28 Ara 2012

BİLMEDİĞİN ŞEYİN ARDINA DÜŞÜP GİTME...

Ben ortodoks hanefi koşullamasıyla yetiştirildim. 

Ehl-i sünnet vardı bir de sapık mezhepler. Pek çok uydurulmuş hadisi de koltuğuna alıp hak mezhep biziz diye genel bir koşullamayla eğitime tabi tutuldum. 

Bu ehl-i sünnet ve hak mezhep söylemi tamamen siyasal bir söylemdir malesef. Bu mezhep işi o kadar çığrından çıkmıştır ki kabir sorularından birisi de mezhebin nedir sorusu olmuştur. Caferiyim dedin mi boku yedin yani ehl-i sünnet anlayışına göre. Halil Kırbaş hocanın dediği gibi bu uydurulmuş deli mezhep gömleğini yırtana kadar göbeğim çatladı. Bu aralar bu konuda yoğun tartışmalar yaşanıyor biliyorsunuz (Allah'a şükür).Özellikle Yaşar Nuri Öztürk'ün bu ümmete büyük hayrı geçmiştir kanaatimce. En azından bir kaç kişi merak edip araştırıp kendilerine öğretilen bu dinin anlatıldığı gibi olmadığını anlamışlardır. 

Benim ilk şüpheye düşmem nur cemaati evlerinin birinde elime geçip okuduğum Yeni Ümit dergisinde (hala çıkıyor mu bir fikrim yok)İmamı Azam'ın Ebu Hureyre hadislerini kabul etmemesi üzerine yazılmış bir makaledir. Bu makalede İmam-ı Azam'ın Ebu Hureyre hadislerini almama sebeplerini uzun uzun anlatıyordu. Oysa bize öğretilen İmam-ı Azam ile Ebu Hureyre böyle değildi. Daha sonra ki süreçte zaten mutlak bir şüpheye düşüp 7 yıl süren bir din dışı hayatım oldu. Her şeyi en baştan kaynaklardan öğrenmeye koyuldum. Ama insanın şartlanmışlıktan kurtulması o kadar zor ki o kafamıza sokulmuş suçluluk duygusu yok mu? Aforoz korkusu gibi aynen. Ebu Hureyre hadisleri uydurulmuş olan dinin üzerine oturduğu temel satıhtır. O yüzden İmam-ı Azam'ın başka kaynaklardan doğrulanmadıkça Ebu Hureyre'den nakledilen hadisleri reddetmesi o ilk karşılaşmada beni şok etmişti. Benim zihnimde Ebu Hureyre adeta kutsanmış bir hadis ravisiydi. 

İmam Hatipteyken pek çok hadisi okurken bunların peygamber sözü olabileceğinden ciddi şüphe duyardım. Ama söyleyen Efendimizdi ne yapabilirdik ki. 

Daha sonra İmam-ı Azam'ın hadisleri sadece ravi yönünden değil mana yönünden de kritiğe tuttuğunu Kurana ters olan hiç bir hadisi ravi zinciri sağlam olsa bile abu etmediğini de öğrendim. 

Gittikçe mezhep dışı olmanın bize anlatıldığı gibi dinsizlik olmadığını gayet mutlulukla keşfettim. 

İnsan şartlanmışlık içindeyken anlamıyor , ne demek hak mezhep yaa. Elbette bu siyasi bir söylemdir. Kim kimin hak veya batıl olduğuna karar verebilir ki.

 Sonra öğrendik ki kazın ayağı öyle değilmiş. Bu hadislerin büyük çoğunluğu uydurmaymış. Meğer Kurandan sonra en sahih kaynak kabul edilen Buhari bizim tırnak içinde mezhep imamız hakkında zındıklık ve küfür ithamında bulunmuş , meğer İmam-ı Azam , Abbasi zindanlarında zehirlenerek katledilmiş. Bize bunlar öğretilirken tarihi detay gibi bir cümleyle geçiştirilir işin aslına hiç girilmezdi. Hakkaten Sıffinde ne olmuştu,Cemel vakasının aslı neydi ? Sonradan öğreniyoruzki o dönemlerde korkunç siyasal baskılar,iktidar savaşları,suikastler,ihanetler gırla. Meğer bize kutsal ve yanılmaz günahsız mübarek insan ve melek üstü varlıklar olarak gösterilen bu insanlar senin benim gibi insani zaafları olan fanilermiş. Cemel Vakası sonradan yakıştırılan gibi bir içtihat meselesi değil düpedüz iktidar savaşıymış.

 BUgün şunu anlıyorumki , islam dini ve bilimsel akıl uydurulmuş din üzerinden tahakküm kurmak isteyen siyasi iktidarlar tarafından esir alınmış ve adeta yok edilmiştir. Özellikle 9.asırdan sonra yayılmaya başlayan sufi anlayış bilimsel aklı tümüyle kuşatmıştır. Velayet marifetin önüne geçmiş uydurulan keramet hikayeleri ile şeyh efendiler uçurulmuş bir sürü ahmakta bunların peşinden gezip durmuştur.

 Akılsız din olur mu yahu?! 

 Bugünkü en büyük sıkıntımız bu sorgulanamaz kerameti kendinden menkul insanların etrafında oluşmuş iktidar odakları ve bu odakların din ve hayat üzerinde kurdukları katı tahakkümdür. Derdi olan her insan ve müslümanın ilk yapacağı iş kendini şartlanmışlıklardan kurtarmak ve biraz gayret göstererek kitabını okuma ve anlama cehdine soyunmaktır. Özellikle Hanefi olduğunu sanan arkadaşlar mezhep imamınızın bir hayatını ve mücadeeini ouyun ve öğrenin. Bu adam niye zindanda ömüş ? Derdi neymiş i acaba? Doğruyu öğrenme için önce öğretimiş yanışardan kurtuun mera etmeyin dinden çımazın hoş bu uydurumuş dinden çımanın da bir zararı yo. "Bilmediğin şeyin ardına düşme; doğrusu kulak, göz ve kalp, bunların hepsi o şeyden sorumlu olur."(İsra, 17/36)

24 Ara 2012

MAYALAR VE ÇAĞIN ALAMETLERİNE BAKIŞ

Bu yazı cuma günü yazıLacaKtı ama FarKettiğiniz gibi KLavyemin bazı KaraKterLeri yazmamaSı nedeni iLe yazıLamadı ve halen yazıLamıyor. Modern batı zihniyeti zamanı doğrusal oLaraK algıLadığından meKanı aLgıLama konuSunda arızaLıdır.Kadim medeniyetLerin hepSinde zaman döngüSeLdir.

 Hint KozmoLojiSine göre de son çağdayız yani KaLi-Yugadayız. DEmir çağının Sonu. Benim bahSedeceğim Kitap burada daha önce bahSi geçmiş oLan "NiceLiğin EgemenLiği ve Çağın ALametLeri" . Yazar bu eSerde modern batı biLimini,zihniyetini çoK ciddi bir eleştriye tabi tutar. Modern Batının evren aLgıSının köKten çarpıK oLduğunu açıK oLaraK ortaya Koyar. Batının iLerLeme Sandığı şeyin tam bir dibe vuruş oLduğunu çevrimin sonuna yaKLaşıLırKEn her şeyin hızlanacağının da altını çizer yazar. Bu çağın en bariz vasfı olarak ta bütün kavramların anlamlarının tersine dönmesi olduğunu niceliğin egemenliği denen olgunun tam da bu olduğunu belirtir yazar. Para konusuna ayrı bir bahis açan yazarımız , paranın dejenere olarak en sonunda maddi olarak ta ortadan kalkacağını belirtir ki bu kaçınılmaz olarak niceliğin egemenliğinin sonucudur. Niceliğin egemenliği varoluşsal olarak zorunludur yazara göre. 

Çevrimin yasaları gereği altın çağ olarak başlayan manvantaranın sonu niceliğin egemenliğidir. 

Yazar burada gelecekte beklenen altın çağ fikrini yanlışlar ve altın çağın geçmişte olduğunu belirtir. Evet gelecekte bir altın çağ olacaktır fakat bu altın çağ diğer çevrime ait olup o çevrimin başlangıcıdır. 

Burada bahsedilen bir çağın sonu ifadesi sadece bir dönemin değil tam bir çevrimin yani MANVANTARA'nın sonudur. Bu sadece manevi değil maddi değişikliklere de yol açacak bir değişimdir. 

 Mayalar ne kastetti "uzun hesap" denen bu 21 Aralık 2012 de bittiği SöyLenen takvimle bilemem ama döngüSeL zamanlarda yaşadığımız bir gerçeK. Bugüne Kadar okuduğum kitapLardan Kendimce çıKardığım Sonuç şudur dünyanın Sonu iLe iLgiLİ(bizim Sonumuz deSEm daha doğru bir iFade oLur), Ye'cüc Me'cüc (gog magog) deniLen uzayLı tür tarafından dünyamız işgaLe uğrayacaK. Eğer bu işgaLi püsKürtebilirSEK elbiriği iLe diğer çevrimi görebiliriz. YoKSa bu arKAdaşLar KÖKümüzü azıyabiLirLer haberiniz olSun . TeKniK arıza nedeni iLe bu yazıyı burada bitiriyorum meraK eden arKAdaşar Kitabı oKuSunlar..

20 Ara 2012

GÜLER MİSİN AĞLAR MISIN ?

Bazı gelişmeler oldu hafta içinde. Yarın yazmayı düşündüğüm "çağın alametleri" yazımda ayrıntılı olarak bahsedeceğim bir tersine dönüşen kavramlar meselesine önden bir giriş yapayım. Dün biliyorsunuz Anayasa Mahkemesi yüce divan sıfatıyla yargıladığı sabık Yargıtay 6.Hukuk Dairesi başkanı ve ona rüşvet veren (veren diyorum çünkü verildiği kesin) 15 sanığa BERAAT kararı verdi. Beraat kararının da gerekçesi delillerin hukuka uygun elde edilmemesi. Mahkeme şöyle dedi:" Evet suçun işlendiği eldeki delillere göre sabit ama bu deliller hukuka uygun elde edilmediği için ben bunları delil saymıyorum. " 

 Şike var ama sahaya yansımadı denmişti Türkiye Futbol Federasyonu Tahkim Kurulu tarafından hatırlarsınız. Aynı terane Mahkemenin kararında da tekrarlanıyor. Şike var sahaya da yansımış fakat şike yapanların şike yaptığına dair delilleri saymıyoruz. Sanık avukatları ve akılları tersine dönmüş hukukçu zevat ta "emsal karar" diyerek bu bir hukuk zaferidir,milattır diğer davalara da emsal teşkil etsin diyorlar. Allahtan yevm-i kıyamette böyle saçmalıklar olmayacak ta herkes müstahakını bulacak. Bu akl-ı evvel hukukçular orada da itiraz ederler "dinlemeler ve görüntüler mahkeme izni olmadan alındı, hukuk dışı alınan bu görüntülere dayanarak bizi cehenneme atamazsınız ". Şükür zebaniler hukuk tedris etmediklerinden rüşvet aldığı ve verdiği sabit olan fakat "hukuksuz delil " saçmalığıyla beraat ettirilen bu sanıklara gereken muameleyi yapacaklardır. Peygamberin uyarısı gayet açık ve net " rüşvet alan da veren de ateştedir ". Sayın Yalçıntaş sen bilirsin bu hadisi. Dün sırıtıyordun bakalım yarında sırıtacan mı öyle pişmiş kelle gibi. Cezanız öbür tarafa kaldı farkında değilsin sanırım. Bu "hukuksuz delil" saçmalığı tüm dünyayı saran bir aptallığa dönüştü. Bunu bir hukukçu olarak yazıyorum. Bu Guenon'un tersine maneviyat dediği çarpılmanın en tipik örneklerindendir. Modern dünya çevrimin sonuna doğru hızla yaklaşırken sahip olduğu tüm değerleri hızla yozlaştırıyor , çarpıtıyor ve Marx'ın veciz tanımıyla her şeyi kendine yabancılaştırıyor. Aslolan adalettir. Vicdan bunu abu etmez. Benim vicadanım abu etmiyor. Sizini ediyor mu? Bir de S&P Yunanistan'ın redi notunu 6 baama yuarıya çeti. Buna adece güüyorum. Notumuzu yüetmiyor diye bağırıyor bizim eonomi ile igienen devetüer ya bu kuruuş için şaşıyorum. Yunanistan'a bu notu veren bana AAA vere ne CCC vere ne. Sitiğimin Pezeveneri..

14 Ara 2012

FIGHT CLUB YA DA RUH FIŞKIRMASI

"-Raymond Hasel ne olmak istiyordun. -Veteriner olmak istiyordum. -Ehliyetini alıyorum. Evini de biliyorum. Eğer 6 hafta içinde sınavlara girmezsen gelip seni öldüreceğim.Haydi şimdi git. Tyler konuşur; yarın Raymond Hasel'in en güzel günü olacak ve hepimizden daha lezzetli bir kahvaltı yapacak." Bu sahne ile birlikte yağmurlu gecede ters yola arabayla girip Tyler'in Edward Norton'a sürekli ölmeden önce ne yapmak isterdin sorusunu sorup arabayı sürmeye devam ettiği ve sonunda şarampole yuvarlandıkları sahneyi kafamın içinde döndürüyorum. Bu filmi geçen salı akşamı tek başıma oturup seyrederken evvelki seyretmelerimde görmediğim pek çok ayrıntıyı şaşırarak gördüğümü farkettim. Tyler bize hayatımızın temel sorularını soruyor. Cevabımız nedir ? Tyler bizlere,tüketim toplumunun cendereye aldığı ruhlarımızın kurtulmak için bir yol bulabileceğini , fışkırmaya tutkulu ruhlarımızın en akla gelmedik bir yöntemle bir dövüş kulübünün kanlı zeminine düşen darbelenmiş bedenlerden özgürlüğü tadabileceğini veciz bir şekilde anlatır. Tyler kendini gerçekleştirememiş biz fanilerin bilinçaltı çığlığıdır. Hepimizin içinde dışarı çıkmak isteyen bir Tyler Durden vardır. Kavga ederek özgürleşme fikri bence çok yaratıcı. Hiç kavga etmemiş biri olarak,kavganın insanı ne kadar güçlendirebileceğinin kokusunu alabiliyorum. Tam bir özgürleşme eylemi. Bunu yapabilen insan hayatta kendini ifade sorunu asla çekmez ve muhteşem bir güven duygusu kazanır. Tyler ,insanları dövüştürerek onları korkularından kurtarıyor. Bir çilehane misali kapitalizmin dejenere ettiği ruhumuzu arındırıyor. Dövüş kulubünde kavga ettiğimiz karşımızdaki partner değildir aslında. Meydana çıkıp kendi zavallılığımıza meydan okuruz. Alt ettiğimiz kendi güçsüz sahte benimizdir. Kavga sonunda kendimizle tanışırız. Film de kanlar içindeki yüzlerde gördüğümüz huzur ve tebessüm bu duygudan beslenir. Kişi artık kendisiyle tanışmıştır kendi öz benliğiyle. Artık korkusuzdur. Çünkü sistem korkularımızla esir almıştır bizi. Meditasyonun zirvesidir dövüş kulubü. Attığımız ilk yumrukla korkularımızdan arınır yediğimiz ilk yumrukla da bütün utançlarımız uçup gider. Bir nevi mürşittir,gurudur Tyler. Tyler'in Edward Norton'un evini havaya uçurması sembolik olarak sahte benliğimizden ve dış dünyanın ezici baskısından ve doğrudan kapitalizmin köleliğinden özgürleşme anıdır. O andan itibaren yol değişmiştir. Artık hakikatle muhatap olmuştur kahramanımız. Vahiy almış nebi gibi hakikatle temas etmiştir. "önce teslim olmalısın. her şeyden önce korkmayı bırakıp, bir gün öleceğini kabullenmelisin. sadece her şeyi kaybettikten sonra özgür kalabiliriz" Tyler'in Norton'un elini yakarken söylediği bu ibareyi düşünün derim. Ben düşünüyorum. Ve son söz " hayatını değiştirmek istedin. bunu kendin yapamıyordun. olmak istediğin her şey oldum. yani ben. görünmek istediğin gibi görünüyor, istediğin gibi sevişiyorum ve asıl önemlisi senin olmadığın kadar özgürüm." Bu konu daha çok su götürür..Belki devam ederim..

11 Ara 2012

EĞİTİM SORUNU GÜNEYDOĞU SORUNUNDAN ÖNEMLİ

Alev Alatlı'nın Akşam gazetesinde yayınlanan röportajını okumuşsunuzdur. Ben buraya kendi arşivime almak için röportajı ekliyorum. Dileyen tekrar okuyabilir. Bu eğitim işi hakikaten mühim. Öncelikle müfredat temelli eğitim anlayışından kurtulunması gerekiyor. Benim fikrim öğrenci temelli eğitim anlayışı. Bugünkü sistem dayatmacı ezberci ve işlevsiz. Harcanan para ve emek karşılığında elde edilen ürün çok verimsiz. Bay Neill'in özlü şekilde ifade ettiği gibi bugünkü eğitim sistemi tam bir zaman, para ve emek israfı. Bunu nasıl anlatabiliriz dershane önlerinde biriken yığın yığın ebeveynlere ? Üniversiteye gitmek saplantıya dönüşmüş halde. Binlerce genç asla mezun oldukları alanlarda çalışamayacakları bölümleri okuyorlar.Bizim toplumda askerlik mevzusu da önemli etkenlerdendir üniversite için. Biz büyükler ne kadar zalim ve cahiliz ki çocuklarımızın hayatlarını resmen heba ediyoruz. Allah akıl fikir versin cümlemize.. Eğitim meselesi Güneydoğu'dan çok daha önemli Yeni YÖK Kanunu Taslağı'nda eğitim-istihdam uyuşmazlığı, hayat boyu eğitim, diplomalı işsizlik gibi reel sorun ve çözümlere odaklanılmadığını belirten Alev Alatlı diplomalı işsizler ordusu tehlikesine dikkat çekiyor. 'Bu durumda 2023 hedeflerini unutmamız gerekecek' diyen Alatlı, eğitim meselesinin Güneydoğu sorunundan daha önemli olduğu görüşünde SATIR ARASI... Bu ülkedeki hemen herkesin hayatını etkileyecek olan Yükseköğretim Kanunu Taslağı son birkaç aydır eğitim camiasında farklı boyutlarıyla tartışılıyor. Aralık ayı içinde yasalaşması beklenen tasarıyla ilgili söyleyecek sözü olanlardan biri de Alev Alatlı. Kendisini yazar kimliğiyle kodlayan okurlar için Alev Alatlı'nın senelerce ders vermiş bir akademisyen ve Kapadokya Meslek Yüksek Okulu'nda Mütevelli Heyet Başkanı olduğunu hatırlatalım. YÖK Yasa Taslağı konusunda Türkiye'nin önde gelen eğitimcileriyle beraber hareket ettiğini belirten Alatlı, Türkiye'nin 2023 hedeflerini tutturması için mevcut tasarıda köklü değişiklikler yapılması gerektiğini vurguluyor. Şenay YILDIZ / senay.yildiz@aksam.com.tr Alev Alatlı çok tartışılan Yükseköğretim Kanunu Taslağı'nı ve Türkiye'nin eğitime ilgili sorunlarını AKŞAM'a yorumladı: - Şu anda hazırlığı yapılan Yükseköğretim Kanunu Taslağı'nda sizi rahatsız eden şey nedir? İçinde ne var veya olması gereken ne yok? Türkiye'nin 2023 hedeflerine göre milli gelirin 2 trilyon dolara yükselmesi, nüfusun 82 milyon civarında olması, ortaöğretim okullaşma oranının da yüzde 100'e çıkarılmış olmasını bekliyoruz. Bu hedefler hükümet ve Başbakan tarafından dile getirilen, hakikaten sevindirici hedefler ve gerçekdışı değil. Fakat genç nüfusun böyle bir büyümeyi kaldıracak donanımda olduğu varsayımı üzerine kurulu bir hedefler bütünü. Peki, genç nüfus 21. yüzyılı göğüslemeye hazır mı? Hayır, değil. BİRİNCİ LİGDE REKABET - Neden mevcut genç nüfus 2023 hedeflerine ulaşmada yeterli olmaz diye endişeleniyorsunuz? Türkiye'de istihdam edilebilir genç nüfusun eğitim kalitesi birinci ligde rekabet edemeyecek kadar düşük. Kalkınma hedeflerini tutturacaksak, örneğin, ihracatın yüzde 30'unun ileri teknoloji ürünü olması lazımken, bizim ihracat kalemlerimizin sadece yüzde 3'ü ileri teknoloji ürünleri. Yüzde 30'ları bulmak için nitelikli işgücüne sahip olmamız lazım. O da bizde yok. Yeni yasanın hazırlandığı bu noktada, eksiklikleri derleyip toplayacak radikal bir düzenlemeye gidilmesi ve sanayi, ticaret ve hizmet sektörünün istihdam edebileceği nitelikte işgücü oluşturacak önlemlerin alınması lazım. Eğer bunu yapamazsak, 2023 hedeflerini unutmamız gerekecek. AB'nin 2000 Lizbon süreci ile başlayan orta ve uzun vadeli planları var: Büyüme için gerekli olan becerileri listeliyor ve bu listeye göre de eğitimler planlanıyorlar. Sürdürülebilir büyüme camcı gerektiriyorsa camcı, elektronik mühendisi gerektiriyorsa elektronik mühendisi yetiştiriyorlar. - Biz bunları pek yapmıyoruz galiba, değil mi? Aslında yapmıyor da değiliz. Sorunlar, 2006'da yayınlanan Dokuzuncu Kalkınma Planı'nda var. Ayrıca, 2010'da yürürlüğe giren İstihdam ve Mesleki Eğitim İlişkisinin Güçlendirilmesi Eylem Planı da bu sorunları çözmek için var. Gelin görün ki, Eylem Planı'nın öngördüğü düzenlemeler eğitim sistemimize bir türlü yansıtılmıyor. Yağ var, un var şeker var, nedense bir türlü helva yapamıyoruz. Böyle olunca, diplomalı işsizlik yakamızı bırakmıyor. Ya diplomalı arzı fazla ya da aldığı eğitimin kalitesi yetersiz. Arz ile talebi birleştiremiyoruz, çünkü eğitim-istihdam planlaması yok. Diyoruz ki 'Bizim nüfusumuz genç, avantajımız var.' Peki neye göre avantajımız var? Evet, Avrupa yaşlanıyor. Öyleyse ne lazım? Diyelim ki, akıllı gökdelenin 99'uncu katında feşmekan cins camda çalışacak usta lazım. Peki, yetiştiriyor muyuz o nitelikte camcıyı? Uluslararası rekabette genç nüfusu ön plana çıkartabilmek için beceride avantaj sağlamak lazım, genç olmak yetmiyor. Fakat bırakın sağlamayı, sağlamak için bütünlüklü bir gayret içinde de değiliz. GENÇ NÜFUS DERT OLABİLİR - Bu anlattığınızdan anlıyorum ki, gereken rekabetçi altyapıyı sağlamadan insanlara '3 çocuk yapın' demenin çok da bir anlamı yok... Yok, tabii. Tersine, eğitemezseniz dert olur. Genç nüfustan beklenen çalışıp yaşlıya bakmasıdır. Tersi söz konusu olamaz. Öyleyse, gidenin yerini çok daha donanımlı birilerinin alması lazım. Bizde henüz işgücünün donanımını yükseltecek, rekabet edilebilirliğini artıracak hayat boyu öğrenme mekanizmaları da yok. Mesela Türkiye'de 700 tane meslek yüksekokulu (MYO) var. Fakat bu kapasite kullanılamıyor. Çünkü MYO'ların itibarı yok. 'Yeni üniversite açalım, eğitim seviyesini yükseltelim, işsizlik ortadan kalksın'la da olmuyor, çünkü makro bir plan ve strateji eksik. Gelecek 30 yılı belirleyecek - Alev Alatlı için bu mesele neden bu kadar önemli? Türkiye 21'inci yüzyıldaki konumunu tayin edecek son elini oynadığını, bu yasanın önümüzdeki 30-40 senenin gidişatını belirleyeceğini düşünüyorum. Bu tasarı onarılmadan, meslek yüksek okullarına dair sarih hükümlerle takviye edilmeden, Lizbon, Bologna, AB 2020 Stratejisi'yle uyum sağlamadan yasalaşırsa şayet, sürdürülebilir kalkınmanın temelini oluşturan nitelikli rekabetçi işgücü hedefini bulamayacaktır. Bu durumda 2023 beklentileri hikayeden ibaret kalır. Türkiye son 10-15 yılda büyük bir ivme kazandı ama eğer yükselişin sürmesi isteniyorsa, mutlaka nitelikli rekabetçi işgücü yaratmamız lazım. Türkiye'nin eğitim sorunu Güneydoğu sorunundan da önemli bir sorundur. - Neden? Eğer eğitim sorunu çözülemezse, Güneydoğu sorunu çözülse dahi Türkiye hedeflerinin gerisine düşecektir de ondan. Güneydoğu sorununun çözülebilmesi için dahi eğitim sorunun çözülmesi gerekir. - 12 Eylül ürünü YÖK kalkmalı diye tartışılır hep. Şimdi yeni bir düzenleme yapılıyor ama kalkmasını tartışmıyoruz. Siz ne düşünüyorsunuz? Hayır, YÖK korunmak zorunda. Yüksek öğretim koordinasyon, güncelleme, izleme ister ve bütün bunları yapacak bir kurul gerekir ve dünyanın her yerinde YÖK'ün muadilleri vardır. Konuşulacak şey kalkması değil; kompozisyonunun değişmesidir. KEVGİR GİBİ EĞİTİM - Yeni yasayla oluşturulacak olan üniversite konseylerine Bakanlar Kurulu'nun 2 üye tayin edecek olması üniversitelerde siyasallaşma tartışmalarını yeniden tetikledi. Siz böyle bir endişe taşıyor musunuz? Gençlerinizi layıkıyla eğitemedikten, onlara uluslararası arenada rekabet edebilecek donanımı sağlayamadıktan sonra siyasallaşsalar ne olur, siyasallaşmasalar ne olur! Bırakın, Allah aşkınıza, ülkede eğitim sistemi kevgir gibi, her yanında sular akıyor. Kapadokya Meslek Yüksek Okulu'nun Mütevelli Heyet Başkanı'yım, biliyorsunuz. Bize ½ ile ½'yi 2/4 diye toplayan çocuklar geliyor. Ev yanıyor. İtfaiyenin borusu mavi mi mor mu, onu düşünecek zamanda değiliz. Diplomalı mesleksiz ordu büyük risk - Yükseköğretim Kanunu Taslağı'na tüm bunları nasıl bağlayacağız? Bu neyin mücadelesi? Bu Türkiye'de kangren olmuş yükseköğretim sorununun stratejik bir mesele olduğunu anlatmak, kamuoyunda ve ilgililerde farkındalık yaratmak mücadelesidir. Bu haliyle yeni yasa tasarısında Türkiye'deki yükseköğretim sistemi bir bütün olarak ele alınmıyor. Ayrıca tasarıda eğitim-istihdam uyuşmazlığı, hayat boyu eğitim, diplomalı işsizlik gibi reel sorunlara ve çözümlerine odaklanılmıyor. Sadece mevcut sistemin işleyişinde iyileştirme yeterli görülüyor gibi bir durum var. Oysa bu kanun Türkiye'nin önümüzdeki 30 yılını etkileyecek. Dolayısıyla lojistiğinde neredeyse hatasız olması lazım. İkincisi, YÖK kanunu YÖK tarafından hazırlanmamalı. KOMİSYON HAZIRLAMALI - Neden? Kim hazırlamalı YÖK kanunu? İçİnde sanayicilerin ve ekonominin amiral sektörlerinin temsilcilerinin yanı sıra, Milli Eğitim Bakanlığı, Çalışma Bakanlığı, Sanayi-Teknoloji Bakanlığı, Ekonomi Bakanlığı'ndan ekiplerin olduğu bir komisyon, kurul ne derseniz oluşturulmalı ve onlar yapmalı. Hiçbir kurum kendisini düzeltecek yasayı kendisi yapamaz, realite budur. İlişkiler, maddi manevi yatırımlar, çıkarlar, dostluklar iç içe geçmiştir. Olmaz. YÖK Başkanı Gökhan Çetinsaya taraflar, paydaşlar arasında mekik dokuyor, olabildiğince ortak bir zeminde buluşmaya çalışıyor ama tek kişinin işi değil. Herkesin bir masa etrafında beraber oturup, işi bitirmesi lazım. KADÜK ÇIKABİLİR - YÖK dayatıyor diye bir algı mı var eğitim camiasında? Henüz değil, çünkü yasa tasarı aşamasında. Ancak, 'Eğer hep birlikte çalışamazsak, başta Milli Eğitim Bakanlığı, diğer icracı bakanlıklar, teknik ve mesleki eğitimleri veren kuruluşlar sürece dahil olmazlarsa, bu yasa kadük çıkacak' algısı var. Bir sanayici mesela neye ihtiyacı olduğunu elbette bilir ama ihtiyacının okul müfredatına nasıl dönüştürüleceğini bilemez. Bu mekanizma mutlaka ama mutlaka kurulmak zorundadır. Aksi takdirde, Türkiye'yi diplomalı mesleksizler ordusu bekliyor. Üniversiteli tostçu dönemi - İşsizliği gidermek için bu kadar üniversite yerine meslek yüksekokulları açılsın mı diyorsunuz? Nitelikli ara eleman yetiştirmemiz şart, bunu da MYO'lar yapar diyorum. Ancak, MYO nedir, üniversite nedir? Bu kurumları doğru tanımlamak ve aralarındaki ilişkiyi doğru kurmak lazım. Bugün Türkiye'de 187 üniversite oldu. Bu okullardan mezun olacak çocukların istihdam edilecekleri alanlar belirlenmiş olmadığı gibi, çağdaş becerilerle donatılmış olduklarını da söyleyemiyoruz. Dolayısıyla bu kadar çok üniversite açmak, eğitim-istihdam birlikteliği getirmiyor. Meseleyi çözmüyor, sadece öteliyor. Örneğin, bir düzineden fazla üniversitede uluslararası ilişkiler bölümü var. İstihdam imkanları fevkalade sınırlı. Ne yapacak bu çocuklar? Bu böyle giderse, tost yapan büfelerde üniversite mezunlarının ekmek kızarttığı günleri göreceğiz! Ekmek kızartmak elbette ayıp değil ama ekmek kızartmak için mesela Divan Edebiyatı bilmeniz gerekmiyor. Psikolojik tahribatı ve sosyal patlamayı tasavvur edebiliyor musunuz? Kaldı ki, birim maliyeti diye de bir şey var. Siz kalkıp, tornavida kullanım becerisinin yeterli olduğu işte mühendis kullanıyorsanız, Türkiye'nin kısıtlı kaynaklarını ziyan ediyorsunuz demektir. Şunu da söyleyeyim: Bu konularda derinden kaygılanan tek ben değilim. Yükseköğretimin yeniden yapılanmasına, anlatageldiğim çarpıklıkların düzeltilmesi çalışmalarına yıllarını vermiş duayenler var. Herkes işin bir ucundan tutmuş, stratejik nitelikli bu yasanın çağdaş ihtiyaçları karşılayacak şekilde yapılandırılmasına çalışıyor.