26 Eyl 2013

OKU,YARATAN RABBİNİN ADIYLA OKU

"Hayatımı sürdürürken,doğa ve toplumla iletişime geçerken, kullandığım bilgi ve becerilerin ne kadarını okulda edindim ?"

Mümtazer Türköne'nin bugün köşesinden sorduğu bu soru ve vereceğimiz cevap bizim ne kadar büyük bir aptallık denizinde boğulduğumuzu apaçık ortaya serecektir. Soralım kendimize özellikle üniversite de okumuş olanlar sorsun , evet okul bizim hayatımıza ne kattı ?


Bu saçma sapan eğitim sistemi bizim hayatımıza dişe dokunur bir katkı yapmıyorsa yıllarımızı neden okullarda heba ediyoruz ? İkinci soru da bu.

Ee okula göndermeyecek miyiz yani çocuklarımızı benzeri , sorunun cevabı olmayan , bir karşı çıkış cümlesi zihnimizde belirecek muhtemelen. Ama ben onu sormuyorum ki !

Gerçekten bugün bu ülkede var olan eğitim sisteminin ürünleri olan bizler okuldan hayatımıza katkı sağlayacak somut olarak ne öğrendik ya da nasıl bir beceri kazandık ?

Bir diğer soru da şu; peki kazandıklarımız için harcadığımız emek,para ve zaman karşılığında elde ettiğimiz şey ekonomik midir ? Yoksa tümüyle bir zaman ve para israfı mıdır ?

Bu soruları anlamlı bulmak için analiz yeteneği olan şüpheci bir akla sahip olmanız gerekir. Yoksa muhatabınız kendisine küfür edildiğini düşünüp size saydırabilir. Şartlanmışlık ,en büyük sorunumuz insanlık olarak. İçine doğduğumuz ortamı tek gerçeklik olarak kabulleniyoruz. Biraz beyin okuyalım önce.

Bireysel olarak ben ne yapabilirim ? Toplumsal bir uyanışı beklersem çocuklarım budanmış kavağa dönecek.

Ben gücüm yettiği kadar çocukları Montessori yöntemiyle eğitim veren okullara göndereceğim. Şimdilik çok azlar ama bu bile bir dönüşümün içine girdiğimizi ve gelecek için umutlanmamı sağlıyor.

En azından kendi çocuklarımı bu eğitim sisiteminin budayıcı testerelerinden korumuş olurum.

25 Eyl 2013

BEYAZ EKMEK VE BEYAZLAŞMAYA ÇALIŞAN SİYAH TÜRK SENDROMU

Beyaz ekmek .doğal undan yapılan ve doğal olarak rengi kara olana kara ekmek yemek istemeyen asil fransız sınıfının icadıdır. Kendilerini alt sınıflardan tümüyle farklılaştırmak için yedikleri ekmekleri bile beyazlatma ihtiyacı duymuşlardır. Seçkinci ayrımcılık RNA larımızda taşınan habis bir kayıttır. Bu seçkincilik alt tabakaların bütün ritüellerinden uzak durmayı da getirir. Siyahların ayrı kiliseleri olduğunu da hatırlamak lazım.

Bizdeki bu seçkincilik kendi köksüz kültürsüzlüğünü yaratmakla kalmadı var olan geleneksel yapıyı da tersten yoketti. Çünkü bu seçkinci tavır o kadar içimize işlemişti ki alt sınıfları , seçkincilere benzemek için kendi kimliklerini ve yaşam biçimlerini de değiştirmeye yöneltti.

Hatırlarım,çocukken Biga ekmeği denen beyaz ekmek kasabadan gelen akrabalar tarafından getirilmeye başlandığında sırf menşei dolayısıyla el üstünde tutulurdu. Köy ekmeği köylülük ve geri kalmışlığı beyaz ekmek ise şehri ve medeniyeti temsil ediyordu. Köylüler ,kasabalılara benzemek için, evdeki doğal malzemelerini ve ekmeklerini değiştirme hevesine girdiler. Naylon ve plastik köy evlerini istila etti.Bugün bu özel okul ve dershane çılgınlığı tümüyle bu bilinçaltı eziklik duygusuyla ilgilidir ve çocuklar üzerinden beyazlaşma çabasıdır. Yani ezik anadolu insanı (öyle hissettirildi kendisine,bakmayın köylü milletin efendisidir masalına) beyaz türk mahallerine taşınmak için her yolu denemektedir.(mahalle burada hem fiziksel hem de sınıfsal gerçekliği vurguluyor)

Bugün Akp üstünden aslında beyaz ve siyah türk çatışması yaşanıyor. Bu beyaz türkün en bariz vasfı kendi dininden,kendi tarihinden ve kendi insanından tiksinmesidir. Baş örtüsü meselesi,kürt meselesinin aslı astarı da bu dur. Dininden ve kimliğinden vazgeçersen buyur ama yok direnirsen ...

Bu beyaz ırk sorunu aslında global bir sorundur. Bütün dünya beyazlaşmaya çalışıyor..

Bu yazıyı bu sabah içimdeki seçkinci tarafı keşfetmemle birlikte yaşadığım şaşkınlıkla yazıyorum. Kendi dinimden ve etnik kimliğimden utandığımı aslında beyazlaşmak istediğimi farkettim de bu sabah..

HOCAM ŞU KADINA HADDİNİ BİLDİR

Yazacaktım unuttum tantanada. Habertürk'te Öteki Gündem programında Ali Rıza Demircan,Hidayet Şefkatli Tuksal ve Caner Taslaman'ın katıldığı Hidayet hanımın doktora tezi  olarak yayımlanmış olan "Kadın Aleyhtarı Rivayetler Üzerinde Ataerkil Geleneğin Tesirleri " isimli kitabı üzerinden islamda kadın (bitmeyen senfoni adeta ) tartışıldı. Hidayet Hanım hadis uzmanıdır bilgi olarak geçelim.

İlahi tevafuk program esnasında Ali Rıza Hocanın telefonu çalar ,Hoca kapatmaya uğraşırken hoparlörü açar ve telefondan şöyle bir cümle duyulur " Hocam şu kadına haddini bildir " . Bunun üzerine Hidayet hanım "işte buyrun bakış açısı bu"  gibilerinden bir cümle ile (internette mutlaka vardır) taşı gediğine koyar. Hoca hışımla " siz insanların aklını karıştırıyorsunuz" der.

Mevzunun fotoğrafıdır bu. Hidayet hanımın doktara tezinin ne kadar manidar ve yerinde olduğu apaçık ekranda canlı yayında gözler önüne serilmiştir.

Ben ,uzun yıllar sonucu içine kapatıldığım sünni-hanefi ve gelenekçi din yorumundan kendimi kurtarmak için çırpınırken fıkıh diye ortaya konulan görüşlerin düpedüz cinsiyetçi ve erkek egemen mantıkla verildiğini farketmiştim zaten. Hidayet hanım sonuna kadar haklı. Cinsiyetçi ve erkek baskıcı bir gelenekten geliyoruz.

Meriç üstadın dediği gibi şüpheden bile şüphe. Akılların her daim karışması gerekir. Durulmuş akıl akıl değildir. İsyan kültürü tek hakikattir.

Gözden kaçan bir şey var,Kuran indiği toplumun sosyal düzenine hemen hemen hiç karışmamıştır. Temel bir kaç insanlık dışı durumu düzeltmiş köleliğin tedricen iki yüzyıl içinde kalkacağı gibi bir sistem kurmuştur. Lakin ne kölelik kalkmış ne de kurani toplum devam etmiştir. Kurandaki cezaların hemen hemen hepsi de kuranın Mekke ve Medine toplumlarında hazır  bulduğu cezalardır. Zinanın cezası taşla öldürme yerine sopayla vurmaya çevrilmiş ispatı da neredeyse imkansız hale getirilmiştir.

Kurandaki başörtüsü konusu mesela kadın mevzusunu konşuyoruz madem; Kuran başınızı örtün demez , başörtülerinizi boyunlarınızı örtecek şekilde göğsünüzde bağlayın der. Neden ?

Köleliğin ortaya çıkmasıyla beraber süregelen bir gelenek vardır kadim toplumlarda; hür kadınlar dışarı çıkarken mutlaka başlarını örterler ,cariyelerin (köle kadınlar) ise başlarını örtmeleri yasaktır. Bu dışarıda kimin hür kimin cariye olduğunun bilinmesi için konulmuş bir kuraldı eskiden. Kuran bu geleneği bozmamış sadece böşörtülerin boynu da örtecek şekilde bağlanmasını emretmiştir.

Benim naçizane tavsiyem, dindar erkeklerimizin ve kadınlarımızın islam öncesi arap toplumlarının sosyal ve kültürel kurallarını biraz öğrenmeleridir. Eğer bunu öğrenirlerse peygamberin pek çok hadisini anlarlar ve aptal aptal yorumlar yapmazlar. Sakal bırakmak sünnet gibi mesela. İpek elbise ve altın takma konuları da mesela. Daha pek çok örnek var aklıma gelmiyor şimdi hemen.

Ve hanefi fıkhında örfün bir hukuk kaynağı olduğunu da akıllarında tutsunlar.


16 Eyl 2013

KÜMESLERE TIKILMIŞ AİLELER FOLLUKLARDA BÜYÜTÜLEN ÇOCUKLAR

"Bizde çocuklar eskiden sokaklarda güler eğlenirdi. Bakınız bu hususu Tanpınar Sahnenin Dışındakiler adlı romanında ne güzel tasvir eder:
'Bereket versin sokak vardı. Çocuğun tek yardımcısı sokaktır. Her yerde ve her nesil çocuğu hayata sokak ayarlar. Büyükler orada evden, mektepten çok başka türlü ve tabi görünürler. Sokakta herkes kendisidir. Orada hayat sıcak bir ekmek gibi karşınıza çıkar.'(sf.60)
Artık eski mahalle anlayışımız yok. Çocukların kendilerini idrak ettikleri sokaklar yok.
Geçerken söylemiş olayım; eski kadınlar, beş çocuğu nohut oda bakla sofalarda büyütürken günümüz kadını 120 metre kare evde iki çocuk büyütemiyor diyenler; mahallenin genişliği ile 120 metre karenin genişliğini, mahalle dayanışması/mahalle sosyalleşmesi ile ekran dayanışması/ekran sosyalleşmesini de mukayese etmek durumunda olduklarını unutmasınlar lütfen.
Çocuk daha önce bütün bir cemiyetin sorumluğu altında iken, şimdi her türlü başarısından/başarısızlığından annenin sorumlu olduğu bir projeye dönüştürülmüştür."

Fatma Barbarosoğlu'nun bugünkü köşe yazısından aldım yukarıdaki alıntıyı,yazının tamamını okumanızı salık veririm. İçime dert olmuş olan okul,sokak ve çocuk üçgenini nefis özetlemiş. Göz göre göre felaketimizi hazırlıyoruz gibi geliyor bana. Mahallesiz şehir,insansız bir eğitim anlayışı ve saksıda yetiştirmeye çalıştığımız çocuklarımız. Cep telefonlarına sıkışıp kalan insancıklar..
---------------
National Georgraphic kanalında pazar akşamları saat 22,00 de zihin oyunları adlı bir belgesel başladı ,öneririm. Beynimizin zaaflarını öğrenmek için izleyelim izletelim.
---------------

Şu 700 milyonluk adam vardı ya bu sabah onunla ilgili yeni bir bilgi öğrendim. Bizim ortağın bir akrabası aramış haftasonu,o da beş bin euro kaptırmış,onun bir arkadaşı 85 bin euro kaptırmış. İş o kadar organizeymiş ki bir banka şubesi ve bir noter de kayıplara karışmış. Onların yalancısıyım olayı tetkik etmedim ama bu işin tek başına Mehmet Ceylan tarafından yapılamayacağı belliydi zaten. Bu kadar dümeni noter ve banka müdürü olmadan çeviremezsin. Bakalım sonu nereye varacak.


11 Eyl 2013

RACHEL CORRİE BİZE NE ANLATIR




Bu kızcağız 24 yaşlarında Filistinde İsrail buldozerleri tarafından ezilerek öldürüldü. Orada ISM(uluslararası dayanışma örgütü) üyesi olarak filistinlilerin evlerinin yıkılmasını engellemeye çalışıyorlardı.

Uzun söze gerek yok o insandı...

ERDEMLİLER İTTİFAKI(HILFUL FUDUL) VE ÇEKİRDEK YİYEREK ZULMÜ SEYRETMEK

"Zulmedenlere meyletmeyin.Yoksa size ateş dokunur.Sizin Allah'tan başka dostlarınız yoktur.Sonra yardım da göremezsiniz" Hud.113 ayet

Mekkede islamiyet öncesi yaşanan bazı olaylar neticesinde Mekkenin ileri gelen bazı kimseleri bir araya gelerek kendi aralarında bir sözleşmeye vardılar ve sivil bir örgüt kurdular(Hılful Fudul). Buna göre:

1- Mekke'de zulme uğrayan birisi olursa (kim olduğuna bakmaksızın) onunla birlikte olacaklardı.

2-Mazlumun hakkı zalimden alınıncaya kadar zalimin karşısında olacaklardı.

3-Maişette eşitlik sağlanana kadar bu antlaşma geçerliydi.

Peygamberimizde bu sözleşmeye daha sonraları katılmış ve islamiyet sonrası da bugün böyle bir organizasyon olsa düşünmeden katılacağını beyan etmişlerdir.

"başkalarına çektirilen ve bizim görüntüler şeklinde izlediğimiz acılarla kurduğumuz düşsel yakınlık, uzakta ıstırap çeken insanlarla ,ayrıcalıklı izleyiciler arasında düpedüz gerçek dışı bir bağ olduğunu düşündürür. Ve bu bağ iktidarla ilişkimizi düzenleyen mistifikasyonlardan biridir. Ne kadar çok sempati duyarsak,acılara yol açan gelişmelerde bir suçumuz olmadığı hissine kapılmamız da o kadar kolaylaşır.Sempatimiz acziyetimizin yanında masumiyetimizin de ilanıdır. "

"      Sonra da Fritz bana hapishanede geçirdiği neredeyse üç yıl boyunca ,orada olmasına katlanmasına sağlayan tek şeyin kitap okumasına izin verilmesi olduğunu anlattı:hapishanedeki yıllarını ingiliz ve amerikan klasiklerini tekrar tekrar okuyarak geçirmişti.
       Arizona'da büyümeyi bekleyen daha büyük bir gerçekliğe kaçmayı bekleyen küçük bir çocukken beni kurtaranın da kitap okumak olduğunu,hem ingilizce hem de çevrilmiş yabancı dillerdeki kitapları okumak olduğunu anlattım ben de ona. Edebiyata ulaşabilmek,dünya edebiyatına ulaşabilmek ,milli kibrin hapisanesinden, zevksizlikten, estetik yoksunluğundan, zorunlu taşralılktan, anlamsız okul eğitiminden ve noksan kaderlerden ve kötü şanstan bir kaçıştı.
       Edebiyat,daha büyük bir hayata yani özgürlük alanına yollanmaya imkan veren bir geçiş belgesiydi,edebiyat özgürlüktü.Özellikle okumanın değerine ve ruhaniliğe böylesine gayretle meydan okunduğu zamanlarda edebiyat özgürlüktür"

"dünyaya bir şey kattım bunun için de ondan bir şey alacağım: kendimi"

"beyaz ırk insanlık tarihinin kanseridir" Susan Sontag.

" anladım ki yanıldık,vahşet karşısında ki opaklığımızı korumayı insanlık sandık fakat bencillikti. O sergideki fotoğraflardan birinde yerde yatan benim kardeşimin cesedi olsa , bir salon dolusu gözlerine inanamayan işime yarar mıydı dersin ?  Üstelik onu anlamak bile acıyı yaşayana yetmezken..
          Etki edebilmek için dahil olmak,dahil olabilmek için önce o acı gerçeğin kendi içine nüfuz etmesine izin vermek gerekmez mi?  O halde sen kaç gülü feda edebilirsin kendi bahçenden,kaçını kurutursun gerçekliğin çölünde yürümek için ?
          Sorun sendeydi hep ve bende,sen ve ben olmakta,kendinden çıkamamakta. İnsan olmayı tümüyle yanlış anladık belki; kendi kendimize olmaya çalışmakta,olabileceğimizi sanmaktaydı hata. Oysa insan dediğin tek başına olunmuyor" (bu paragrafın yazarı ben değilim kim olduğunu da bilmiyorum.Ekşi Sözlükten aldım. Fakat o kadar etkilendim ki döne döne okuyorum ve sürekli aşağıdaki ayeti hatırlayıp duruyorum ve erdemliler ittifakını. Toptan erdemimizi ve insanlığımız yitirdik sanırım. Ateşin azabından bizi kim koruyacak erdemimizi yitirdiysek.Orada yatan cesedin benim kardeşim olsaydı diye aklımıza gelmeden seyredip geçmek beni seni kurtarır mı ? Gezi olaylarına katılan bir eylemcinin daha sonra katılma sebebi olarak; suratına gaz sıkılan kadın resmini gördüğümde o kız benim kız kardeşim olsaydı evde oturur muydum  dedim kendime ve  kendimi Taksim'de buldum demesi takdire şayandır. Burun kıvırabilirsiniz durduğunuz yerden ama kıvrılan her burun zulüm olarak geri döner. Kim olduğuna bakmaksızın gadre uğrayan ya da haksızlığa ve zulme uğrayan yanında koşup yerimizi almadıkça ne insanlık ne de müslümanlık bizim ismimiz olmayacak.) 

“Size ne oldu ki Allah yolunda ve ‘Rabbimiz bizi şu halkı zalim kentten çıkar, bize katından bir koruyucu ver, bize katından bir yardımcı ver’ diyen ezilen erkek, kadın ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?” (Nisa, 75)

Not: bu yazıyı ağlatan kafe eşliğinde okursanız fonda iyi gider. Yaptığımız insanlıkta buraya yazı yazmaktan ibaret işte. Kime ne faydası varsa.

10 Eyl 2013

DÜNYA DIŞARDAN MASMAVİ İÇERDEN KIPKIZIL

Çöle gitmeli,dolunaylarda hele..Üstüne dökülecekmiş gibi duran gecenin karanlığına asılı yıldızlar ve solgun bir dolunay ışığı,kumla danseden. Masal anlatmak ve masal dinlemek için gitmeli. Bütün küçük prensler çöle iner ve bütün masalcılar. Tanrının evi bile çölün ortasındadır. Renksiz bir sonsuzlukta gökkuşağının bütün renkleri gözlerinize akar. Tevhiddir çöl.Çölde ikilik yoktur. Çöl ruhunu ve bedenini bütünlemiş bir ermiş gibidir. Orada ne bir gürültü ne de bir fazlalık görürsün.

Çölde hayat veren su değil ışıktır.Siriustan gelen atalarımızın  ışıktan gemileri gibidir çöl. Çölde döngü yoktur. Bölünmez bir anın sonsuz nefesi. Çöl kişiye huzur ve tevazuyu öğretir.Ruh uykuyu beklemeden aklımızı terkeder ve kum tanesi gibi sonsuzluğun bir parçası kılar bizi.

Çöl tanrının huzurundaki secdedir ve kibirsiz alnımız sınırsız rahmete değer. Ve gece bütün günahlarımızı çekip alır ensemizden.

Şehirde tanrı yok.Şehirler mabetlerin mekanı. Tanrısız mabetlerin. Kan akar ,günahtan örülmüş damarlar gibi sokaklarında . Şehirde insan kapılar ardına gizlenir. Korkularından kurtulmak için aydınlatır günah kiri sokaklarını şehir. Evler perdelerle örtülü,kapılar sımsıkı kilitli. Şehir insanla tanrı arasına duvar koyar,perde koyar,sokak koyar,haset koyar ve ışık koyar. Lanetli yer altı madenlerinden ürettiği sanayisinin konforuna sığınır. Sığınmak oysa tanrıya olmalı değil miydi.

Şehir üretir ve ürettikçe çoğaltır kederini. Kalabalıklar,gece bile uyumayan kalabalıklar. Rüya görmeye bile gidemeyen ruhlar yığını. Ne gündüzünü ne de gecesini bilmeyen kalabalıklar. Kalabalıklar şeytanla danseder . Mabetleri süslü ,elbiseleri süslü,evleri süslü ve yüksek. Dolunay bile şehrin göklerini terkedeli hayli zamandır. Şairler ,ölü şairler şiirlerini mezar taşlarına yazabilmektedir sadece.

Durmaya vakti olmayan şehir kıskançtır.Şehir Kabil'dir ve Habil'i öldürmüştür artık. Eli kanlıdır ve günahını örtmek telaşındadır.Böylece çevrimin en başına dönmüşüzdür ve cinayet büyük bir zafer gibi taçlanır.

Oysa tanrı çölde beklemektedir bizi.



9 Eyl 2013

DÜĞÜNLER,YİTİRİLEN BİR GELENEK

Hafta sonu bir akrabanın nikahı vardı. Biz de iştirak ettik maaile. Düğün gecesi şundan iyice emin oldum ki toplum olarak tamamen savrulmuşuz.

Düğün dediğin şey bir toplumun ruhunun aynasıdır. Düğün her topluluk için bir sembol niteliği taşır. Düğün bizi diğer toplumlardan farklılaştıran ve bizi kaynaştıran en önemli törendir. Çünkü düğün ile birlikte aileyi ve toplumu inşaa edersin.

Düğünler bugün itibariyle şu şehirde kapitalizme hizmet eden ritüellere dönüşmüş ve manasını yitirmiştir. Geleneksel olandan geriye hiç bir şey kalmadığını basit bir gözlemle görmek mümkün.

Pazar öglen gibi oğlan evine gittik(oğlan tarafıyız). Herkes kuaförde. Benim hanımla kızım da kuaföre gittiler saçını başını yaptırmak için.Akşama doğru ancak kuaför faslı bitti ve düğüne gelen bütün hatunlar (nineler hariç) saçı başı yapılmış olarak eve doluştular. Bir müddet daha gelin arabasının süslenmesi beklendikten sonra gelin alıcı konvoyu olarak akşam ezanına yakın kız evine yola çıktık.Neyse kız evinde de fazla oyalanmadan Aksaray'a düğün salonuna doğru konvoy hareket etti.

Saat sekiz sularında düğün salonuna vardık ve yerleşmemiz falan derken saat dokuz gibi nikah kıyıldı. Düğün pastası kesildi ,takı takıldı ve gelin damat ilk dans sonra oyun havaları derken saat onbuçuk gibi biz salondan ayrıldık.

Bütün o kuaför eziyeti ve kıyafet seçimi falan bu iki saat tantana için.

Bu düğünler bence tam bir saçmalığa dönüştü. Arabesk bir şey ama arabeskte bir formdur netice olarak. Ama bu yeni yetme düğün anlayışı tam bir amorf. Şekilsiz ve ruhsuz. Ne düğün ne ritüel. Ne gelenksel ne modern.

Benim hiç anlamadığım şey mesela gelin damat dansı. Ya biz öyle ya da böyle müslüman -türk bir toplumuz onu geç düğünler dışında gidip kimsenin dans ettiği falan yok. Bir fransız şansonu eşliğinde dans eden bir gelin damat resmi bu toplumun hiç bir yerine oturmuyor. Modernleşme maceramızın bizi getirdiği nokta,türk fransızlar.

Sonra anlamsız ve sıkıcı bir takı töreni. Bu takı takma işi ne zaman peyda oldu anlamadım doğrusu. Şöyle bir şey oluyor kim ne takıyorsa not ediliyor sonra da yeri ve zamanı gelince aynı takı takılıyor karşılık olarak. Bu takı takma işi tam bir arabesk. İçinde gösteriş ve misilleme ahlaksızlığı var. Kırgınlık ve dedikodu üretiyor sadece.

Küçücük bir alanda oynamaya çalışan bir grup ve havasız bir salonda karşındakinin ne dediğini anlamaya çalışarak (gürültüden) vakit geçiren masalar dolusu bıkkın insan.

Oğlan Çanakkale yörüklerinden kız Kastamonulu. Ama insanlar Ankaralı Namık türküleriyle oynuyor. O da acayip. Misket oynamayı bilen de yok açıkçası. Öylesine meydanda salınıyorlar. Oysa ne beklersin; bindallı ve köçek. Köçek olmamasına hele çok şaşırdım. Köçeksiz bir kastamonu düğünü. Bunu da gördüm.

Hoş bizim düğün demek her şey demek olan çerkesler bile artık bu saçma salon tantanasına teslim oldu ya daha ne diyim.

Bir de Emirganlarda fotoğraf rezilliği eklenmiş bu anlamsız düğün telaşesine.

Düğün iki temel aşamadan oluşur. Birincisi eğlence ikincisi merasim. Eğlence dediğin de meydanda açık havada olur öyle havasız sinemadan bozma düğün salonlarında değil.  Toplum şehirleşirken taşradaki geleneklerini şehirleştiremedi çünkü uygun fiziki ortam kurulmadı.Ne evlerimiz ne de sokaklarımız ve mahallelerimiz buna uygun. Merasim kısmından geriye hiçbir şey kalmadı.

Bugün ruhsuz,neşesiz ve eğlencesiz sadece yorgunluk ve borç bırakan düğünümsü düğünler var. Herkes şikayet ediyor ama değiştirmeye cesaret eden yok.(ilk önce yapılacak şey bu düğün salonu garabetinden kurtulmak,gerisi düzelir sonradan)

6 Eyl 2013

BÜTÜN OKULLARI KAPATSAK SADECE TANRILAR OKULU KALSA

Zaman Gazetesinde Mümtazer Hocanın yazısı içimdeki okul düşmanlığı damarını yeniden nüksettirdi.

Çocukken okul zamanlarında en sevdiğimiz şey teneffüs ziliydi. Yaz tatili gelecek diye gün sayardık. Okulunu en sevdiğim tarafı bahçesiydi. Şimdiki şeherli okulların bahçeside kıt teneffüsleri de beş dakika. Zavallı çocuklarım eğitim canavarı sizi yutmak için gün sayıyor. Allahtan Montessori yöntemiyle eğitim veren yerlere açılmaya va çoğalmaya başladı son iki üç yıldır da biraz ezberci eğitimden çocukları kurtarma umudu doğdu.

Fenikeliler ilk doğan erkek çocuklarını Ba'l tanrıları için feda eder ve fırın şeklindeki putun karnında cayır cayır yakarlardı. Çok ta iyi bir şey yaptıklarını sanar hiç te suçluluk duymazlardı. O dönemdeki bir Fenikeli babaya :

-abi sen napıyon çocuğunu yakıyon kefayı mı yedin ulen

desen şöyle bir cevap alabilirdin.

-oğlum bak git çocuk benim tanrı benim. Eğer bu çocuğumu vermezsem diğer bütün oğullarımı benden alır der şamarı indirirdi.

Örnekleri çoğaltarak gelebilirim tarihten bu yana ama Fenike örneği çarpıcı geldiği için yeterli görüyorum. Şimdi bugün modern bir anne ve baba okula çocuğunu  göndermemeyi aklından bile geçiremez. Sen istediğin kadar bu eğitim sisteminin çarpıklıklarını anlat,çocuk istediği kadar tepinsin çare yok okul putuna kurban gerek. Hem de tek çocuk falan değil evde ne kadar varsa. Sonuçları itibari ile bugünkü eğitim sisteminin bir fecaat olduğu ortadayken insanların akılsızca ateşe çocuklarını atması kurban geleneğinin şekil değiştirerek devam ettiğini gösteriyor.

Modern insan canlı ve cansız pek çok puta tapıyor ama put olduğunu bilmiyor sadece. Yeni nesil tanrılarımız var; moda tanrısı,rant tanrısı,sandık tanrıları,beyaz türk tanrıları,laiklik tanrısı,muhafazakarlık tanrısı,Holywood en büyük tanrımız. Bize her şeyi o söylüyor. Televizyon kutsal kitabımız.

Aptallık yaygınlaşınca kural haline gelir. Modern insan bir yönden tarihin en acınası nesli.Peygamberi yok.

Benim irfan sahibi insanım okul ile adam olmayı eşitlemiştir. Lakin tahsil cehaleti almamış tersine cahil olduğunu bilen mütevazi insanlarımızın tersine tedrisat görerek cehaletlerini unutmuş kibirli bir ahmak güruhu peyda olmuştur.

Bakıyorum da tarihin yönünü değiştirmiş ne kadar adam varsa (istisnalar hariç) hepsi okul kaçkını.

Okullar köle düzenine amele yetiştiren ahırlardan başka nedir ki bugün ?

5 Eyl 2013

KANLI ELMAS

Bugünlerde Suriye'ye müdahale söz konusu ya ben de geçmişten ama o kadarda geçmemişten 90'lı yıllarda yaşanmış bir insanlık trajedisinden ve dünyanın geri kalanının bunu seyretmesinden bahsedeceğim.

Birleşmiş Milletler bütün defolarına rağmen bence insanlık için bir umuttur. Öncelikle bunu belirteyim. Umudum ve temennim bu organizasyonun ilerde sadece beşli çetenin menfaatlerini değil bütün ulusların yaşam haklarını savunan bir yapıya dönüşmesi. İnsanlık henüz bir ülkenin başka bir ülkeyi ilhak edemeyeceği fikrine yeni geldi. Artık savaş yoluyla başka bir ülkeyi ilhak edemiyorsunuz anlaşmalar gereği. Mesela Suriye'de bu kadar insan öldü reva mıdır ? Bir ülkenin iç işleri diye oturup seyrediyoruz tv den. İnsan ne kadar kan dökücü !

Sierra Leone diye bir ülke var. Duydunuz mu bilmem adını. 90'lı yıllarda yine dünyanın gözü önünde binlerce insan katledildi bu ülkede. İşin detayını merak eden çok rahat internetten öğrenebilir. Ama seyretmeye gücünüz yeter mi bilmem. Pek çok belgesel var. Biri de Ramazan Öztürk'ün kırılma noktası.

RUF(revolutionary united front) tarafından 1991 yılında başlatılan iç savaş 2002 yılında bitirilebildi. Sierra Leone elmas madenleri ile ünlü bir ülkeydi. RUF elmas madenlerinin bulunduğu Liberya sınırına yakın bölgelerde "kaybedecek neyinizi var zincirlerinizden başka " felsefesiyle işçilerden bir devrimci hareket başlatmayı denemiş fakat çok kısa bir süre sonra psikopat Fodoy Sankoh örgütü tümüyle ele geçirerek silahlı bir isyan hareketi başlatmış ve kısa bir sürede başkentin kapılarına kadar dayanmıştır. Örgüt savaşın sonuna kadar elmas madenlerinin bulunduğu bölgeyi elinde tutmuştur.

Bu örgütü yani RUF'u ilk destekleyen ve kurulmasını ve eğitimini sağlayan sıkı durun Kaddafi olmuştur. Daha sonraları Liberya'yı iç savaş sonucu ele geçiren Charles Taylor RUF'un destekçisi olmuştur. RUF Taylor'a elmas vermiş Taylor RUF'a silah ve lojistik destek. RUF ilerleyen süreçte zıvanadan çıkarak tamamen bir katliam şebekesine dönüşmüştür. Özellikle çocuk askerler dramının yaratıcılarıdır. 1997 yılına kadar BM üç maymunları oynamış eski sömürgeci Britanya Krallığı da buna katılmıştır.

RUF'un yaptığı mezalim tarihta görülmüş müdür bilmiyorum ? İki seçeneğin vardı RUF köye geldiğinde; ya RUF'a katılırsın ya da ellerin ve ayakların kesilir. On binlerce ampute yaşıyor bugün ülkede.

Tamamen boku bokuna ölmüş yüzbinlerce insan. Sakat ve yetim kalanlar cabası. Ne için ? Kanlı Elmas için.

Charles Taylor daha sonra savaş suçlusu olarak yargılanmış ve mahkum olmuştur. Sankoh hastalanıp öldü yargılanamadan. En yaşanılamayacak ülke sıralamasında birinci olarak Sierra Leone'yi bırakarak.

Leonard Di Caprio'nun oynadığı Kanlı Elmas filmi bu trajediyi anlatır Holywood gözünden. Bugün BM Sierra Leone'de üretilen elması "Kanlı Elmas" olarak damgalayıp dünya çapında satışını yasaklamıştır.

Filler tepinir çimenler ezilir vesselam.

Suriye bugün güncel örneği benzer trajedilerin. Birbirimizi öldürmek için ne kadar çok emek harcıyoruz. Suriye'den geriye ne kalacak ; yüzbinlerce ölü,harap olmuş bir ülke ve yaralı ruhlar. Ne için ? Ne için amına koyim ya ne için ? Bütün katillerin canı cehenneme !

SETENAY YÜKSEL OLGUNER

Aziz Üstel sayesinde (bugün Star'daki yazısı) sevgili Setenay Yüksel Olguner'i keşfetmiş oldum. Aziz Abi gibi Setenay Hanımda isminden anlaşılacağı üzere çerkes(adige). Çerkes olması nedeniyle ayrıca mutlu ve gururlu olduğumu itiraf etmeliyim. Klasik tabir ama tanımlayacak başka bir kelime bulamadım kıvrak bir kalemi var. Sohbet eder gibi yazıyor. Eğip bükmeden allayıp pullamadan içindekini kalemine söyletiveriyor. Yazılarından çok keyif aldığımı söylemeliyim. Blog yazar gibi yazıyor. Zeki ve espirili. Mesela Yozdil (Yılmaz özdil ) diyerek beni benden almıştır.

Kendisini şöyle tanımlıyor; kiremitçi,tuğlacı,jeofizikçi,Çerkes,Erbaa'lı,sağlam BJK li, liboş,demokrat,halis muhlis bidonkafalı hatta göbeğini kaşıyan.

www.sehirmedya.com adresinden haftalık yazılarına ulaşabilirsiniz. Ben ulaşacağım.

2 Eyl 2013

ÇİRKİN ÖRDEK YAVRUSU(ÖRDEK OLDUĞUNU DÜŞÜNEN KUĞUNUN BAŞINA GELENLER)

Amigdala kaderimizdir. Kişi dışındaki dünyaya göre tanımlar kendini. Siyahların içinde beyaz olarak doğan kişi alay konusu olur ve teninin renginden nefret eder. Dilini bilmediği bir yerde yaşamak zorunda kalan çocuk , dilinden ve kendinden nefret eder çünkü aşağılanır ve dayak yer. Önceleri anne ve babamıza sonraları arkadaşlarımıza benzemeye çalışırız. Çünkü onlar bize kendimizi yani kim olmamız gerektiğini yansıtır. Köpekler tarafından büyütülen bir insan-çocuk dört ayak üstünde yürür ve sadece havlar.Aynen köpekler gibi yaşamaya çalışır. Amigdala her şeyi kaydeder ve bizi korkutan ve korkutmayan şeyler ile ilgili dosyalar oluşturur ve kaderimizi şekillendirir. Sonradan bu dosyalara erişmek hele hele bu dosyalardaki yargıları tersine çevirmek hayattaki en zor şeydir. Bir kere değersiz olduğunuza karar verdiniz mi yani amigdala başkalarının onayını al ve güvende ol komutunu girdimi sisteme ömrünüz merhamet dilenmekle geçer.

Dünyadaki bütün bu cinayetlerin ve aptallıkların nedeni de amigdaladır. Diktatörler amigdalalara hükmeder.Hür olmamız önündeki en büyük engel kendi amigdalamızdır. Çünkü hayatta kalma dürtümüz bizim en güçlü ve en temel dürtümüzdür ve doğrudan amigdalaya bağlıdır. Beynimiz bizi güvende ve hayatta tutumak için kendince aldığı kararları ısrarla uygular.Uyuşturucu bağımlılığından kurtulmak o yüzden bu kadar zordur. Çünkü beyin uyuşturucuyla hayatta kalma arasında direkt bağ kurar. Cinsel haz ile eroinden alınan hazzı eşitler beyin ve haz aldığıma göre  bu hayatta kalmakla ilgili der ve sürekli bizi nasıl yemek yemeye ve seks yapmaya itekliyorsa eroin almaya da itekler.

Belirsizlik beynin en kaçındığı durumdur yani amigdalanın. Bildiğimiz hayat en güvenlisi ve en iyisidir. Medeniyet dediğin aslında amigdala eğitimidir. Dinlerin temel hedefi de insancıkları amigdalanın esaretinden kurtarmaktır. O yüzden ördek yavrularıyla büyüyen kuğu kendinden utanır ve ördeklere benzemek ister ta ki başka bir kuğu görene kadar. Yani farkındalık uyanışı.

Farkında olmadığımız bir şeyi değiştiremeyiz. Farkında olduğumuz şeyi değiştirebilir miyiz peki ? Evet ama göbeğimizi çatlatır. Amigdala hiç hoşlanmaz değişimden falan onu ikna etmek deveye hendek atlatmak gibidir.

O yüzden kitap şöyle der : " (ey müminler) şüphesiz ki şeytan ancak kendi dostlarını korkutur. Eğer gerçek mümin iseniz onlardan korkmayın benden korkun " Ali İmran 175

Amigdala,şeytanın tahtıdır.