30 Mar 2018

İNSANIN DÖRT ZİNDANI

ali şeriati'nin ahlak üzerine yazdığı oldukça etkileyici bir kitap. şeriati kitabında insanın dört ayrı zindan içerisinde hapis olduğunu ve bu zindanlar içinden hayatlarını devam ettirdiği ve davranışlarda bulunduğunu belirtmektedir. bu dört zindan: 1- doğa/tabiat zindanı (naturalizm) 2- tarih zindanı (historisizm) 3- toplum zindanı (sosyolojizm) 4- benlik/kendim zindanı

alıntı 

insanı zorlayıcı dört güç vardır... ilk olarak, irade sahibi, bilinçli ve yaratıcı insan, ilk zorlayıcı gücün, doğa’nın baskısı altındadır, bu zorun tutsağıdır. natüralizm, tabiat temeline özellikle yaslanmaktadır ve oldukça önemli bir gerçeklik payı vardır. ikinci zorlayıcı güç, tarihin baskısıdır. tarih felsefesi buna, bu temele dayanmaktadır. emerson’a “ tarih nedir?” diye sorulunca, “nedir tarih olmayan ki?” diye karşılık vermiştir. var olan her şey, tarihin ürünüdür. tarih’i temel belirleyici sayan görüşe göre benim niteliğimin yaratıcısı, benim tarihimdir. tarihim benim elimde olmadığına göre ben de kendi elimde değilim. üçüncüsü sosyolojizm’dir. toplumu temel ve asıl belirleyici kabul eden, bireyi yadsıyan, toplumun bireyi oluşturduğunu ileri süren görüştür.
aslında ben ne naturalizm’i, ne sosyolojizm’i, ne de historizm’i tümüyle yadsıyorum; üçünü de kabul ediyorum. ancak benim kabul edişim şu anlamdadır: insan-ki asıl onu anlatmak istiyorum-, bu varlık seçebilir, seçme yeteneği ve imkânı vardır. bu varlık kendi gelişim ve olgunlaşma süreci içinde gerçekten de bir açıdan ve bir bakıma doğal ve maddi bir oluşum, bir görüngü, bir bakıma tarih’in biçimlediği bir görüngü, bir bakıma çevre ve toplumun biçimlediği bir görüngüdür. bir boy (aşiret) düzeni içinde, boy düzeni yaşama biçimi bireylerin üzerinde ruhsal ve düşünsel özellikler meydana getirebilir, boy düzeninde yaşayan bu yaşama biçimini seçmiş değildir, hiç kimse bunu seçmemiştir, özel bir toplum ve üretim düzeni onları ister istemez çadırda oturan göçebilir durumunda kılmıştır, üretim düzenleri bunu gerektirmiştir. tabii şartlar da bir başka topluluğun avcılığa koyulmalarına, avcı olmalarına, ormanda yaşamalarına yol açmıştır. ya da yine bu şartlar bazı boyların başka özellikler kazanmalarını, sonunda tarım aşamasına girmelerini, bu aşamada da yerleşik düzene geçmelerini, köy ve kentlere yerleşince de artık değişmesini sağlamıştır. bu değişim seçimle olmuş değildir. üretim düzeni biçiminin bireye etkisinden dolayıdır. yani ‘beşer’ gerçekten de doğa’nın onu oluşturduğu gibi, gerçekten de tarih’in onu biçimlemekte olduğu olur. halı desenleri çizmekle uğraşan ve çok büyük bir sanatkâr olan terhan sanatkârlarından birisi anlatıyordu:
cezaevinde mahkûmlara halı dokumacılığı öğretmeye çağrıldım. (bu olaya iyi dikkat ediniz, insan üzerindeki dış etkenlerin ne denli etkili olduklarını ve insanın ne denli eğitime yatkın olduğunu gösteriyor.) ben şunu ileri sürdüm: bir kimseye gerçekten zarif ve sanatkârca halı dokumasını öğrettiğim ve o iyi bir sanatkâr olabildiği takdirde, onun bağışlanmasını, affını isteyeceğim, siz de kabul edeceksiniz! şartımı kabul ettiler. kendilerine öğreticilik ettiğim kişiler çoğunlukla ağır suçlar işlemiş olanlardı ve ‘kötülük’, katı yüreklilik gözlerinden belliydi. işte bu kimselere halı dokumasını öğretmeye başladık. halı dokumasında gözlerin ve parmak uçlarının dikkat etmesi gereken zevk inceliği, renkleri iyi tanıma ve ayırma ve birbirleriyle uyuşturma için gerekli ince zevk ve duygu, halının zarif ve sanatkârca nakışlarındaki güzellik, bütün bunları tanımaya başlıyor ve sonra dokuyorlar, yaratıcılıklarını tadıyorlardı. bütün bunlar ruhu o derece inceltiyor ve duygu veriyordu ki, belki kan dökmekten ve öldürmekten zevk alan adam, sanatla uğraştıktan bir süre sonra ruhsal bir güzellik kazanıyor, öyle ki kimi zaman bir arada oturup ben şiir, örneğin irfanî şiirler okumaya başladığımda, aynı adamın gözyaşları yavaşça süzülmeye başlıyordu.
o kadar katı ve sert bir ruh bu kadar yumuşak ve latif olabiliyor. demek ki dış etkenler bu katılığı ona vermiş, o da mensup olduğu toplumsal çevre düzeni farklı olduğundan böyle olmuştur. şimdi çevresi değişince, yeni çevresi onda bu letafeti ortaya çıkarmış oldu. ne bu letafet dolayısıyle onu aşırı övmemiz, ne de o katılık dolayısıyla suçlamamız gerekir. bu sosyolojizm’dir ve bir ölçüde doğrudur da!
fakat benim söylemek istediğim şudur: sosyolojizm’i, materyalizm’i, naturalizm’i veya tarihselcilik akımı ( historizm ) bütünü ile yadsımak ve onların temel etken olarak ileri sürdüğü şeylerin hiçbir etkisi olmadığını ileri sürmek istemiyorum. aksine bu etkileri kanıtlamak ve doğrulamak istiyorum. fakat sözüm şudur ki insan, oluşum (werden şoden) süreci içinde, bu zorlayıcı güçlerin baskısından kurtulur, kurtulabilir.
dördüncü zindan, zindanların en kötüsüdür, insan bu zindanda tutsakların en acizi durumundadır. bu zindan, ‘kendim’dir. şaşılacak şeydir ki tarihin akışı boyunca insan önce anılan üç zindandan kurtuluşunu daha ileri ölçüde sağlayabilmiş olmasına, bugün bu üç zorlayıcı gücün baskısından her çağdakinden daha fazla kurtulmuş bulunmasına, bu üç zorlayıcıya her zamankinden fazla egemen olmasına karşın, dördüncü zorlayıcı güç, yani ‘kendi’si, kendi zindanı karşısında da her dönemden daha çok, hatta teknoloji’ye sahip bulunmadığı, doğal bilimleri bulunduğu, toplumbilim ve tarih felsefesini kavramamış bulunduğu dönemden daha çok çaresiz, acizdir. çağdaş insanın bu dördüncü zorba gücün tutsağı durumunda kalışı, ilk, ikinci ve üçüncü zindandan kurtuluşunu da yararsız ve anlamsız kılmaktadır. çağımızda doğa, tarih ve toplum zindanından kurtulan insan anlamsızlık ve boşluk duygusunun bunalımına düşmektedir. niçin? çünkü özgür değil, dördüncü zindanın tutsağıdır. önceki üç zindandan kurtulması ile mutsuzluğu da başlamaktadır. bir yazarın dediği gibi, bir zorlayıcı gücün sınırları içinde uykuya dalan insan için ‘ne yapayım bilmiyorum!’ bunalımı, eziyet ve zahmeti yoktur. çünkü bir girişimde bulunmaz. gelgelelim çağdaş insan ‘ne yapacağı’ konusu her zamankinden fazla güç sahibidir. ne var ki ‘ne yapması gerektiği’ni de her zamankinden az bilmektedir. bu üç zindandan kurtulmuş olması gereken, doğaya egemen veya kendi toplumuna egemen olan insan kendi zindanı içinde çaresi ve tutsaktır. niçin öz zindanından çıkamıyor peki? bu zindandan kurtulmak zordur çünkü. zordur, çünkü üç önceki zindanın benim varlığımı çevreleyen dört duvarı vardı ve ben orda tutsaktım. tutsak olduğumun bilincinde idim. yerçekimi gücünde idim, hatta göçebe olduğum dönemlerde bile bu bilincim vardı. irmak kenarında olduğunu, şu halde ister istemez balıkçılıkla geçinmem gerektiğini, yöremde yalnızca orman bulunduğunu, şu halde yazgımın avcılık olduğunu biliyordum. bu zorlayıcı güçleri geçmişte duyumsuyordum. ne var ki bu dördüncü zindanın duvarları çevremi kuşatmıyor. bu zindanı kendimle birlikte taşıyorum. bu sebeple, bu zindanın bilincine varmak ve onu tanımak, bütün diğerlerinden de güçtür. zindanla tutsağı birleştirmektedir. hastalık ve hasta birleşmektedir. bu sebeple bu hastalıktan sağalmak çetindir.
başka bir güçlük de şuradadır: insan bilim ile, doğa’nın zindanından, tarihin zindanından, toplumsal kurallara egemen düzenin zindanından kurtulabilir. fakat yazık ki, kendi zindanından bilim ile kurtulamaz. çünkü bilginin kendisi de tutsaktır. bu bilimin kendisi, bir tutsağın bilimidir. ‘kendi’m dendiğinde, bunun kendisinde gömülü bulunan özgür ben olduğunu algılayamamaktadır. özgür bir ben olarak değil, salt ve genel anlamı ile bir insan, bir kendi olarak ancak algılayabilmektedir. doğa, toplum ve tarih zindanından boşanması gerekmekte ve boşanmaktadır, gelgelelim sonra anlamsızlık ve boşluk içine düşmektedir. burada bir formül sunmak istiyorum: bu alanda bir yasa var ki adem’in yaratılışı’nın başlangıcından bugüne değin doğrudur ve geçerlidir. insan, maddi yaşayışında bu yolu boylar, fakat unutmayalım: ancak maddi yaşamı için bu yasa geçerlidir. insan’ın önce ihtiyacı, gereksinimi vardır. sonra bolluğa, refaha erişir. daha sonra boşluk ve anlamsızlık duygusuna kapılır. bundan da başkaldırmaya geçer. sonunda perhizkâr ve içe dönük bir dönem gelir. egzistansiyalizm (varoluşçuluk) ve hippilik akımı (abd’de türeyen ve diğer ülkelere yayılan gençlik akımı mensubu. simgesi, çiçektir.) bu yasaya uygun olarak belirmiştir. bizim eski ağalar ve soylularımızın tasavvufa düşmeleri, hind ve çin ağa ve soylularının gizemci (mistik) bir ‘nirvana’ (hırslarını, tutkularını yok edebilen, kendini yenebilen kişinin varabileceği üst manevi basamak.) anlayışı içinde maddi yaşamı yadsımaları da bu yasaya dayanır. bugünün burjuvazi düzeninde yeni neslin tüketimi ve maddi yaşayışı hippice yadsımaları da bu yasaya göredir ve bundan başka da olamaz. 
insan, onlara erişemediği sürece günlük maddi istek ve özlemlerine değer verir, erişince de boşluk ve anlamsızlığa düşer. insanın ülküsü, özlemi, öylesine yüce olmalıdır ki, bir noktaya bağlı kalmasın. yoksa bu ülkü, duruş ile, durak sonuçlanır ve duruş da anlamsızlık ve boşluk bunalımına iletir. doğaldır ki, kendi zoru içinde tutsak olan insan doğa’ya egemen olsa bile yine de silahlı bir acizdir.
jean isole diyor ki:
bir yazar, baştan aşağı silaha, tepeden tırnağa altına garkolmuş, fakat içindeki dermansız bir dert dolayısıyla acı çeken bir şehzadeyi öyküsünün kahramanı olarak anlatıyordu. o, bugünkü fransa’nın bu şehzadeye benzediğini söyler. sadece bugünkü fransa değil, çağdaş insan her zamankinden daha çaresiz fakat silah kuşanıp altınlara garkolmuş şehzadedir.
holllanda’da rotterdam’da kentin büyük meydanının ortasında çok ilgi çekici bir heykel vardır. heykel taştandır, ancak bütün eklemleri birbirinden ayrılmıştır. mesela boyun azıcık yana eğri, dirseği kolunun yanına doğru, diz ve bilekleri de böyle! öyle ki meydan’ın ortasında duran bu heykele uzaktan baktığınızda, hafif bir yer eserse bu heykel yıkılıp-dökülür diye içiniz oynar. oysa heykel taştan yontulmuştur. heykeltraş, ikinci dünya savaşı’ndan sonraki insanı simgelemek istemiştir. fakat, bu heykel çağdaş insanın simgesidir. her zamankinden daha güçlü, kaya gibi, fakat her zamankinden çok mahvolacağı tasası içinde. bu niçin böyledir? çünkü üç zindandan kurtuluş onu şimdiye değin sahip olmadığı büyük bir güç vermiş, ancak yine aynı adam, buradan merih’in bombalama gücünde olduğu, buradan karmaşık bir makineye ayküresine veya uçsuz-bucaksız uzaya yöneltip gidebilir durumda büyük bir bilgin olduğu halde, başka bir yerde aylığına 10 riyal zam yapılıncı oraya gidecek ve buraya karşı çıkılacak ölçüde zayıf olabilecektir. köleliğin afrika’nın bazı yörelerinde henüz var olduğunu işitirdim. çok geri kalmış ve bozulmuş yarı vahşi bazı afrika kabileleri bulundukları bölgeden alıp başka bir yörede sattıklarını duyardım. fakat kendi gözlerimle gördüğüm kölelik batı’nın kendisinde cambridge’in merkezinde (oxford ile birlikte ingiltere’nin en önemli üniversite kenti) sorbonne’un merkezinde (paris üniversitesi merkezi) idi. kaçak pazarlarda vahşi kabile mensuplarının değil, en üstün insan beyinlerinin pazara çıkarıldığını gördüm. artırma masasına çekiç vuruluyordu: -sen ne veriyorsun!- o ne veriyor! deniyordu. kara çin’inden, sovyetler’den kuzey amerika’dan, avrupa’dan önemli firmaların büyük sermayedarları geldiler.
-beyefendi, bu filan sınıfta ikinci olan öğrencidir. ne verirsin buna?
-biz mi beyefendi? 15.000 riyal veririz.
oradan bir diğeri atılır:
-biz üstelik bir de otomobil veririz.
üçüncüsü:
-ben bir de şoför veririm.
söz konusu olan kişi de, bir o patrona bakar, bir bu patrona bakar, kararsızdır, kimi seçse ki? sonunda en çok veren birini seçer. niçin? çünkü tutsak, esir bir insandır. kabul etmesi ricaları ile çağrılan ve yüzin dinar verilmek istenen bu kimse, işte toplumu doğa zindanından kurtarabilecek insandır yahut insanı toplum zindanından çıkarabilecek bir ideolog veya toplumbilimcidir, ya da insanı tarih zindanından çıkarabilecek feylesofun ta kendisidir. 
gelgelelim, kendi kendinin ne ölçüde zebunu olduğunu görüyoruz. bu yüzden de köle durumuna gelmiştir. bir köle insanlığı özgür kılamaz. kendisi de üç önceki zindandan kurtulmuş olsa bile özgür değildir. işin çetin yanı şuradadır ki bu dördüncü zindan insanın kendi boyutları arasında, insanın bir parçası gibidir. bilgin insan, kendi dışında olan zindanlardan kurtulsa bile, kendine karşı başkaldırıp özgür olamaz.
...
kolayca ele geçirilemeyen bu korkunç dördüncü zindandan, insan, aşk gücü ile kurtulabilir. aşk, akıl ve mantığın ötesinde, bizi kendimize başkaldırmaya ve kendimizi (nefs-i emmare) yadsımaya çağırır. gereğinde bir ülkü veya başkası uğruna fedakarlık etmeye çağırır. bu, insan olma sürecinin en üst aşamasıdır.
sözlerimin özü: o özgür kılıcı, yaratıcı, bilinçli insan; doğa, tarih ve toplum düzeni zindanlarından bilim ile kurtulur. dördüncü zindandan ise din ile kurtulur, aşk ile kurtulur. radhakrishnan’ın (18888-1975 hind feylosofu) dediği gibi: ‘biz insanlar, insan olma ödev ve sorumluluğu ile, bir işbirliği andına çağrılıyız. nasıl bir ahd ve and? öyle bir and ki, bu and ile insan, tanrı ve aşk, başka bir yaratış ve başka bir insan için koyulurlar. budur insanın sorumluluğu’

(orada bir kız var uzakta rumuzlu ekşi yazarına teşekkür ve saygılarımla.alıntı oradan) 

29 Mar 2018

SEÇKİNLERİN HALİ ÜZERİNE

Bir insan sadece, başkaları ona tabi olarak hareket ettiği için kraldır.  
Başka­ları ise, tersine, o kişi kral olduğu için tebaa olduğuna inanır.
                                                                                                        Karl Marx, Kapital,1. cilt, 1, 3

BLAISE PASCAL

SEÇKİNLERİN HÂLİ ÜZERİNE BİRİNCİ SÖYLEV

1670

Çeviren: Murat Erşen

 “Ne halde olduğunuzun hakiki bilgisine ermek için, onu şu imgeyle düşünün.”
Fırtına bir adamı meçhul bir adaya atmıştır, bu adanın sakinleri kaybolmuş krallarını bulmak için ne yapacaklarını şaşırmıştır. Hem yüzü hem de fiziğiyle bu kayıp krala pek benzeyen bu adamı kralları sanarlar, adada yaşayan tüm halk da onu bu şekilde kabul eder. İlk başta adam nasıl davranacağını bilemez ama sonunda iyi talihine razı gelmeye karar verir. Kendisine gösterilen saygıyı kabul buyurur ve kendisine kral gibi muamele edilmesine izin verir. 
Gelgelelim kendi doğal halini unutamadığından, bu saygıyı görürken aynı zamanda bu halkın aradığı kral olmadığının ve bu krallığın kendisine ait olmadığının da farkındadır. Böylece aklında ikili bir düşünce vardır, biriyle kral olarak hareket eder, diğeriyle hakiki halini kabul eder; onu şu an olduğu yere getiren sadece tesadüftür. İkinci düşünceyi saklar ve ilkini açığa vurur. Halkla ilişkilenirken ilk düşüncesi hakimdir, kendisiyle ilişkisinde ise ikincisi. 
Kendinizi sahibi olduğunuz zenginliğin efendisi olarak bulmanızda tesadüfün payının bu adamın kendini kral olarak bulmasındakinden daha az olduğunu sanmayın. Kendiliğinizden ya da doğanız gereği buna hiçbir hakkınız yoktur, tıpkı onun krallığa bu sebeplerle hakkının olmaması gibi. Bırakın kendinizi bir dükün oğlu olarak bulmayı, dünyada olmanız dahi sonsuz tesadüflerin eseridir. Doğumunuz bir evliliğe bağlıdır, hatta atalarınızın hepsinin evliliğine. Peki bu evlilikler neye bağlıdır? Rastlantıyla yapılan bir ziyarete, havada bir konuşmaya, öngörülmedik bin bir vesileye.

Makalenin devamı için  https://silence22222.wixsite.com/muratersen

28 Mar 2018

DİMEK SANA "LEN" DİDİ HA

Aziz Nesin Anlatıyor: “Dimek Sana “Len” Didi Ha! “
(http://kalpherzamansoldanatar.tumblr.com/post/105636095976/aziz-nesin-anlat%C4%B1yor-dimek-sana-len-di) alıntıdır.

Enterasandır; biz Türkler(!), kıymetli özelliklere sahip olduğumuzdan mütevellit, genelde kavga etme nedenlerimiz de bu halimizden geri kalmaz. Bu tanımlamanın altına pek çok şey yazılıp çizilebilir ve belki biraz daha açılabilir. Fakat ben, bunu tek başına yapmak yerine o kıymetli ahvalimizi olabilecek en güzel şekli ile anlatmış, yani herdaim bizi bize en iyisinden anlatabilmiş bir mizah ustasının, düşünürün, Aziz Nesin’in “İstanbul’un Halleri” adlı öykü kitabından; meseleye incecikten dokunuvermiş bir öyküsünü, kısmen alıntılayarak keyifle dertleneceğiniz, içten içe, tatlı tatlı güleceğiniz, kıssadan hisse alıp paylanacağız hallerimizi hatırlatarak yaşamanızı istedim.

Malumaliniz çoğunlukla sokak ortasında cereyan eden ve bir çoğu ipe sapa gelmez nedenlerden dolayı kanlı sonuçlanmış gazetelerin 3. sayfa haberleri arasına girmiş tonla vukuat vardır. İşte, az sonra okuyacağınız öyküde de neredeyse sonuç hep aynıdır. Fakat ayrıntıda saklı şeytan mıdır? yoksa görünürde kabak gibi ortada duran huysuz kurnazlıklarımız mıdır? Gelin, hep beraber görelim!


(Hikayede ki tiplerden biri, bahçıvan hemşeri, diğeri köyden gelen delikanlı, ötekisi ise bu delikanlıya İstanbul’u gezdiren “yaşlıcası” olarak geçen ise diğer hemşeri.)

“…
- ooo… hele bak şu bibik yusuf’a . len, nirelerdesin? soyha çıhası…

yaşlıcası,
- gusura galma emice, dedi, hep ahlımdasın ya, işten güçten vahıt mı galıyo?

bahçıvan hemşerim, delikanlıyı sordu:
- kim bu babayiğit?
- tanımadın mı emice, bizim ganbur mustua vardı ya…
- eeee?
- ganbur mustua’nın oğlu.
- deme… bu babayiğit o gavatın oğlu mu?
- hee ya…

bizim hemşeri delikanlıya döndü:
- len goca pezüvenk, insan bi yol emicesine gelmez mi?

delikanlı utangaçlıkla güldü, başını öne eğdi. bizim hemşeri iltifatına devam etti:
- vay ocağı batası vay… baban olacak hergüle ne ediyo?
- eyidir emice.
- yusuf emicen ne ediyo? o goca deyyusten bi habar var mı?
- eyidir emice, selam etti.

bizim hemşeri, köyünden bir delikanlıyı gördüğüne sevinçli boyuna gülüyor.
- vay eşşek zıpası vay… len deve gadar olmuşsun be… kih kih kih… maşallah maşallah… heh heh he… ıraşit dayın ne ediyo? o eşşolu eşek de eyi ya… heh heh he…
- eyidir emice. mahsus selamları var.
- eleykümselam. kih kih kih… vay goca herüf vay. len elinde büyüdün, şuncacıktın be. daha ne var ne yoh be? koye varanda o dürzü bubana söyle, severim o deyyusu, doğru bana gelsin. he mi?
- baş üstüne emice.
- pek memnin oldum. hatrımı sayıp geldiğiz dimek. eferüm len goca gavat. memiş ne ediyo, memiş… goca daldaban. o kerhut da eyi ya…
- eyidir.
- eyi ossun dürzü…

bizim hemşeri köyden gelen delikanlının sırtını okşuyor,
- hele şu alçağa bah…
- bize gayrı müsaade emice, dedi, biz bi de gayfeye gidek. hemüşeriler var, hal hatır sorak.
- oldu mu ya… irahat bi zamanda gene gelin.

diğeri sorar,
- bu oğlana bi iş aradıydık. bildiğin bi iş var mı emice?
-bu ayu gadar herüf şindiyecek boşda mı gezdi yattı?
- hapisten düneyin çıktı emice.
- heleeee… geçmiş ossun. vah vah… dama neden girdiydin?
- cinayet
- namıs işi mi?
- yoh…
- besbelli kötü bişiy.

delikanlıya sordu:
-bi irezillik işten mi yoksa ?
- değil emice.

bizim hemşeriler haysiyetlerine pek düşkündürler, kendilerine ağır bir söz söyletmezler. namus bir, haysiyet işi iki. bizim köylerden hırsızlıktan, eşkıyalıktan suçlanan hiç görülmemiştir. delikanlı cinayeti anlattı:
- gayfede kâhat oynuyorduk. herüfün biri oyunda söğdü.
- söğdü mü?
- hee, söğdü.
- ne diyerek söğdü?
- çok ağır söğdü emice.
- ne didi canım?
- huzurunuzda haya iderim emice.

yaşlısı söze karıştı:
- buna “len” dimiş.

bahçıvan hemşerinin yüzü kızgınlıktan pancar gibi kızardı.
- nee? len, sana nasıl “len” der? yabani, sen de ses itmedin mi?
- etmem olur mu?
- temizledin mi?
- bıçağı vurdum ya, ölmemiş, yaralandı.
- temizleseydin. eferüm len. eyi etmişsin.
- emice bu oğlana bir iş var mı?
- şincik mi? bi soruşturalım. yarıntesi bi uğran hele.
- olur emice.
- dimek sana “len” didi ha…
- bize misaade emice.
- gulegule… pek memnin oldum. eferim len goca eşek, ayu gadar olmuşsun be… kih kih kih… vay goca zıpa vay. ne çabıh geçti zaman heyy… it enüğü gadardı be… buban olıcak dürzüye selam söyle. memiş emicen gavatına da, ıraşit dayın olacak deyyusa selam et.
- baş üstüne emice. hadi allasmarladık.
- gulegule…

onlar gittikten sonra bahçıvan hemşerim bana,
- neye yarar, herüfü gebertmemiş ki … dedi.

siz kelimelerin sözlükteki anlamlarına bakmayın. kelimelerin verdiğimiz anlam, bizim niyetimize göre değişir. sergilerde, resimden çok iyi anlayanların,
“vay eşşoğlu eşek, amma da yapmış!… diye ressamları değerlendirdiklerini çok duymuşsunuzdur.”

Kaynak; Nesin, Aziz “İstanbul’un Halleri” Aralık 2005, Nesin Yayınevi, syf.13-117

20 Mar 2018

SCHADENFREUDE

"baskalarina cektirilen ve bizim goruntuler seklinde izledigimiz, acilarla kurdugumuz dussel yakinlik, uzakta ızdırap ceken insanlarla, ayricalikli izleyiciler arasinda dupeduz gercekdisi bir bag oldugunu dusundurur ve bu bag, iktidarla iliskimizi duzenleyen mistifikasyonlardan biridir. ne kadar cok sempati duyarsak, acilara yol acan gelismelerde bir sucumuz olmadigi hissine kapilmamiz da o kadar kolaylasir. sempatimiz acziyetimizin yanisira, masumiyetimizin de ilanidir."  Susan Sontag(başkasının acısına bakmak)

bir kötülüğe tanıklık ettiğimizde içten içe hissettiğimiz şey bu belaların başımıza gelmediğinden dolayı duyduğumuz memnuniyet hissidir. bu suçluluk duygusundan yırtmanın iki yolu da ya mağduru suçlamak ya da kendimize masumiyet atfetmektir.

annelerin "hadi çabuk eve girin" cümlesinde zihinlerimize nakşolur. kapıyı kapattığımızda dışarıda olanla vicdani bağımızı da koparırız böylece sahte masumiyetimize sığınırız.

sosyal medya biz masum?! fanilere arayıp da bulamadığımız bir vicdani arınma imkanı vermiştir,beğen butonu. basarız ve beğeniriz ve insani vazifemizi yerine getirmenin rahatlığıyla huzur içinde uyuruz.birisi bizim yerimize hallediyordur nasıl olsa !

(bu durumdan ben de istisna değilim çuvaldızı kendime batırıyorum hep tekrar ettiğim gibi bu blogtaki yazılar aslında kendime yazdıklarımdır)



astıkları bir zencinin yanında poz veren beyaz amerikalılar

9 Mar 2018

DÜCANE CÜNDİOĞLU -ENİS DOKO POLEMİĞİ ÜZERİNE

" Kant’ın, ıspatları eleştirmesinin Tanrı’nın varlığına ilişkin bir inkâr anlamına gelmediğini belirtmiştik. Buna karşın, amaçladığıyla tarihin gelişim süreci içerisinde ortaya çıkan sonucun farklı olduğunu söylememiz gereklidir. Nitekim Kant ıspatların mümkün olmadığını, hatta bunların akla dayandığını göstermekte haklı olsa da, sonuçları itibariyle bu eleştirinin bir tür ateizme götürdüğü söylenebilmektedir. Hemen belirtmeliyiz ki, Kant’ın kendisi bir ateist hatta deist bile değildir. Ayrıca burada ateizmin bir yargılamasını yapmadığımızı özellikle belirtmeliyiz. Kant’ın akıl yoluyla kavranacak bir Tanrı’nın mümkün olduğunda bütün ahlâkın çökeceği sözleri oldukça yerindedir. İnanmak ahlâki bir seçimse Tanrı’nın varlığının zorunlu olduğunun gösterilmemesi yani inanmanın ıspata dayanmaması gerekmektedir. Çünkü Tanrı’nın olduğuna ikna edilmekten ziyâde, Tanrı’ya inanmak istenilmelidir. Kaldı ki akıl, Tanrı’nın varolduğunu zorunlu olarak gösterseydi bile, yine Tanrı’yı inkâr etme yani O’na inanmama söz konusu olabilirdi. Şu halde, akli ıspatlardan hareketle Tanrı’ya ulaşmaya çalışmanın doğru olmayacağını söyleyebiliriz. Tanrı’nın varlığını ıspatlamak ile Tanrı’yı bütünüyle bilmek arasında fark olduğunu düşünüyoruz. Tanrı ıspatlarında Tanrı’nın varolması gerektiğinden hareket edilmektedir. Tanrı’nın varlığının açık ve seçik olarak akılda olmasını iddia eden sadece Descartes’tir. Ama o da, böyle bir duruma ancak Tanrı’nın neden olacağını söyleyerek aklın iddiacı yapısını hafifletmeye çalışmıştır. Kozmolojik ıspat, dünyanın olması için ona varlık verenin olması gerektiğinden hareket etmiştir. Teleolojik ıspat, doğadaki düzenden hareketle Tanrı’nın olması gerektiğini iddia etmiştir. Dolayısıyla bu ıspatlar Tanrı’nın açık ve seçik bir biçimde bilineceğini ya da açık ve seçik varolduğunu değil, açık ve seçik bir biçimde varolması gerektiğini iddia etmektedirler. Burada Tanrı’nın doğasını bilme söz konusu değildir. Nitekim özellikle Orta Çağ’da bu ıspatlar ortaya çıkmaya başlarken devamlı olarak aklın sınırlarına vurgu yapıldığını belirtmiştik. Şu halde, Tanrı’yı bilmek ile Tanrı’nın varolduğunu ıspatlamak arasında fark vardır. Sonuç olarak, teorik anlamda özellikle Tanrı’nın varolduğunun ıspatlanması konusunda akla çizilen sınırın yerinde olduğunu düşünüyoruz. Aklın Tanrı’yı ıspatlamaya çalışması, sınırların aşılması olarak nitelendirilmelidir."

http://bilimfelsefeveteoloji.blogspot.com.tr/2013/10/immanuel-kant-ve-tanr.html adresindeki İmmanuel Kant ve Tanrı başlıklı makaleden alıntıdır.

Bu polemikte fikir beyan edecek yetkinlikte görmüyorum kendimi lakin Dücane Hocanın anlaşılmadığını ve Enis Doko'nun , Dücane Hocanın belirttiği "ergen" gevezeliği yaptığını düşünüyorum. Az buz bu işlere kafa yormuş biri olarak mevzunun yukarıda anlatıldığı gibi olduğunu bütün Tanrı ispatlama gayretinin aklın sınırlarını aşılması olduğunu ve varabileceğimiz en son noktanın " tanrını açık seçik var olduğunu değil açık ve seçik bir biçimde var olması gerektiğini" söylemekten öteye geçemeyeceği kanaatindeyim. Ötesi şahsi kanaattir Dücane Hocanın dediği gibi. Enis Doko'ya , Tanrı ispatı peşinde koştuklarını iddia ettiği filozofların Tanrını varlığını elde bir olarak kabul edip O'nun varlığına delil aradıklarını hatırlatmak gerekir. 

Netice itibari ile Dücane Hocanın dediği gibi "Tanrı" tartışması boş bir tartışmadır.. Muhayyileye ait olan ile akla ait olan alan birbirinden kesin olarak ayrılmalıdır diye bitireyim...



Leon Teschner (Celin Sybiosis) twitter hesabından alınmıştır..




8 Mar 2018

DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ




Bizim gibi kadınları çok takdir ediyorum ben.
Çalışıp,  kendi parasını kazananları. 
Çocuklarını doyurup, topuklularla işe gidenleri. Bin bir laf işitip, yoluna devam edenleri. 
Erkeklerine sıcacık yuva olup, dışarıdaki havaya da çıkanları... 
Evinin kirasını ödeyip, indirimden kendine bir de palto alanları. 
Risk alanları. 
Kafalarındaki hayalleri, arabaya, vapura otobüse minibüse atlayıp, oradan oraya taşıyanları.
Bir şeyi derinlemesine öğrenmeyi aklına koymuşları.
Bir yandan aşkla, bir yandan hayatla mücadeleye baş koymuşları. 
Yemeği de, hesabı da yapabileni.
Bir fikrin, bir inadın, bir iddianın peşinden yorulmadan koşanı.
Bu kadınların hepsi benim kahramanım. 
Kadın olmak başlı başına zor. Ama ben şikayetçi olmayanlarını seviyorum. 
Bizim gibi, sevenlerine kul. Sevmeyenlerine kör. 
Takdir edilse de, edilmese de yolundan dönmeyecek dümdüz gidecek olan kadınlar.
Bu kadınlar, tıpkı bizim gibi, bazı geceler bin bir şüphe ve kaygıyla gözlerini yumsalar da, sabaha kocaman açıp gözlerini yollarına dikerler. 
Öyle  iste...;) 
kutlu olsun Mart'ın 8'i !
Not:esininderingunlugu.blogspot.com.tr adresinden alınmıştır.

7 Mar 2018

SANDIK NEYİ ÇÖZER NEYİ ÇÖZMEZ

Ciddi bir şeyler okuyacağını düşünerek bu başlığa gelmiş olan sayın okurlarıma öncelikle belirtmeliyimki biraz geyik yapacağım zira ciddiyet anlamını yitirdi çoktan..(henüz bu blogta değil memleket sathındaki gayir ciddi tavır kalemimize daha bulaşmadı  çok şükür,bu seferlik sadece )
Demokrasi sandıktan ibaret değildir derler ya elhak öyledir peki sandık nedir ? Sandık, bizim gibi köylü toplumlarda iktidar pastasını kimin yiyeceğini belirler daha da fazla bir işlevi yoktur. Bireyin,ekonominin,düşüncenin ve akademyanın gelişmediği özerkleşmediği öznelleşmediği cemaat toplumlarında demokrasi bir merasimden ibarettir. Siyasetin her şeyi çözmesinin beklendiği topluluklardır bunlar aynı zamanda. 

Tuncer Şengöz Hocanın twit dizisini okudum sabah. Hoca gerekçelerini sıralayarak oy kullanmayacağını açıkladı. Sandık hiçbir şeyi değiştirmeyecek dedi.

Ben Türkiyede demokratik olgunluk olduğuna inanmadığımdan yıllarca oy kullanmadım. Artık belediye seçimlerinde oy kullanıyorum ama genel seçimlerde tavrım aynı. Bir kez deldim bunu o da cemaati bertaraf edebileceğini düşündüğümden AKPye verdim. Bir dahaki genel ve başkanlık seçimlerinde (artık başkanlık var biliyorsunuz 16 nisanda da hayır dedim ayrıca belirteyim) oy kullanmayı düşünmüyorum. 

AKP 16 yıldır iktidar belediyelerde 24 yıldır. Şimdi bu seçimlerde RTE seçimi kaybederse ne değişecek?? Buna umut bağlayanların ne gibi bir değişim beklentisi var? Misal, AKP ve RTE iktidardan düşerse bu ülke insanı birden bilinçli ve eğitimli bireylere mi dönüşecek? Eğitim şaha kalkıp Oxfordları mı kıskandıracağız? Üretim de çağ mı atlayacağız? Adam kayırmacılk son bulup liyakat sistemine mi geçeceğiz? Milletvekilleri rantçı menfaatçı olmaktan çıkıp halkın vekili gibi mi davranacak? Felsefi düşünce şaha kalkıp on Kant mı yetişecek? Birden Kürt-Türk Alevi-Sünni Dindar-Laik kesim empati yapıp üç günlük dünya gelin tanış olalım mı diyecek?

Laylaylom memlekete laylaylom demokrasi .Sürünün başında kimin kaval çalacağının ne ehemmiyeti var?

Yorumları bekliyorum..

demokrasi karikatür ile ilgili görsel sonucu

Murat Gök karikatürü

1 Mar 2018

AKLI KARIŞIKLAR İÇİN KILAVUZ

    “Ne yapmalıyım?” veya “Kurtulmak için ne yapmak gere­kir?” gibi sualler garip suallerdir, çünkü sadece araçlarla değil amaçlarla ilgilidirler.  “Ne istediğini kesin olarak söyle bana,ona nasıl erişeceğini sana söyleyeyim” gibi hiçbir teknik cevap yeterli değildir. Bütün mesele şudur: ben ne istediğimi bilmiyo­rum. Belki bütün istediğim mutlu olmaktır. Ama “Mutlu olmak için neye ihtiyacın olduğunu söyle, o zaman sana ne yapman ge­rektiğini söyleyebilirim” cevabı, bu mükerrer cevap, yetmiyor,çünkü ben mutlu olmak için neye ihtiyaç duyduğumu bilmiyo­rum.  Belki biri diyebilir ki: “Mutluluk için hikmete ihtiyacın var” —iyi ama, hikmet nedir? ‘Mutluluk için, seni hür kılacak hakikate ihtiyacın var”— peki, bizi hür kılacak hakikat nedir?
Onu nerede bulabileceğimi bana kim söyleyecek? Ona gitmek için kim bana rehberlik edecek veya en azından ilerlemek zo­runda olduğum yönü kim gösterecek?
    Bu kitapta dünyaya bakacak ve onu bir  bütün olarak görme­ye çalışacağız. Bunu yapmaya bazen felsefe yapmak deniyor,felsefe ise hikmet sevgisi ve arayışı olarak tarif edilmiştir. Sokrat diyordu ki: “Hayret, filozofun duygusudur ve felsefe hayretle başlar.” Başka bir yerde: “Hiçbir tanrı, filozof veya hikmet arayıcısı değildir, zira o zaten bilgin (hikmet sahibi)dir. Cahil­ler de hikmeti aramazlar; cehaletin kötülüğü burada yatar işte,ne iyi ne de akıllı olan gene de memnundur hâlinden.”
    Dünyaya bir bütün olarak bakmanın bir yolu bir harita ara­cılığı iledir, yani, çeşitli şeylerin nerede bulunacağını gösteren bir tür plan veya çerçeve —herşeyi değil tabii, zira bu, haritayı dünya kadar büyütecekti; sadece yerleşim için en göze çarpan,en önemli olan şeyler: atlayamayacağmız veya atladığınızda si­zi bütünüyle şaşkınlık içinde bırakacak önemli sınır işaretleri.Bir  soruşturma  veya  incelemenin  en  önemli  bölümü  başlangıcıdır. Sıkça işaret edildiği gibi, eğer yanlış veya yapay bir başlangıç yapılmışsa, araştırmanın daha sonraki aşamaların­da en güçlü yöntemler kullanılsa bile bunlar durumu asla kur­taramayacaktır.
    Harita-yapma, yüksek derecede soyutlama kullanan deneysel bir  sanattır, fakat gene de ‘kendini-terk’e yakın bir şeyle gerçekliğe tutunur. İlkesi bir bakıma ‘Herşeyi kabul et; hiçbir şeyi reddetme’dir. Eğer bir şey orada ise, herhangi bir tür varo­luşa sahip ise, insanlar ona dikkat ediyor ve ilgileniyorlar ise o şey haritadaki  uygun  yerinde  belirtilmelidir.  Harita-yapma felsefenin  bütünü  değildir,  tıpkı  bir harita  veya  kılavuzun coğrafyanın bütünü  olmadığı  gibi.  Sadece  bir başlangıçtır  —bugün insanlar ‘Bütün bunlar ne demek?’ veya ‘Hayatımı ne yapmam bekleniyor benden?’ diye  sordukları zaman yokluğu anlaşılan başlangıç. Benim haritam veya kılavuzum dört Bü­yük  Hakikat’in kabulüne  dayandırılmıştır—nerede bulunur­sanız bulunun görebileceğiniz kadar göze çarpan, her yanı kap­layan işaretler gibi; eğer onları iyi tanırsanız, onlar sayesinde her zaman yerinizi bulabilirsiniz,  ama tanıyamazsanız, kay­boldunuz gitti.
    Denebilir ki kılavuz ‘İnsanın dünyada yaşadığı’ hakkında­dır. Bu basit ifade şunları araştırmaya ihtiyaç duyduğumuzu göstermektedir:
1. ‘Dünya’;
2. ‘İnsan’—onun dünya’yı karşılayan donanımı.
3. ‘İnsanın dünya hakkında bilgi edinme yolu’; ve
4.  Bu dünyada ‘yaşama’nın ne anlama geldiği.

( E.F.Schumacher- Aklı Karışıklar için Kılavuz-Çev.Mustafa Özel İz Yayıncılık.sayfa 20-21-22 Docplayer.biz.net adresinden yararlanılmıştır)