü imkansizliga ragmen bu ülkede iyi okullar kurmayi basarmisti. az ama öz iyi okullarimiz (liselerimiz-üniveristelerimiz) vardi. (abdülhamitten tevarüs eden bir egitim alt yapisida var) misal balikesir lisesi. bu lisede kimlerin ders verdigine bakin.balikesir diyorum bak..

atatürk iyi egitimli bir sinif yaratarak bilimin önderliginde ülkeyi dönüstürmeyi umuyordu. dünyanin en vizyoner adamlarindan birisi gün gelip köylü degerlerin ve köylülügün bu ülkeyi boka cevirecegini ön göremedi.. ezanla bas örtüsüyle ugrasmaktan anamiz agladi memleket boks ringine döndü. günün sonunda elimizde kalan cehalet,sakillik,kof kabadayilik ve katmerlenmis eziklik..

hala ideolojik ezberlerimize yaslanip karsiya öyle konusuyoruz..kimse mahallesinden cikmak istemiyor..

ülke görgüsüz bilgisiz imam hatip lise mezunu bir gencin ici bos hamasi islamciligini dillendiren bir islamcinin iki dudagi arasini sikisti.

iktidarin el degistirmesinin de bir sey degistirecegine inancim kalmadi..ortada devlet kalamdi cünkü..

bu kadar görgüsüzlük telafi edilebilir degil cünkü üzerinde düsünmüyoruz. düsünecegimize dair de ufukta bir isaret yok..

2023 2073 vizyonu palavradir vizyonu olmayan bir toplum 2023 nasil projeksiyon yapsin. daha kendisine darbe yapilacagini ön göremeyn bir  iktidar bir de 2023 e vizyon koyuyor..

hem trajedi hem komedi..aslinda gülünc komedi de bir zeka vardir aptallar ancak gülünc duruma düser..

681 alman sirketiyle ilgili interpole teröre destek veriyorlar diye liste gönderip sonra pardon yanlislik oldu demek ancak gülünctür ama komik degil cünkü kimse gülmüyor..

insan üzülmek istiyor ama bu duygu sevgiyle alakali. beni aptal yerien koymaya calisani da sevemiyorum artik..

kendisini kurtaramayanlar kudüsü kurtarmaya calisiyor bu da trajedi...