26 Şub 2016

BİR ASR-I SAADET GERÇEKTEN YAŞANDI MI ?(2)

" Böyle bir (söylenti) işittiğiniz zaman, (siz) inanan erkek ve kadınların, birbirleri hakkında iyi zan besleyip de, "Bu düpedüz bir iftiradır" demeleri gerekmez miydi?" Nur Suresi 12.ayet

İfk hadisesi denilen olayı bilirsiniz. O ayrıca analiz edilip üzerinde uzun uzun konuşulması gereken üzerinde sosyolojik ve psikolojik analizler yapılması gereken çok önemli bir olaydır. Düşünün ki bir peygamber ve onun eşi söz konusu olan ve yaklaşık bir ay Medine çalkalandı. Peygamberin olaya yaklaşımı da ön yargılarımızdan bağımsız konuşulmalı. Bu olay peygamberin beşeriliği sahabenin artısıyla eksisiyle insan olduğu gerçeğini çok net ortaya koymaktadır. 

Yukarıya aldığım ayet çok manidar. 11. ayetten 22.ayete kadar bu konu ile ilgili olarak nazil olmuştur açıp okuyunuz efendim her şeyi devletten beklemeyin.

Cenab-ı Allah nazikçe bütün müminleri fırçalıyor (teşbihte hata olmaz). Size yakışan bu iftira karşısında kenetlenmek ve dedikoduculara fırsat vermemekti diyor rabbim. Az daha darmadağın olacaktınız da size merhamet gösterdim diye de ekliyor. (bkz.14.ayet)

Şunu iddaa ediyorum bu çirkin iftira neticesi yaşanan olayları dizi halinde tv de izleyebilseydik bugün beyinleri hurafelerle yıkanmış olan müslümanlar beyin amcıklaması geçirirdi. Kafalarındaki sahte imajlar ve kutsallıklar darmadağın olurdu ve muhtemelen bu alçakça diziyi durdurun diye tv binasını taşlarlardı.

Bu olayda günah keçisi münafıklar yapıldı. Eyvallah dedikoduyu onlar çıkardı ve yaydı lakin Cenab-ı Allah'ın yukarıdaki ayette açıkça beyan ettiği gibi mümin erkek ve kadınların açıkça bu iftiraya karşı çıkması gerekirdi çıkmadılar. Cenab-ı Allah'ın deyim yerindeyse tepesini attıran da bu. size yakışan bu iftirayı çıkaranlardan şahit getirmelerini istemek ve şahit getiremedikleri durumda geriğini yapıp çenelerini kapatmaktı diyor Allah. Bunu yapmadınız ve bunu yapmayıp üstelik bu iftiraya çanak tutarak az daha helak oluyordunuz diyede ekliyor Allah.

Bu hadiseden çıkarılacak çok ders var. Aklını çalıştıranlar için Allah ayetlerini açıklıyor..  

NEBİ MEVLİD KANDİLİNİ NASIL KUTLARDI

*Aşağıda yazdığım anketodu Bünyamin Erul Hoca bir konferansında anlattı.İbretle okuyunuz.Gene Bünyamin Erul Hocanın bir sözüyle bağlayım , imam bildiğini okur cemaatte inandığını dinler*

Cine5 kanalında mevlid kandili gecesi bir üniversitede dekan da olan bir hadisçi konuktur ve sunucu kızımız cahilliğinden şu soruyu sorar; hocam peygamber efendimiz mevlid kandilini nasıl kutlardı ? Konuk hadis alimimiz (beni yerimden sıçratan) şu cevabı verir; efendim o gece peygamberimiz ashabını toplar ve onlara ziyafet verirdi.

Bugünkü cuma zırvamız da bu olsun...

Haydi size iyi günler (tabi öyle bir şey mümkünse)

24 Şub 2016

SONUÇ(ASR-I SAADET GERÇEKTEN YAŞANDI MI BAŞLIKLI YAZIDAN BURAYA KADAR YAZILANLARIN)

[12 Haziran 2014 tarihinde Serbestiyet’te yayınlandı.]

Ne yapmak istedim?

Bu yazı dizisinde, ilk müslümanların Hz. Muhammed’in ölümünden sonra yaşadıkları ihtilafları, bu ihtilafları çözümleme adına izledikleri (ve izlemedikleri) yolları ve ihtilafların çözümü adına başvurdukları şiddetin niteliğini ve boyutunu göstermeye çalıştım. Ancak, bu tarihi bir analiz değildi. Bir tarihçi gibi olayların derinliğine inmek yerine, tam tersi bir yol izleyerek, çalışmayı mümkün mertebe kaynakların büyük ölçüde aynı doğrultuda olduğu alanlarla sınırladım. Örneğin, Kufe’de Hüseyin’e biat eden insanların sayısının 12,000 mi, 16,000 mi olduğu üzerinde hiç durmadım; “10.000′den fazla” diyerek daha güvenli bir alanda kalmayı tercih ettim. Bu derece güvenli bir tavrın mümkün olmadığı durumlarda ise, ya konuyu tamamen es geçtim, ya da bir dipnot düşerek ilgili ihtilafı belirttim. Zira, amacım, Hz. Muhammed sonrası dönemin netlik kazanmamış noktalarına ışık tutmaya çalışmak ya da tarihçilerin alanına giren tartışmalara katılmak değil, ilgili dönem hakkında (gerek bilgi eksikliği, gerek yaygın dini önkabullerle düşünme, gerekse mezhepsel bağnazlık nedeniyle) Türkçe yazında maalesef nadir rastlanan objektif bir değerlendirme sunmak ve ardından da, bu tablonun ne anlattığını ve ilgili döneme dair güncel kanıların gerçeklerle ne derece örtüştüğüne dair bir kıyasta bulunmaya imkan tanımaktı.
Tarihi olayları incelerken, öncelikle Taberi ve Belazuri gibi önde gelen ilk dönem tarihçilerin metinlerinden yola çıktım. İslam öncesi dönem ve Hz. Muhammed’in hayatta olduğu yıllar için ise, İbn-i İshak’ı dikkate aldım. İkincil kaynaklar arasında ise, öncelikle Encyclopaedia of Islam’ın birinci ve (daha çok da) ikinci volümüne başvurdum. Türkiye Diyanet Vakfı’nın İslam Ansiklopedisi’ndeki ilgili maddeleri de okuduysam da, hatalı ve subjektif metinlerle sıklıkla karşılaştığımdan ve bu yeni ansiklopedinin Encyclopedia of Islam’ın ötesinde herhangi bir ciddi katkısına rastlamadığımdan, atıfta bulunurken daha temkinli davrandım. Olayları mümkün mertebe duru ve anlaşılır bir şekilde aktarabilmek için, detayları ve anekdotal bilgileri dipnotlarda sundum. Bu tercih, dipnotları pek çok okuyucu için özellikle ilginç kıldı.
Böyle bir inceleme, yaygın olarak yapılan kimi yanlışları tespit etmenin yanı sıra, ilgili döneme dair tasavvurların güncel algıları nasıl etkilemekte olduğu konusunda yol gösterici olması itibariyle de önemli. Zira, üçüncü halife Osman bin Affan döneminde başlayan ihtilaflar, devletin bölünmesi noktasında 692 yılında bitse de, sosyal ve kültürel boyutları itibariyle halen devam ediyor. Günümüzün İslam dünyasında (şii ve sünni olmak üzere) birbirleriyle irtibatları sınırlı olan iki müstakil kollektif hafıza mevcut. Çeşitli alt grupları ve bazı sentezleri de bulunan bu iki kollektif hafıza, hem gerçek hem de hayali öğeler içeriyor. Tarafların, kendi subjektif çerçevelerini destekleme kaygısıyla gerçekleri seçici olarak benimsemeleri (ya da zaman zaman abartmaları ve hatta çarpıtmaları) istisnadan ziyade kural durumunda. Şii söylem, yenilmişliğin ve ezilmişliğin acılarıyla ve (hem ağıtsal hem de destansı) duygusallığıyla şekillenirken, sünni söylem ise, (gerektiği yerde eleştirdiğini düşündüğü) muzaffer Emevi perspektifinin ne denli içinden konuştuğunun çok fazla farkında değil.
Bu çalışmada, gerek bu perspektiflere gerekse ilgili dönemin aktörlerine hem mesafeli hem de nötr kalmaya çalıştım. Çeşitli acımasızlık, fanatizm, bedevilik ve tecavüz gibi rahatsız edici örnekleri dahi mümkün olduğunca yargıda bulunmadan aktarmamın nedeni buydu.

Ortaya çıkan tablo

Yazı dizisi, yaşanan ihtilafları ve çatışmaları aktarsa da, ilgili hadiseler üzerinden çok fazla değerlendirmede bulunmadı. Çünkü, amaç, bir değerlendirme ortaya koymaktan ziyade, üzerinden değerlendirmeler yapılabilecek bir tablo sunmaktı.
Bu tablo, farklı boyutları itibariyle incelenebilir. Örneğin, bir müslüman gruptaki erkekler başka bir müslüman gruptaki kadınları (ve özellikle de cariye statüsüne dahil edilenleri) ganimet kılmayı nasıl gerekçelendirebildiler? İslam öncesi döneme uzanan bu uygulama, İslamiyetle birlikte herhangi bir değişime uğradı mı? Kocalarını öldüren erkeklerle birlikte yaşamak zorunda kalan kadınlar neler hissettiler? Böyle bir tecrübe bazı kadınlar için kurtuluş, bazıları için kabus, bazıları için ise bir kabustan diğerine geçiş mi oldu? Bu konular gerektiği ölçüde anlaşılmış ve değerlendirilmiş değil.
Bunun dışında, Kabe’nin (tamir amaçlı dahi olsa) yıkılmasını ya da Lat’ın kırılmasını insanlar için korkutucu kılan faktörler; Muhtar’ı, Mus’ab’ı ve Abdullah bin Zübeyr’i meşru görmedikleri bir güce biat etmektense öleceklerini bile bile huruca kalkışmaya yönelten dini ve kültürel arkaplan; ya da geçmişe dair (Kubbetü’s-Sahra gibi) öğelerin farklı bağlamlarda yeniden inşası gibi pek çok konuda detaylı incelemelerde bulunmak mümkün.
Yaşanan ihtilaflar, muhtemelen daha epey bir zaman sona ermeyecek olan İslam ve demokrasi tartışması çerçevesinde ele alınmaya da müsait. Şöyle ki, üçüncü halife Osman bin Affan döneminin ortalarından itibaren, Emevilere karşı çıkanlar, haksızlık ve zorbalıkla mücadele ettiklerini düşünüyorlar. Muaviye’nin ölümünün ardından ise, bir hanedanın halifeliği ele geçirmesine müsaade etmeyip şura sistemini geri getirme isteği de ön planda.
Bu noktada, ilgili çatışmaların müslümanlar arasında gerçekleşiyor ve kimi dini öğeler de içeriyor olmasından hareketle, bütün bu hadiseleri dini ihtilaflardan ibaret görme hatasına düşmemek de ayrıca önemli. Yaşananları biraz daha dikkatle incelemek, güç ve çıkar arayışı, adalet talebi, acımasızlık, düşman addedilenlere duyulan güvensizlik ve etnik aidiyet üzerinden duyulan yakınlık gibi bir dizi gayet tanıdık faktörü de görebilmeyi mümkün kılıyor. Bu faktörlerin tanıdık olması, insan tabiatının farklı yönlerini yansıtmaları ve dolayısıyla da her dönemde güncel olmaları ile ilgili: (1) Arapların Acemleri algılayış şekilleri, (2) devlet görevlerine atamalar yapılırken akrabaların kayırılması, (3) gelir dağılımındaki bazı adaletsizliklerin de katkısıyla gerçekleşen 656 Medine isyanı, (4) kabileler arasındaki dostluk ve düşmanlıklar, (5) Şam’ın Mekke’ye, Mekke’nin de Şam’a güvenmemesi, ama diğer yandan hem Şam’ın hem de Mekke’nin kendi içinde ayrışmalar yaşaması… Sayısı çoğaltılabilecek bu gibi örnekler, belli sosyal, siyasi, ekonomik, kültürel ve psikolojik arkaplanlara sahip olan ve benzerlerine her devirde kolaylıkla rastlanabilen türden gelişmeler.
Ne var ki, müslümanlar arasında yaşanan her ihtilaf ya da çatışmaya derhal dini bir hüviyet atfetmek ve konuyu sadece o çerçeveye indirgemek, halen sıklıkla yapılan bir hata. İlgili hatanın, bazen konuya olan yabancılıktan, ama belki ondan çok önce, hakkında çok şey bilinmeyen grupları sadece en belirgin özellikleriyle algılamaktan ileri geldiği söylenebilir. Türkiye özelinde ise, bunlara ek olarak bir de Araplara yönelik ırkçı tavırların dikkate alınması gerekli.

Araplara yönelik ırkçılık

Araplara yönelik ırkçılık, Türkiye’de hem dindar hem de seküler kesim içinde yaygın. Zira, Aleviler, gayrimüslimler ya da eşcinseller hakkında çirkin ve aşağılayıcı sözler sarf etmenin yanlış olduğu artık yavaş yavaş anlaşılsa da, Araplar’a yönelik küçük düşürücü ifadeler henüz ayıplanmıyor – ki bu da muhtemelen ırkçılığın yanlışlığının halen prensip değil, ezber seviyesinde algılanıyor olması ile ilgili.
Türkiye’nin dindar kesiminin Arap kimliğine yönelik olumsuz tavrı, ekseriyetle, İslam’ı en doğru anlayan ve İslam’a en çok hizmet edenlerin Türkler olduğu yönündeki temelsiz (ve arogan) bir tavırda ifade buluyor. Bu tavrın seküler Türklerdeki karşılığı ise, Arapları birbirlerini yiyen ilkel bedeviler olarak nitelendirmek. Bu ilkellik atfı, Arapları en basit seviyede bir entelektüel ilgiyi dahi hak etmeyen bir kitle olarak görmeyi de olağanlaştırıyor. Örneğin, dizinin Kerbela başlıklı yazısına sosyal medya üzerinden gelen bir tepki şöyleydi: “allahın arabı 1500 sene önce taht kavgasına düşmüş bana ne bundan (sünni kökenli bir ateistim)
Tvit
Böyle bir tepkiye doğrudan bir cevap verebilmek zor. Ama bu tepkinin içerdiği varsayımları nazara verme adına birkaç soru sormak iyi olabilir:
1. Tarihe insanlığın ortak mirası olarak bakmak mı gerekir, yoksa farklı milletlerin tarihleri arasında bir hiyerarşi kurmak ve hiyerarşinin alt basamaklarına yerleştirdiğimiz milletlerin tarihleriyle ilgilenmemek daha mı doğru olur?
2. Iraklı bir araştırmacının Osmanlı Devleti’nin Fetret Devri hakkında yazdığı bir yazıya bir başka Iraklı, “allahın türkü 600 sene önce taht kavgasına düşmüş bana ne bundan” diyecek olsa, böyle bir tepkiyi ne derece makul (ve nezih) buluruz?

3. Arap kültür ve medeniyetinin Türklerinkinden daha az zengin olduğundan neden bu kadar eminiz?

4. Böyle bir yorum yapan bir insan neden ateist olduğunu belirtme ihtiyacı hisseder? Şiilerle sünniler arasındaki ayrışmaya temel teşkil eden hadiselerden biri konusunda taraf tutmadığını dile getirme amacıyla mı? Şayet sebep bu ise, “bana ne bundan” demek, objektiflik midir? Avrupa’daki mezhep savaşları hakkında yazılmış bir yazıya biri çıkıp da, “allahın batılısının kavgasından bana ne” gibi bozuk imlalı bir tepki verse ve sonra da parantez içinde herhangi bir hıristiyan mezhebine mensup olmadığını (ya da inançsız olduğunu) belirtse, bu kişi hakkında ne düşünürüz?
5. Kerbela gibi sosyolojik ve kültürel manada derin izler bırakmış olan tarihi olaylara “bana ne” diyerek sistemli bir şekilde yabancı kalırsak, içinde yaşadığımız toplumu (ve aslında dünya nüfusunun takriben dörtte birini şu ya da bu derecede etkileyen kimi gerçeklikleri) anlayabilmemiz mümkün olur mu? Bu, kişisel inançtan bağımsız bir konu değil mi?

Sonsöz

İslam dini, 610 ila 632 yılları arasında doğdu. Ancak, bu 22 yıllık dönemi sağlıklı bir şekilde değerlendirebilmek için, öncesi ve sonrası hakkında da bilgi sahibi olmak gerekli. Zira, 610 yılı önemli bir milat olsa da, her şeyin başı değil. Bir başka deyişle, ilgili 22 yıla dair gerçekliklerin önemli bir kısmı 610 öncesinde de zaten mevcuttu. Örneğin, kadınların savaş sonrasında ganimet kılınması ya da hırsızların ellerinin kesilmesi gibi uygulamalar, İslam’ın getirdiği yenilikler arasında yer almıyor.
632 sonrası ise, öncesindeki dönemlere dair birden fazla anlatı ortaya çıkarmış olması itibariyle önemli. Bu anlatıların herbirinin, önceki dönemlerin nasıl anlaşılması gerektiğine dair kaygılarla da şekillenmiş olması ise, 632 sonrasını daha da önemli kılıyor.
Bu yazı dizisi, bu kritik dönemin ilk 60 yılını ele aldı ve bu şekilde sadece ilgili yılları değil, bu yılların öncesini ve sonrasını da aydınlatmaya çalıştım.

KABE'NİN YENİDEN İNŞAASI

[8 Haziran 2014 tarihinde Serbestiyet’te yayınlandı.]
Kabe, hem birinci hem de ikinci Mekke kuşatmasında tahrip olur. 683 yılındaki birinci kuşatmanın ardından tamamen, 692 yılındaki ikinci kuşatmanın ardından ise kısmen yeniden inşa edilir. Bu inşalar keyfi olarak yapılmamakla birlikte, kimi önemli farklılıklar içerir.

Kabe’nin 605 yılındaki inşası

Kabe’nin 605 yılında (yani Hz. Muhammed’in İslam öncesi hayatı esnasında) gerçekleşen inşası, bu konuda önemli bir tarihi örnek teşkil eder. 605 yılında, Kabe’de bir yangın çıkar. Kabe o gün itibariyle ahşaptan olduğu için, tamamen yanar.1 Mekkeliler, Kabe’yi yeniden inşa etmek üzere harekete geçerler. Şehrin takriben 85 kilometre batısındaki Cidde’de o günlerde bir Bizans gemisi karaya vurmuştur. Bu geminin ahşabı, yeni Kabe’nin yapımında kullanılır.2
Yeni Kabe, eskisinden farklıdır. Şöyle ki, eski Kabe, yine küp biçiminde olsa da, insan boyunu çok fazla aşmayan, çatısız, ahşap bir yapıdır. Yeni Kabe’nin yüksekliği ise, öncekinin takriben iki katı kadar olur. Yapımında ahşabın yanı sıra, taş da kullanılır. Yapının tavanı ise, hurma dallarıyla örtülür.
Bu Kabe’nin yapımında (o tarihte henüz 35 yaşında olan) Hz. Muhammed’in de emeği bulunur. Hacerü’l-Esved’i Kabe’nin doğu ucuna koyma şerefinin kime ait olacağı konusunda tartışma yaşandığında Hz. Muhammed’in bu soruna nasıl bir çözüm getirdiği hakkındaki meşhur anlatı da, bu inşa sürecinin son kısmına aittir.3

Mekke’nin fethi

11 Ocak 630 tarihinde müslümanlar Mekke’yi fethederler. Fethin hemen ardından, o gün itibariyle 25 yaşında olan yeni Kabe’nin içindeki ve etrafındaki (360 tane olduğu rivayet edilen) putların tamamı kırılır. Bunun dışında, Hz. Muhammed, Kabe’nin içine girer, ellerini İsa ve Meryem’in tasvir edildiği fresklerin üzerine koyar ve elleriyle işaret ettiği bu freskler haricindekilerin tamamının temizlenmesini ister.4
Kabe’nin yapısında ise, herhangi bir değişikliğe gidilmez. Hacerü’l-Esved de aynen korunur.

Birinci Mekke Kuşatması (683)

683 yılında Emeviler, Birinci Mekke Kuşatmasını gerçekleştirirler. Husayn bin Nümeyr komutasındaki Şam ordusunun mancınıklarla fırlattığı taşlar ve çıkan bir yangın sonucunda, Kabe büyük hasar görür. Kimi duvarları yıkılır.Hacerü’l-Esved ise kırılarak üç parçaya ayrılır.
Suriye ordusunun sene sonunda Mekke’yi terk etmesinin ardından, Abdullah bin Zübeyr, zaten büyük hasar görmüş olan Kabe’yi tamir etmek yerine yeniden inşa etmeye karar verir. Bu kararın bir nedeni de, annesi (ve birinci halife Hz. Ebu Bekir’in kızı) Esma’nın, Aişe’den naklettiği bir hadistir. Bu hadise göre, Hz. Muhammed, Mekke’nin fethinin ardından Aişe’ye, Kabe’nin aslında orijinal şeklini korumadığını söylemiş, hatta insanların İslam’a yeni girmiş olmamaları durumunda Kabe’yi yıkıp İbrahim’in inşa ettiği ilk şekliyle yeniden yaptıracağını söylemiştir.
683 yılındaki kuşatma esnasında Kabe’nin kısmen yıkılınca, Abdullah bin Zübeyr, bu tahribatın böyle bir yeniden inşa için iyi bir fırsat sunduğunu düşünür. Mevcut Kabe’nin 78 yıllık kısa geçmişine ve ağır hasarlı durumuna rağmen, bazı insanlar Kabe’yi yıkma fikrinden yine de çekinirler. Hatta, Abdullah ilgili çalışmayı başlattığında, başlarına bir şey geleceğinden korkarak oradan uzaklaşanlar olur. Ancak daha sonra herhangi bir şey olmadığını görünce, geri dönerek ona yardımcı olurlar.
Abdullah, Kabe’nin sadece duvarlarını değil, temelini dahi ortadan kaldırır. Bu yapıldığında, zeminde, “deve kadar büyük” ifadesiyle tasvir ettikleri kocaman taşlar görürler.5Ardından, Abdullah, Kabe’yi, Hz. Muhammed’in takriben 50 sene önce izah ettiği şekilde yeniden inşa ettirir. Bu yeni Kabe’nin belki de en önemli farklılığı, zemininin kuzeybatıya doğru takriben iki metre daha geniş olmasıdır. Bir başka deyişle, 684 yılının Kabesi, Hatim duvarı6 ile bitişiktir.
Bunun dışında, yeni Kabe, 14 metre yüksekliğindedir. Duvarları taşlar ile örülmüştür ve bir tavanı da vardır. Abdullah, zemine diktirdiği üç yüksek sütun ile bu tavanı destekler ve böylelikle, tavanın bütün yükünün sadece duvarlara binmesini engeller. Ayrıca, Kabe’nin kuzey ucuna, tavana çıkan ahşap bir merdiven yaptırır. Yeni Kabe’nin (biri giriş, diğeri de çıkış için kullanılacak) iki de kapısı vardır. Bu kapılardan biri, bugünkü kapının olduğu yerdedir. Diğeri ise, bu kapının çaprazındaki köşededir.
Abdullah, bunlara ek olarak, kırılan Hacerü’l-Esved’in parçalarını yapıştırır, taşı gümüş bir mahfaza içine koyar ve yeniden eskiden bulunduğu yere yerleştirir.7

İkinci Mekke Kuşatması (692)

Emevi ordusu dokuz sene sonra (bu sefer Haccac bin Yusuf komutasında) yeniden Mekke’yi kuşatır. Ordu, şehri yine mancınıklarla taşlar ve Kabe yine zarar görür.
Kuşatma bu kez Emevilerin zaferiyle sonuçlanır. Dolayısıyla, Kabe’yi tamir etmek de Emevilere düşer. Kabe’yi, (halife Abdülmelik bin Mervan’ın direktifleri doğrultusunda) Haccac tamir ettirir. Ancak, Haccac, tamirin bir parça ötesine geçerek, Kabe’yi İslam öncesi haline yaklaştırır. İlk olarak, Kabe’nin kuzeybatıya bakan duvarını yeniden geriye çekerek Hatim Duvarı ile Kabe’nin arasını yeniden açar. Bu duvara bitişik olan ahşap merdiven yerine de, taştan, yeni bir merdiven yaptırır. Abdullah’ın açtığı ikinci kapıyı da taşla ördürerek kapattırır.8 Birinci kapının ise alt kısmını (eskiden olduğu gibi) yerden yükselterek, ancak merdiven ile girilebilecek hale getirir.
Kabe, Haccac’ın verdiği bu şekli, bugüne dek korur. Aradan geçen yüzyıllar içinde Kabe çeşitli afetlerden zarar görse ve zaman zaman bakım altına alınsa da, neticede hep Emevilerin öngördüğü bu mimari esas alınarak onarılır.9

Müteakip Tamirler

Hz. Muhammed’in Kabe’yi yıkıp yeniden yapmaktan söz etmesi, Kabe’nin taşına ya da ahşabına kıymet vermiyor olduğu şeklinde yorumlanmaya müsait. Ancak, insanların, 630 yılı itibariyle ancak 25 yıllık bir geçmişi olmasına ve bir önceki versiyonuna göre ciddi farklılıklar içermesine rağmen ilgili yapıyı bu denli benimsemiş ve dokunulmaz bellemiş olmaları özellikle dikkate değer. 684 yılında, Abdullah bin Zübeyr, büyük ölçüde zaten yıkılmış olan 605 yılı Kabesini tamamen yıkmaktan söz ettiğinde bazı insanların korkup kaçmaları da aynı derecede ilginç. (Fil Vakasına dair anlatıların da bu korkuda etkili olmuş olması muhtemeldir.)
Bu çekinceye başka örnekler verebilmek de mümkün. 1600 yılı civarında Kabe’nin Suriye’ye (ya da Hatim Duvarına) bakan duvarında çatlamalar olur. Konu, İstanbul’a bildirildiğinde, alimler ne yapacakları konusunda tereddütte kalırlar ve tamirat için cevaz vermekten çekinirler. Müteakip yıllarda ilgili duvarın yıkılma tehlikesi başgösterince, 1612′de Sultan I. Ahmed, tamir emri verir. Ne var ki, 1630 yılında büyük bir sel yaşanır ve Kabe sular altında kalır.10 Kabe’nin yıllar içinde zayıflayan duvarları bu sele dayanamaz. I. Ahmed’in 18 sene önce tamir ettirdiği duvar, bu selde tamamen yıkılır. Diğer duvarlarda ise kısmı yıkımlar ve tahribat olur. Bu şartlar altında, daha geniş çaplı bir inşa ve tamir kaçınılmazdır. Ancak, inşa ve tamirde bulunanlar, mümkün mertebe aynı taşları aynı yerlerde kullanmaya ve 692 yılından bu yana varolan şekle sadık kalmaya çalışırlar.11
Bunun dışında, 1958, 1982 ve 1996 yıllarında Suudi Arabistan hükümetince Kabe’nin farklı kısımlarında çeşitli tamiratlar gerçekleştirilir. Bu tamiratlar, Kabe’nin taşlarının sökülmesini gerektirdiğinde, taşlar, tamir sonrasında tamamen aynı yere konabilmelerini temin edebilmek üzere numaralandırılır.
Bütün bu hassasiyetler, Kabe’nin güçlü tarihi mirasına yönelik saygı itibariyle takdire değer olsa da, ilgili taşların önemli bir kısmının Haccac bin Yusuf gibi zalimliğiyle meşhur bir Emevi valisi tarafından döşetilmiş olması bir parça ironiktir. Özellikle, 1600′lü yıllarda tamir gerektiren ve sonra da yıkılan kuzeybatı duvarı, tamamen Haccac döneminin eseridir.

Bazı sorular

Acaba Kabe bugün bir doğal afet neticesinde yıkılacak olsa, Haccac’ın öngördüğü ve 694 yılından beri varolan İslam öncesi şekliyle mi inşa edilir, yoksa Abdullah bin Zübeyr’in Hz. Muhammed’in tarifi doğrultusunda inşa ettiği 684 Kabesi mi ihya edilir? Bu sorunun cevabı herhalde çok fazla tartışma götürmez. Ancak, asıl sorular da zaten bu noktada başlıyor:
(1) Kabe’nin bugünkü mimarisinin ortaya çıkış şekline dair bazı rahatsız edici gerçekler ortadayken, geleneği terk etmeyi insanlar için bu denli zor kılan faktörler neler olabilir? Konunun aslında ilgili gerçeklerin yeterince bilinmemesinden ileri geldiği söylenebilir mi? Eğer sebep bu ise, İslam dünyasının bu konuda ciddi bir bilinç kazanması durumunda, olası bir doğal afetin ardından 694 değil, 684 Kabesini inşa etmenin çoğunluk görüşü haline geleceği söylenebilir mi?
(2) Peki ya tarihi gerçeklere vakıf olmak zaten baştan insanların çoğunluğundan bekleyemeyeceğimiz bir şey ise? Yani, insanlar, çoğunlukları itibariyle, kendileri için önem arz eden kimi tarihi gerçekler hakkında bilgisiz ve meraksız iseler? Eğer durum bu ise, geleneğin hemen her zaman bir dinin orijinal prensiplerinin önüne geçmesi, hatta zaman içinde (istense dahi) dinden ayrılamayacak hale gelmesi kaçınılmaz olmaz mı?
(3) Bu şartlar altında, din ile gelenek arasına kesin bir çizgi çizilebileceğini düşünmek mümkün mü? Böyle yapmak yerine,gelenek ile şekillendiği bilinenler ve gelenek ile şekillenmemiş olması daha muhtemel olanlar gibi nisbeten daha temkinli ve mütevazi kategorilerden söz etmek daha gerçekçi olmaz mı?
(4) İlgili bir diğer önemli konu ise, dini gerçekliklerin algılanış ve anlamlandırılış şekli. Örneğin, Emevilerin Kabe’nin mimarisi konusunda yaptıkları, İslami mirası şekillendiren gözle görülür bir tasarruf durumunda. Gözle görülür olması, aslında bu tasarrufu son derece basit ve anlaşılır kılıyor. Ancak, “Emeviler, dinin ve dini anlayışın bir parçası haline geldiği için bugün itibariyle fark dahi edemediğimiz neler yapmış olabilirler?” gibi bir soru soracak olsak, bu soruya herkes ancak kendince bir cevap verebilir.
(5) Günde beş defa taştan bir yapıya dönüp ibadet etmek, bu yapının fotoğraflarını duvarlara asmak, uzun yolculuklara çıkarak (etrafında dönmek üzere) bu yapıyı ziyaret etmek ve/veya hazır oraya gitmişken bu yapının hatıra fotoğraflarını çekmek gibi adanmışlık ifade eden davranışlara rastlamak zor değil. Bir yapıya böylesine merkezi ve kutsal bir önem atfedenlerin nasıl olup da bu yapının başına asırlar boyunca neler geldiğini, mevcut şeklini nasıl aldığını, içinde nelerin bulunduğunu ya da etrafındaki öğelerin ne mana ifade ettiğini merak etmedikleri sorusu da bu noktada önemli. Zira, bu büyük ilgi ve ilgisizliğin aynı anda varolması, bir çelişki olarak anlaşılmaya müsait. Ne var ki, inanç, düşünceden ziyade duyguyla ayakta duruyor ve o şekilde anlam buluyor ve yaşanıyor. Benzeri bir duygu merkezli tavır diğer dinlerin bağlıları arasında da yaygın. Tevrat ve İncil’de aktarılan pek çok tarihi hadisenin gerçeklerle örtüşmediğinin bugün net bir şekilde ortaya çıkmış olmasına rağmen yüz milyonlarca insanın halen dini inanç ve pratiklerini sürdürmeleri, biraz da bu duygusallık (ve bu duygusallığın cevap verdiği kimi insani ihtiyaçlar) ile ilgili.
(6) Bütün bunlar Kubbetü’s-Sahra hakkında bize neler söylüyor?

Sonsöz

Pilgrim sunrise

Pagan sunset
Notlar:
1 Yangın hadisesinden söz etmeyip, 605 yılında Kabe’nin yeniden ve daha büyük bir şekilde inşa edilmek üzere bilinçli olarak yıkıldığını aktaran anlatılar da vardır.
2 Yeni Kabe’nin inşası öncesinde eskisinin kalıntıları tamamen ortadan kaldırıldığında, yapının zemininde “deve büyüklüğünde” yeşil taşlar ortaya çıkar. İbn-i İshak bu noktada, Lost dizisindeki hadiseleri andıran bir olağanüstü vakaya yer verir. Anlatıya göre, orada bulunanlardan biri bu yeşil taşlardan birinin kenarını bir parça kazar, ardından da elinde bulunan bir sert ve uzun bir cismi oraya saplar ve ilgili cismi kaldıraç gibi kullanarak taşı zemininden kaldırmak ister. Ancak, taşın bir parça kıpırdamasıyla birlikte, bütün Mekke sarsılmaya başlar. Bunun üzerine orada bulunanlar korkarlar ve bu taşlara dokunmazlar.
3 Anlatıya göre, Hz. Muhammed, Hacerü’l-Esved’in bir örtü üzerine konmasını ve farklı kabilelerin temsilcilerinin örtüyü birlikte kaldırmalarını teklif eder. Örtü Kabe’nin doğu köşesine getirildiğinde de, taşı kendisi örtüden alarak yerine koyar.
4 İlgili fresklerin, Kabe’nin 605 yılındaki inşası esnasında Mekkelilere yardımcı olan Kıpti bir sanatkar tarafından yapıldığı rivayet edilir.
5 Bu anlatı, 605 yılına dair olanlarla aynı doğrultuldadır. Kabenin temeli de ortadan kaldırıldığında zeminden bir ışığın yükseldiği yönünde anlatılar da vardır.
6 Hatim Duvarı, Kabe’nin Suriye’ye bakan tarafında, takriben 131 santimetre yüksekliğinde, yarım daire şeklindeki duvardır. Bu duvarın iç kısmı ile Kabe arasında kalan bölgeye Hicr adı verilir. Hicr alanı, Kabe’nin bir parçası kabul edilir ve bu nedenle, tavaf, Hatim Duvarının dışından yapılır. Hz. İbrahim’in karısı Hacer ve oğlu İsmail’in mezarlarının Hicr alanında olduğuna inananlar da vardır.
7 Hacerü’l-Esved’in başına gelenler de hikayesi ayrıca yazılabilecek kadar detaylıdır. 930 yılının Ocak ayına denk gelen hac mevsiminde (İsmaili mezhebine mensup bir grup olan) Karmatiler, Mescid-i Haram’ı basıp binlerce hacıyı öldürürler. (Bu baskın esnasında, Kabe’nin kapısını da tahrip ederler.) Karmatiler, baskının ardından, Hacerü’l-Esved’i alır ve (o yıllarda kendi kontrollerinde olan) Bahreyn’in Hecer adlı şehrine götürürler. Hacerü’l-Esved, 952 yılına kadar (yani 22 yıl) orada kalır. İnsanlar bu yıllar boyunca tavaf yaparlarken, Hacerü’l-Esved’in eskiden bulunduğu köşeyi sanki taş oradaymış gibi selamlamaya devam ederler. Hacerü’l-Esved’in Kabe’deki köşesine geri konması ise, ancak Abbasi yönetiminin Karmatilere yüklü bir ödeme yapmasıyla mümkün olur. Bir de, 1932 yılının Nisan ayına denk gelen hac mevsiminde yaşanan hazin bir öykü vardır: Abdüssettar bin Abdülgaffar adlı Afganistanlı bir hacı, Hacerü’l-Esved’in bir parçasını koparmayı başarır. Abdüssettar, ayrıca, Kabe’nin örtüsünden bir parça kesip alır ve Zemzem kuyusuna inen merdivenlerin bulunduğu yerden bir iki küçük gümüş parça çalar. Abdüssettar yakalanır. Onu yargılayan Suudi makamlar, 8 Temmuz 1932 tarihinde kendisini idam ederler. Abdüssettar’ın Hacerü’l-Esved’den kopardığı parça, 31 Ağustos 1932 tarihinde düzenlenen, üst düzey devlet görevlilerinin de katıldığı bir törenle yerine yapıştırılır.
8 Kabe’nin dört duvarında bugün itibariyle 1614 tane taş vardır.
9 Kabenin mimari yapısını gösteren bir çizim için bkz.: Kabe’nin mimarisi. Kabe’nin içini gösteren bir dakikalık bir simulasyon videosu için bkz.: Simülasyon.

10 Kabe’nin bulunduğu yeri sel basması çok nadir değildir. Arabistan Yarımadası’nın güney kısmının coğrafi yapısı nedeniyle, Yemen tarafından gelen sular Mekke için her zaman sel tehlikesi oluşturur. Hatta, bu seller hac zamanına denk geldiğinde, hacıların yüzerek tavaf ettikleri de vakidir. 1630 senesini özel kılan, selin kendisi değil, Kabe’ye verdiği zarardır.

11 Mümkün mertebe aynı taşları kullanmaktan kasıt, sağlamlığını sürdüren taşları kullanmak ve yeni taşları, sadece kırılan ya da diğer nedenlerden ötürü iş görmez hale gelen taşların yerine kullanmaktır

2.MEKKE KUŞATMASI VE 2.FİTNE DÖNEMİNİN SONU

[4 Haziran 2014 tarihinde Serbestiyet’te yayınlandı.]
Abdülmelik bin Mervan, Irak’ın fethinin hemen ardından, (muhtemelen 691 yılının Kasım ayında) Mekke üzerine bir ordu gönderir. Ordunun başında (sonradan Haccac-ı Zalim adıyla meşhur olacak olan) Haccac bin Yusuf vardır. Abdülmelik, bir yandan da, Fars bölgesindeki valiler ile görüşüp onları kendi yanına çekmeye devam eder.
Haccac’ın ordusu Mekke’ye yaklaştıkça Abdullah bin Zübeyr’e bağlı birliklerle çatışır ve bu çatışmaların hepsinden galip ayrılır. Mekke tarafı ise, sürekli kaybeder ve geri çekilir. Haccac, 692 yılının Ocak ayında Taif’e varır ve kısa bir süreliğine oraya yerleşir. 25 Mart 692 tarihinde ise Mekke’ye yönelir ve şehri kuşatma altına alır. İkinci Mekke Kuşatması, ilkinden dokuz sene sonra bu şekilde başlamış olur.

İkinci Mekke Kuşatması (692)

Mekke’yi kuşatma altına alan Haccac, karargahını (şehrin hemen doğusundaki) Arafat Dağı üzerine kurar. Mayıs ayında hac mevsimi başladığında, haccı da o idare eder. Ancak, Kabe, onun kontrolünde değildir. Bu nedenle, askerlerinin hac yapabilmeleri için Abdullah bin Zübeyr’den Kabe’ye giriş izni ister. Abdullah bin Zübeyr, buna izin vermeyince de, (tıpkı dokuz sene önceki ilk kuşatmada olduğu gibi) mancınıklarla Mekke’yi taş yağmuruna tutar.1 Bu saldırı esnasında Kabe yeniden hasar görür. Haccac, saldırıyı, ancak, orada bulunan (ikinci halife Hz. Ömer’in oğlu) Abdullah bin Ömer’in araya girmesi üzerine durdurur. Neticede, dışarıdan gelen hacılar dışında o sene her iki taraf da hac yapamaz. Zira, Haccac’ın ordusundakiler Kabe’ye, Abdullah bin Zübeyr’in tarafındakiler ise Arafat’a gidemezler. Ancak Mekke’ye gelmiş bulunan çok sayıda hacı, Emevi ordusunun yaptıklarına şahit olunca Abdullah bin Zübeyr’e destek olmak ister ve hac mevsimi sona erdikten sonra Mekke’yi terk etmez.
Ne var ki, kuşatma altı aydan fazla sürer. Dolayısıyla da, şehirde kıtlık başgösterir. Mekke’de savunma yapanlar, aç kalınca, binek hayvanlarını kesip yemek zorunda kalırlar.2 Kuşatmanın yedinci ayında, açlık artık dayanılmaz hale gelir ve insanlar kendilerine eman veren Haccac’a sığınmaya başlarlar. Bu şekilde, toplamda 10.000 civarında insan Mekke merkezini terk ederek teslim olur. Teslim olanlar arasında Abdullah bin Zübeyr’in çocukları dahi vardır.

Abdullah bin Zübeyr’in sonu

Etrafında çok az insan kaldığını gören Abdullah bin Zübeyr, annesi (birinci halife Hz. Ebu Bekir’in kızı) Esma’nın yanına gider ve ona danışır. Annesi, Abdullah’a, tuttuğu yolun doğru olduğuna inanıyor ise teslim olmamasını tavsiye eder. Bunun üzerine, Abdullah bin Zübeyr dışarıya çıkar ve savaşarak ölür. (4 Ekim 692)3
Direnişin bu şekilde sona ermesinin ardından, Haccac, Abdullah bin Zübeyr’in kafasını kestirir ve başsız bedenini çarmıha gerdirerek teşhir eder. Abdullah’ın başı ise, önce Medine’de sergilenir; ardından da Şam’da bulunan Emevi halifesi Abdülmelik bin Mervan’a gönderilir.

İkinci Fitne Dönemi’nin sonu

Abdülmelik, artık müslüman dünyadaki tek güçlü liderdir. Bu gelişmenin ardından, Muhammed bin Hanefiyye, halifelik için gerekli olduğunu söylediği müslümanların çoğunun desteğini almış olma şartının artık gerçeklendiğini söyler ve Abdülmelik’e biat eder. İkinci Fitne Dönemi (680-692) bu şekilde sona erer.
Notlar:
1 Kuşatma süresince Mekke merkezine mancınıklarla yapılan saldırılardan biri esnasında, Haccac’ın ordusunun bulunduğu yerin yakınlarına arka arkaya iki kez yıldırım düşer. Haccac’ın adamlarından 12 kişi ölür. Askerler, yıldırımların semavi bir ceza olduğunu düşünerek korkarlar. Haccac ise, askerlere, kendisinin (Arabistan Yarımadasının Kızıldeniz sahil kısmı olan) Tihameli olduğunu hatırlatır, bu doğa olayının bu bölge için sıradışı olmadığını izah eder ve korkmamalarını söyler.
2 İslam Ansiklopedisi, aç kalanların, Emevi ordusunun hakaret maksadıyla mancınıkla onlara fırlattığı bir köpeği bile yemek zorunda kaldıklarını naklediyor.
3 Abdullah bin Zübeyr, öldüğünde 68 yaşındadır. Sadece birkaç gün sonra annesi Esma da ölür.

KUBBETÜ'S-SAHRA

31 Mayıs 2014 tarihinde Serbestiyet’te yayınlandı.]
Emevi halifesi Abdülmelik bin Mervan, Kudüs’teki Hacerü’l-Muallak’ın üzerine bir yapı inşa ettirmek ister.1 689 yılında çalışmalar başlar; 691 yılında eser tamamlanır. Hacerü’l-Muallak artık sekizgen bir yapının merkezindedir ve tam üzerinde bir kubbe vardır.
Kubbetü’s-Sahra adı verilen bu yapı, bilinen ilk İslami sanat eseridir.2 Ancak, yaygın güncel kanının aksine, bir cami değildir. Bir ziyaretgâh olarak tasarlanmıştır. (İlgili mekân, kubbenin altındaki taşı çevreleyen daire şeklindeki bir seyir alanından ibarettir.) Bu noktada şu soru önemlidir: İslam dünyasının dokuz senedir bir iç savaşın içinde olduğu bir dönemde Emeviler neden böylesine estetik ve cazibedar bir ziyaretgâh tasarlamayı düşünmüş olabilirler?

Güneyde Mekke, kuzeyde Kudüs

İlgili dönemin siyasi çekişmelerine bakıldığında, Kubbetü’s-Sahra’nın dini olmaktan ziyade siyasi bir işlevi olduğunu görmek mümkün hale gelir. Şöyle ki, Emevilerin en büyük rakibi durumunda olan Abdullah bin Zübeyr, Mekke’dedir. Kâbe’de bulunmak ve haccın sorumluluğunu üstlenmek, ona ciddi bir meşruiyet kazandırır. Dahası, hac ya da umre nedeniyle İslam dünyasının farklı yerlerinden Mekke’ye gelen insanlar, onunla ve yakınlarıyla konuşmakta, onun perspektifine aşina olmakta ve neticede giderek daha fazla insan ona biat etmektedir. Şam’da bulunan Emevi payitahtı ise, bu gibi saygı gören ve meşruiyet sunan öğelerden yoksun olduğu gibi, coğrafi konumu itibariyle de İslam dünyasının geri kalanından bir parça izole olmuş durumdadır.
Hacerü’l-Muallak ekseninde yeni bir kutsal bir yapı ortaya çıkarmak, bu çerçevede daha farklı bir anlam kazanır. Zira,Kubbetü’s-Sahra, Emevi topraklarının da kutsallığını vurgulayarak (dinen) Kâbe’yi ve (siyaseten ise) Mekke’yi bir nebze dengeleyecektir. Bir ziyaretgâh olarak cazibe merkezi haline geldiği ölçüde de, daha fazla insanı Emevilerin etki alanına alma adına bir fırsat sunacaktır.
Hicri üçüncü yüzyıl tarihçilerinden El-Yakubi, Kubbetü’s-Sahra’nın yapılış amacından söz ederken, Mekke ve Kâbe’yi dengeleme konusunu bir adım daha ileri taşır. Abdülmelik bin Mervan’ın insanları hac için Mekke’ye gitmekten men ettiğini ve onları Kâbe yerine, (ziyarete layık üç mescitten biri kabul edilen) Kudüs’teki Mescid-i Aksa’yı ziyarete teşvik ettiğini yazar. YineEl-Yakubi’ye göre, Abdülmelik, (Mescid-i Aksa’nın hemen yanıbaşında olan) Kubbetü’s-Sahra’yı Hacerü’l-Muallak’ın tavaf edilmesini sağlayacak şekilde tasarlatmıştır ve taşın etrafındaki dairesel seyir alanı bu amaca hizmet eder.
El-Yakubi her ne kadar önemli bir tarihçi olsa da, Emevilere karşı eleştirel bir tavrı olması nedeniyle bu sözleri ihtiyatla karşılanagelir. Ancak, ilgili ifadeler, (doğru olmadıklarını dâhi kabul etsek) 800′lü yıllarda muhaliflerinin Emevileri nasıl algıladıkları konusunda bir fikir veriyor olmaları itibariyle dikkate değerdir.
KUBBETÜS SAHRA ile ilgili görsel sonucu

Fil Vakası

Kubbetü’s-Sahra’nın inşası, Fil Vakası ile benzerlikler taşır. Zira, Fil Vakası’nda da, Kâbe’ye alternatif bir yapı inşa eden bir siyasi lider vardır. Şöyle ki, Hıristiyan Habeşistan krallığına bağlı olan Yemen’in valisi Ebrehe El-EslemSan’a şehrine Kâbe’ye alternatif bir cazibe merkezi olmasını istediği büyük bir kilise yaptırır.3 Ancak, bu kilise, Ebrehe’nin umduğu ilgiyi görmez. Bunun üzerine, Ebrehe, Mekke’yi ele geçirmenin ve Kâbe’yi yıkmanın daha kesin bir çözüm olacağını düşünür.4
Ebrehe, bu amaç doğrultusunda, bir ordu teşkil eder ve Yemen’den Mekke’ye doğru yola çıkar. İbn-i İshak’a göre, ordunun önünde Mahmud adlı bir fil de bulunur.5 Ordu Mekke’ye yaklaştığında, Mahmud ilerlemeyi reddeder. Mekke dışındaki istikametlere yöneltildiğinde yürüse de, Mekke’ye döndürüldüğünde ısrarla durur. Kısa bir süre sonra da, gökyüzünde (pençelerinde siccilden taşlar taşıyan) ebabil kuşları belirir.6 Fil Suresi, bu noktadan sonra yaşananları şöyle aktarır:
(1) Rabbinin, Fil Ashabı’na ne yaptığını görmedin mi?

(2) Onların tuzaklarını boşa çıkarmadı mı?
(3) Onların üzerine ebabil kuşları göndermedi mi?
(4) (Kuşlar) onların üzerlerine sert taşlar atıyorlardı.
(5) Böylece onları yenmiş ekin yaprağı haline getirdi.
Pek çok tarihçi, bu olayın (aynı zamanda Hz. Muhammed’in doğduğu sene olan) 570′te yaşandığı fikrindedir. İlgili seneyi 547′ye kadar geri çekenler de vardır.7

İki nokta

(1) Gerek Ebrehe’nin kilisesi, gerekse Abdülmelik’in Kubbetü’s-Sahrası, ancak inşa edildikleri dönemde varolan dini ve/veya siyasi çekişmeler ekseninde anlamlandırabilecek eserler.8Ancak özellikle Kubbetü’s-Sahra, günümüzde, varlığını sonuç veren bağlamdan büyük ölçüde bağımsız algılanıyor. Bugün itibariyle Kubbetü’s-Sahra pek çok Müslüman için artık Kudüs ya da İslami mimari merkezli konularda savunma psikolojisiyle sahip çıkılan bir eser durumunda.
(2) İnsanların Hacerü’l-Muallak’ı tavaf etmeleri (ya da en azından Abdülmelik’in onları böyle bir şeye zorlaması) ilk bakışta inanılmaz gelebilir. Ancak, böyle bir tavafın hiç gerçekleşmediğini bile varsaysak, insanların (ya da bir siyasi liderin) dini ya da kültürel nedenlerle bunu tasavvur edemeyeceğini iddia etmek zordur. Zira, “Bir taşın etrafında tavaf olur mu?” diye sormadan önce, (a) Kâbe’nin de dört taş duvardan oluştuğunu, (b) köşesinde bir taş bulunduğunu ve bu taşın tavafın her şavtında selamlandığını, (c) 630 yılına dek Arabistan Yarımadası’nın farklı yerlerinde bir köşesinde kutsal addedilen bir taş bulunan ve etrafı tavaf edilen küp şeklinde çeşitli mabedler bulunduğunu, (d) ibadet edilen kimi putların da taştan olduğunu (örneğin, Lat’ın küp şeklinde bir taş olduğunu ve tıpkı Kâbe gibi üzerinin örtüldüğünü), ve dolayısıyla (e) 600′lü yıllarda böyle bir ibadet şeklinin kültürel izlerinin gayet güçlü olduğunu hatırlamak gerekir.9

Mescid-i Aksa ekseninde bazı sorular

İsra suresinde bahsi geçen Mescid-i Aksa’nın, Kudüs’teki Mescid-i Aksa olduğundan neden bu kadar eminiz? Yukarıdakine benzer bir hikâyenin Mescid-i Aksa için de geçerli olabileceği ihtimalini hiç dikkate aldık mı? 621 senesindeHarem-i Şerif’te bir mescid mi vardı? Ya da, bugün Mescid-i Aksa dediğimiz yapının ne kadarı 621 yılı itibariyle oradaydı? Filistin’deki güncel ihtilaf göz önüne alındığında bu gibi sorular müslümanlar için özellikle rahatsız edici olabiliyor. Zira, Mescid-i Aksa ve Kubbetü’s-Sahra hakkındaki bazı gerçekler, sürmekte olan ihtilafta müslümanların elini zayıflatabilecek türden.
Peki bu gerçekleri dikkate almak siyaseten işimize gelir mi? Ya da, şayet siyasi kaygılarımız bizi bazı gerçekleri örtmeye (ya da en azından göz ardı etmeye) yöneltebiliyorsa, bu tavrımıza bakarak Abdülmelik bin Mervan’ı daha iyi anlamaya başlayabilir miyiz?
Notlar:
1 Hacerü’l-Muallak (Muallak Taşı), Musevilerin dua ederken yöneldikleri taştır. Taşın havada durur gibi görünmesinden (ya da bazı insanların gerçekten de havada durduğunu zannetmelerinden) ötürü ismi o şekilde anılagelmiştir. Musevi inancı, bu taşı doğrudan dünyanın yaratılışı ile ilişkilendirir. Çeşitli peygamberlere dair Tevrat’ta yer alan kıssalarda da bu taşın bahsi geçer. Örneğin, Museviler, Hz. İbrahim’in, oğlu İshak’ı Hacerü’l-Muallak’ın üzerinde kurban etmeye teşebbüs ettiğine inanırlar. (Hz. İbrahim’i Mekke ile ilişkilendiren anlatılar ise, Musevilere göre birer neolojizmdir. İslam öncesi döneme ait kaynaklarda da Hz. İbrahim ile Mekke’yi ilişkilendiren herhangi bir kayıt bulunmaz.) Hacerü’l-Muallak, müslümanlar için ise, ilk kıble olması itibariyle önemlidir. Hz. Muhammed’in bu taş üzerinden miraca yükseldiği yönünde bir görüş de vardır.
2 Arapçada sahr kelimesi, kaya anlamına gelir. Kubbetü’s-Sahra ifadesi ise, “Kayanın Kubbesi” şeklinde Türkçeye çevrilebilir. (Burada kayadan kasıt, Hacerü’l-Muallaktır.) Bu noktada, Kubbetü’s-Sahre ifadesinin daha doğru bir telaffuz olduğunu iddia etmek de mümkün. Ancak sahra kelimesi (ilgisiz de olsa) Türkçe konuşanların kulağına daha tanıdık geldiğinden Kubbetü’s-Sahra şeklindeki kullanım daha fazla yaygınlaşmış olabilir.
3 Habeşistan krallığı, 615 senesinde bir grup Müslümanın hicret edeceği hıristiyan bir ülke olması itibariyle de hatırlanabilir. San’a ise, günümüzdeki Yemen’in başkentidir.
4 San’a şehrindeki takriben 1400 yıllık Ulu Cami’nin Ebrehe’nin yaptırdığı kiliseden dönüştürülmüş olduğu yönünde bir görüş de vardır.
5 Ebrehe’nin ordusundaki tek filin Mahmud olup olmadığı konusu tartışmalıdır. Ordunun büyüklüğü için verilen 100.000 gibi rakamlar ise, epey abartılı olsa gerektir.
6 Siccil kelimesinin ne manaya geldiği tartışmalıdır. Bu nedenle, Türkçe meallerde, “pişirilmiş balçıktan taşlar”, “sert tuğladan taşlar”, “pişkin tuğladan taşlar”, “kurumuş çamurdan taşlar” ve “sertleştirilmiş balçık taşları” gibi ifadeler yer alır. Bu görüşlerde ağırlıkla vurgulanan özellik sertlik olduğu için, ben (Edip Yüksel gibi) sadece “sert taşlar” demeyi tercih ettim.
7 Fil Vakası bahsinde sıklıkla anlatılan bir yan öykü ise, Hz. Muhammed’in dedesi Abdülmuttalib ile Ebrehe arasında geçtiği rivayet edilen diyalogdur. Şöyle ki, Ebrehe Mekke’ye yaklaşınca, ordusunu şehre sokmadan önce, Mekkelilere ait olan bir grup deveye el koyar. Ayrıca, adamlarından birini şehre göndererek, hiç kimseye bir zarar vermeyeceğini, sadece Kâbe’yi yıkmak istediğini bildirir. Bunun üzerine, o dönemde Kâbe’den sorumlu olan Abdülmuttalib, ordusuyla şehrin dışında beklemekte olan Ebrehe’nin yanına gider ve Ebrehe’nin el koyduğu develerden kendisine ait olanları talep eder. Ebrehe, Abdülmuttalib’in Kâbe hakkında herhangi bir talepte bulunmayıp sadece develerini istemesine şaşırır ve bu şaşkınlığını ifade eder. Bunun üzerine, Abdülmuttalib, kendisinin sadece develerinin sahibi olduğunu, Kâbe’nin de bir sahibi bulunduğunu ve onu koruyacağını söyler.
8 Ebrehe’nin Kâbe üzerine yürümesini değerlendirirken, Mekke’nin ticari önemine değinerek konuya ekonomik bir boyut getirenler de vardır. Ancak, Mekke’nin ticari bir merkez olduğu iddiası (her ne kadar İslami yazında sıklıkla yer alsa da) doğru değildir. Mekke ve Yemen, önemli ticaret yolları üzerinde yer almaz. Dolayısıyla, en fazla yerel seviyede bir rekabetten söz edilebilir.
9 Lat, Mekke’nin takriben 90 kilometre güneydoğusundaki Taif şehrindedir. Taifliler 630 yılında İslam’ı kabul edince, Hz. Muhammed’e Lat dışındaki putları kıracaklarını söyler, ancak Lat’ın bir süre daha durması için müsaade isterler. Hz. Muhammed ise, cevaben, İslam ile putların aynı anda varolamayacağını söyleyerek bu teklifi kabul etmez. Bunun üzerine, Taifliler, Lat’ı kendilerinden olmayan birinin kırması isterler. Hz. Muhammed, bu isteği kabul eder ve Mugire bin Şu’be ile Ebu Süfyan’a Taif’e giderek Lat’ı kırma görevi verir. Onlar da bir grup silahlı adamla birlikte ilgili bölgeye gidip (kazma gibi bir aletle) Lat’ıkırarlar. Taiflilerin bu olayı korku içinde izledikleri nakledilir. Hatta bazı kadınlar üzüntüden ağlarlar. (Bugün itibariyle öneminin büyüklüğünün anlaşılması bir parça zor olsa da, o dönemde ilgili bölgenin halkı ve özellikle de dindarları için bu olayın dehşet verici olduğu muhakkaktır.)Menat’ın da benzeri bir öyküsü vardır. Menat, Medine’nin takriben 15 kilometre güneyindeki Müşellel adı bölgeye yakın olan bir sahilde bulunur. Ancak, Lat’ın aksine, bir taş değil, heykeldir. Daha çok Evs ve Hazrec kabilelerinin taptıkları bir put olsa da, civar bölgelerden de onu ziyarete gelenler vardır. Mekke’nin fethinin ardından, Menat’ı kırmakla görevlendirilen Sa’d bin Zeyd, yanına 20 atlı alarak yola çıkar ve bu görevi yerine getirir. Lat yeraltı, Menat ise kader tanrıçasıdır. Dahası, Lat ve Menat, Uzza’nın iki kızıdır ve ikisine birlikte (“İki Uzza” manasında) Uzzateyn denir. Uzza, bereket tanrıçasıdır ve Taif yolu üzerindeki Nahle’dedir. Uzza, Mekke’nin fethinin hemen ardından, 630 yılının Ocak ayında, Halid bin Velid tarafından kırılır. (Bu noktada, enteresan olan bir diğer konu da, Arabistan Yarımadası’ndaki kimi pagan gelenekleri ile İslami hac vazifesi arasındaki bazı paralelliklerdir. Şöyle ki, İslam öncesi dönemde, yarımadanın farklı yerlerinden Lat’ı ziyarete gelen putperestler, hediyeler bırakır, kurbanlar keserler. Dini ziyaret ve kurban bir arada düşünüldüğünde, bu yapılanın bir tür hac ibadeti olduğu söylenebilir. Hacıların, ziyaretlerinin ardından, Menat’a uğrayıp saçlarını keserek haclarını bitirmeleri de, günümüzdeki hac ve umre ziyaretlerindeki saç kesme ritüeli ile aynı doğrultudadır.)
Paylaş:

ABDÜLMELİK BİN MERVAN

[27 Mayıs 2014 tarihinde Serbestiyet’te yayınlandı.]
684 yılında Emevi tahtını devralan Mervan bin Hakem, Şam-Filistin-Mısır hattındaki Emevi egemenliğini sağlamlaştırmak dışında rakipleri ile çok fazla çatışmaya girmez. Onun ardından tahta çıkan Abdülmelik bin Mervan da, yönetiminin ilk yıllarında aynı doğrultuda hareket eder.1 Rakipleri ise, başta Irak olmak üzere çeşitli yerlerde birbirlerini zayıflatmakta ve/veya ortadan kaldırmaktadırlar. Bu mücadelelerin önemli ölçüde dışında kalmak, Emevilerin lehine olur. Nihayet, 689 yılında Abdülmelik Şam’dan doğuya doğru ilerlemeye başlar. Ancak, yarı yoldan Şam’a geri dönmesi gerekir. Zira, komutanı Amr bin Said, onun yokluğunda şehri ele geçirmiştir.

Amr bin Said’in sonu

Amr bin Said’in Şam’ı ele geçirmesi nedensiz değildir. 684 yılının Haziran ayında Şam yakınlarındaki Cabiye’de yapılan ve Emevi halifeliğinin Mervan bin Hakem ile devam etmesi kararı alınan toplantıda, Halid bin Yezid ve Amr bin Said yeni halifeye veliaht tayin edilmiştir.
Bu gelişmenin ardından, Amr, ikinci veliaht olarak Mervan’a hizmet etmeye başlar. Başarılı da olur. Örneğin, 684 yılında Mervan’ın Mısır seferine çıkmasını fırsat bilen Abdullah bin Zübeyr kardeşi Mus’ab’ı Filistin üzerine gönderdiğinde, Amr, Mus’ab’ın ordusunun önünü keser ve orduyu yarı yolda mağlup eder. Bu gibi başarılarıyla öne çıkmasına rağmen, Mervan bin Hakem, Halid bin Yezid’i ve onu devreden çıkarır ve oğulları Abdülmelik ve Abdülaziz’i veliaht atar. Mervan bu kararı aldıktan kısa bir süre sonra ölünce, Amr’ın hayatının seyri değişir. Şöyle ki, başlangıçta, Abdülmelik bin Mervan, babasının ilgili kararı doğrultusunda yeni Emevi halifesi olarak tahta çıktığında, Amr ona veliahtı olma kaydı ile biat eder. Ancak, daha sonra, Abdülmelik’in de tıpkı babası Mervan gibi veliahtı konusunda fikrini değiştireceğini sezince, Amr ona isyan eder ve Abdülmelik’in Şam’da bulunmadığı bir anda şehri ve Emevi hazinesini ele geçirir.
Bu gelişmeyi haber alan Abdülmelik, derhal geri döner ve şehri geri alır. Ardından da, Amr’ı evine çağırır. Amr, adamları ile birlikte gelir ve adamları dışarıda beklerken içeri girer. Abdülmelik’in adamları Amr’ı derhal zincire vururlar. Kısa bir süre sonra da Amr öldürülür.2

Irak Seferi (691)

Abdülmelik, 691 yılında yeniden Irak üzerine yürür. Irak, 687 yılının Nisan ayından beri Abdullah bin Zübeyr’e bağlıdır.3Abdülmelik, ilk olarak (Deyr-i Zor’un hemen güneyindeki) Karkisiye’yi barış yoluyla alır. Ardından, Kufe’ye doğru ilerler. Kufe’nin yönetiminde, Abdullah bin Zübeyr’in kardeşi Mus’ab vardır.
Mus’ab ve Abdülmelik’in orduları, Bağdat’ın kuzeyindeki Meskin adlı şehirde karşı karşıya gelir. Meşhur komutan İbrahim bin Malik El-Eşter de Mus’ab’ın ordusundadır. Ne var ki, İbrahim, savaşın ilk anlarında öldürülür. Bu önemli kayıp üzerine, Kufe ordusu toparlanamaz.4 Savaşın Şam ordusunun lehine sonuçlanacağı kısa sürede belli olur. Abdülmelik, vakit geçirmeden Mus’ab’a eman verir. Ancak, Mus’ab bunu kabul etmez. Kendi karakterindeki bir insanın savaş meydanını ya muzaffer olarak terk edeceğini, ya da savaşırken öleceğini söyler. Gerçi kaçma imkânı vardır; ama bunu da yapmaz. Kaçmak ya da karşı tarafa sığınmak zorunda kaldığı için arkasından alay edilmesini istemez.5 Oğlu İsa da yanındadır ve o da babasını yalnız bırakmak istemez. Her ikisi de, savaş meydanında ölürler.6 Savaşın ardından, Abdülmelik bedenlerinin gömülmesini emreder. (Ekim 691)

Savaştan sonra

Zaferin ardından, Abdülmelik, Kufe’de biat alır. Kısa sürede, civar şehirler de Abdülmelik’e bağlanır. Abdullah bin Zübeyr’in elinde artık sadece Mekke ve Medine şehirleri kalmıştır.
Abdülmelik, (kardeşi) Bişr bin Mervan’ı Kufe’ye vali atar. Sefer öncesinde insanları Abdülmelik’in yanına çekmek için Basra’ya gelen Halid bin Abdullah ise, Basra’ya vali olur. İlgili mücadelede Halid ile birlikte hareket eden Ubeydullah bin Ebi Bekre ise, vali yardımcısı olarak atanır.7
Zaferin akşamında, Abdülmelik, (Sasanilerden kalan) Havarnak Sarayı’nda büyük bir ziyafet verir.8 Yemeğin bir anında, “Hayatımız ne kadar da güzel” dediği rivayet edilir.
Notlar:
1 Abdülmelik bin Mervan, 646 ya da 647 yılında doğar. Babası Mervan bin Hakem’in büyük etki sahibi olduğu Medine’de büyür. 683 yılında, Medinelilerin Emevi ailesi mensuplarını şehir dışına çıkarmalarının ardından yaşanan Harre Savaşı’na katılır. Bir dizi beklenmedik gelişme ve önce Yezid bin Muaviye, ardından da (babası) Mervan bin Hakem’in ani ölümleri sonrasında, 685 yılında Emevi halifesi olur.
2 Bazı rivayetler, Amr bin Said’i bizzat Abdülmelik bin Mervan’ın öldürdüğü yönünde iken, kimi diğerleri Abdülmelik’in, yanında bulunanlardan birine Amr’ı öldürmesini emrettiğini aktarır. Konunun bir diğer önemi boyutu da, Amr ile Abdülmelik’in kardeş çocukları olmalarıdır. Amr, Abdülmelik’in halasının oğludur.
3 Irak Seferi öncesinde bazı enteresan olaylar da yaşanır. Halid bin Abdullah, Abdülmelik’e seferden önce Basra’ya gidip insanları onun yanına çekebileceğini söyler ve bu fikrinin kabul görmesi üzerine, küçük bir grupla gizlice Basra’ya gider. Malik bin Misma’nın evinde kalır ve onun himayesi altına girer. Ancak böyle bir himaye kabul görmez ve taraflar arasında çatışma çıkar. Halid’in yakınları onu korumaya gelince, çatışmalar uzar. Basra yakınlarındaki Cufra’da 24 gün süren çarpışmaların ardından bir noktada, Halid’in serbestçe Basra’dan çıkıp gitmesine izin verilmesi karşılığında ateşkes sağlanır. Ne var ki, Mus’ab olanları öğrenince Halid’e destek olan (ve o günden sonra Cufriyye olarak anılacak olan) Emevi yanlılarını derdest ettirir ve herbirine büyük hakaretler eder. (Bu hakaretler, ekseriyetle ilgili kişilerin nesebi, ırki ve mesleki arkaplanlarını küçümseyen ve hatta enteresan sözlerle konuya annelerini de karıştıran türdendir.) Mus’ab, bu kişilerin herbirine 100 kırbaç vurdurur. Saçlarını ve sakallarını traş ettirir ve onları o halleriyle teşhir ettirir. Ardından, onları zorla karılarından boşattırır ve hepsini bir daha hür kadınlarla evlenmeyeceklerine yemin ettirir. Sonra, Şam’dan gelen Halid bin Abdullah’a himaye sunan Malik bin Misma’nın evini yıktırır. Malik’in evindeki eşyalara el koyar. El koyduklarından biri de, Malik’in cariyelerinden biridir. Mus’ab ilgili cariyeyi kendisine alır. Daha sonra, o cariyeden Ömer adında bir oğlu olur.
4 İbrahim bin Malik El-Eşter, Muhtar 687′de öldüğünden beri, Mus’ab bin Zübeyr ile birlikte hareket etmektedir. Muhtar’ın ölümünün ardından hem Mus’ab hem de Abdülmelik ona mektuplar yazarak kendisini yanlarına davet etmişlerse de, İbrahim, Mus’ab’ı tercih etmiştir. İbrahim, Abdülmelik’in mektup yazarak kendi tarafına geçmeye davet ettiği tek kişi değildir. Aksine, Abdülmelik, Irak’ın fethine dek, bölgenin ilerigelenlerine mektuplar yazarak davetlerde bulunmaya devam etmiştir. Bu davetler, Abdülmelik’in savaşı kazanmasına yardımcı olan faktörlerden biridir.
5 Dönemin kültürüne göre, savaşarak ölmek, kaçarak kurtulmaya ya da düşmanın verdiği emanı kabul etmeye göre daha şerefli bir durumdur.
6 Mus’ab’ın ölümünden iki kişi sorumludur: Za’ide bin Kudame ve Ubeydullah bin Ziyad bin Zabyan. Za’ide’nin Mus’ab’ı öldürmekteki amacı, Muhtar’ın intikamını almaktır. Mus’ab’ın başını kesen Ubeydullah ise, kardeşi Nabi’ bin Ziyad’ın intikamını almak istemiştir. Şöyle ki, kardeşi, bir başkası ile birlikte bir soyguna karışmış ve yakalandıktan sonra Mus’ab’ın memurlarından biri tarafından öldürülmüştür. Bunun üzerine, Ubeydullah ilgili memuru öldürmüş, ardından da Abdülmelik’in safına geçmiştir. (Ubeydullah hakkında nakledilen şu anekdot da ilginçtir: Ubeydullah, Mus’ab’ın kafasını Abdülmelik’e götürdüğünde, Abdülmelik onu ödüllendirmek ister. Ancak, Ubeydullah, Mus’ab’ı Abdülmelik için değil, kendi intikamını alma amacıyla öldürdüğünü söyler ve ödülü reddeder.)
7 Bu konuda bkz.: 3 numaralı dipnot
8 Havarnak Sarayı, Kufe’nin birkaç kilometre güneyindedir.