30 Oca 2018

YAŞAMA AÇILMAK

(uzun uzun yazmak istiyorum hayat hikayemi bu yazı belki başlangıç olur. yazdığımda bu hikayeyi pek çok kişi kendinden bir şeyler bulacak eminim. hepimiz doğduk ve bebek olduk ve üç aşağı beş yukarı benzer travmalardan geçtik. kimimize talih güldü fazlaca travma deneyimledik.)

Bana 47 yıllık hayatım şunu öğretti,neredeyse hepimiz denizin kıyısında oynaşan ama denize girmeden plajdan ayrılan insanlarız. İçine doğduğumuz kültürün maskelerini hiç çıkarmadan kendi yüzümüzü hiç görmeden göçüp gidiyoruz.

Yaklaşık dokuz yıl önce bir rüya görmüştüm,rüyanın tabirinden çıkan sonuç yaşama açılmak istiyor oluşumdu. Yaşama açılmamı engelleyen şeyler ise; duygu ve düşüncelerimi ifade ettiğimde başkaları ne der onları incitir miyim endişesi ve kendim için bir şey ister ve yaparsam başkaları buna ne der korkusu ile beraber para kazanmaktan duyulan dehşetli korkuydu.

değerli dostlar,bu blogta defaatle paylaştığım ve ilgilenenlerin çok iyi bildiği gibi doğumla beraber beynimiz dış dünyayı algılamaya başlıyor ve bildiğniz gibi dakikada 20 ila 50 bin arasında sinaps atıyor. limbik sistemimiz -savaş-kaç ikiliği içinde hayata karşı genel tavrımızı belirleyecek anayasamızı oluşturuyor. biz dört-beş yaşlarına geldiğimizde ise beynimiz (bilinç dışımız) hayatımızın bundan sonrasını nasıl geçireceğimiz ile ilgili bütün projeksiyonunu tamamlamış oluyor. 0-2 yaş aralığında beynimizin ve amigdalının yaptığı kayıtları ileriki yaşlarda değiştirmek çok ama çok zor oluyor. biz büyüdüğümüzde asılnda kadermizde belirlenmiş oluyor bir nevi. bilinçimizin devreye girmesi çok ileri yaşlarda oluyor ve bu da bilinç dışımızın kontrolü altında. yani 0-2 yaş aralığında yaşanan travmaların etkisinin ileriki yaşlarımızda  temizlenmesi neredeyse imkansız (kendimden biliyorum).ben yaklaşık on yıldır tespit ettiğim travmalrımı iyileştirmekle uğraşıyorum.

duygularımızın ifade edilmesi,dile ne kadar kolay geliyor? öncelikli sorun ifade ettiklerimiz kendi duygularımız mı yoksa öğerinilmiş refleksler mi? önce bunu tespit etmek gerek.sonra duygularımızı nasıl ifade edeceğiz,bunun üstünde düşünmek ve çalışmak gerekli.Şu hayatta öğrendiğin en temel gerçeklik en insani olan durum en hayati olan şey ne derseniz(bedensel zaruretler hariç) duygularımız ve düşüncelerimizi özgürce ifade edebilmemiz derim.bu paha biçilemez bir şey. şunu gözlemledim ki pek çok hastalığın pek çok psikozun temelinde ifade edilemeyen duygular var.

(bu sayfalarda paylaşmıştım tekrar olacak) ben ilkokula giderken kompozisyon yazılısından 1 almıştım ( o zamanlar okullarda kompozisyon dersi vardı not sistemi de beşli sistemdi en düşük not 1 en yüksek not 5 ti) başarılı notlara alışmış olan rahmetli babam çok bozuldu bu işe ve üşenmeden öğretmene hakkımda bir mektup yazdı ve bu mektubu alıp öğretmene vermemi söyleyerek beni okula yolladı.mektubun son cümlesi "eti senin kemiği benim" klişesiydi. "ölü adam yürüyor"(dead man walking) diye bağırılırmış Amerikanyada idam mahkumu koridorda idam sehpasına doğru yürürken,benim için o gün evden okula giden 200mlik yol tam bir ölü adam yürüyor yolu olmuştu. yer yarılsa gök çökse de ben okula varamasam diye iç geçirmiştim. ne gök çöktü ne yer yarıldı ben o mektubu boğazım düğümlenerek öğretmenime verdim. boğazımdaki o düğüm (1997 yılında askerdeyken muvakkaten çözüldüğü yıl hariç) ta 2009 yılında R.Şanal Günseli'nin "Kuantum Sıçrama" kitabını okuyup oradaki çalışmayı yapana kadar da çözülmeden öylece durdu ifade edilemeden. Bakın on yıldır iyi kötü blog yazabiliyorsam Twitter hesabı açıp duygularımı ve düşüncelerimi paylaşabiliyorsam hep bu travmanın etkisinin ortadan kalkmasından. Bu tabiki artık tüm duygularımı özgürce ifade edebildim demek değil çünkü başka travmalarımda var çok şükür. Sadece yazı yazmakla ilgili blokajı çözmüş oldum. Ama hayatımda bir devrimdir.(sihir gibi bir şeydi on dakikada 33 yıllık düğüm buhar oldu uçtu gitti. tabi göz yaşları ve hiçkırıklar eşliğinde bir patlamayla)

yaşam; ifade edilen duygu ve düşünceler toplamı . "ben" dediğin her ne kadar kurgu da olsa kurgunun bile kendini ifadeye ihtiyacı var. Freud'un dediği gibi ,bastırılan duygular asla kaybolmuyor ve ileride şekliin ve zamanını kestiremediğin bir anda bir semptomla kucağına oturuveriyor. 

Şimdilik burada kalsın,devam edeceğim..

siz de içinize bakın ifade edemeyip içinize tıktığınız bir duygunuz var mı bakın varsa hiç durmayın onu ifade edin mümkünse muhatabına değilse aynada kendi kendinize ona söylediğinizi hayal ederek(hemen hemen aynı etkiyi gösteriyor) birkaç kere tekrar edin. net ve kesin cümlelerle. mezarda işimize yaramayacaklar salın gitsin..özgürlüğe giden ilk yol budur. (yazarak yapmanızı öneririm)

Not:yukarıda bahsettiğim çalışmayı yaptıktan sonra bendeki kronik kabızlık ve migren de kendiliğinden iyileşiverdi. ifade edilmeyen duygu migren ve kabızlık olarak bedene hapsolmuştu demekki.

rene magritte ile ilgili görsel sonucu
rene magritte-hafıza 1948




23 Oca 2018

BİR MELEK GİRİYOR İÇERİYE VE TEK TEK DOKUNUYOR

NBC neden büyük bir sinemacı? Bir Zamanlar Anadolu'da filminde muhtarın kızının çay ikramı sahnesi sinema tarihinde yerini almıştır. NBC, erkeklerin kararmış ruhlarına gaz lambasının parlak ışığında bir meleksi dokunuş yapar ve onları tek tek vicdanlarıyla yüzleştirir. Forlife nickli zat-ı muhtrem de pek dokunaklı yazmış kopyalamadan edemedim.kalemine sağlık. Güzelliklere tanıklık edin..Ne güzel şey güzellik..



"köyde yemek yendikten sonra elektrikler kesilmişken olabildiğince renksizliğin, griliğin, vazgeçilmişliğin, kabullenmişliğin, nimetlerin hatırlanmayışının bile içerisindeyken... bir melek giriyor içeriye hani. tek tek dokunuyor o yüzlere. tek tek. bir bir o yüzler o içlerine sonuna dek sinmiş, vücütlarının her zerresine nüfuz etmiş cansızlığın içerisinde bir an nefes gibi dolaşıyor gözlerinden ruhlarına dek.

işte o an... unutmuş, susmuş, donmuş, sinmiş, çekilmiş o suçlu. o meleği gördüğü an... bir an yeniden bir nefes gelip geçiyor ruhundan. içimden geçen bu sahneyi gördüğümde o zanlının ağlayacağı olduğu. çok geçmedi ağlamaya başladı. ağlayacaktı çünkü hatırlamıyordu bile nimet denen şeyi. unutmuştu. vazgeçmişti. hatırlamıyordu nasıl bir şey olduğunu. düşünmüyordu. bir kenara çoktan çekilmişti. geleceği de yoktu zaten. ama bir nefes... bir nefes geldi geçti. o an yine hatırladı. güzelliği hatırladı. içine bir öküz oturdu o an. ne güzel şeydi güzellik. ve o ne kadar uzaktı ondan. ne kadar yabancı kalmıştı. ne kadar ulaşılamazdı artık. içine bir öküz oturdu. griliğin ortasından bir renk geldi geçti. o bozkırın ortası çayır çimen oldu. karanlık ışıldadı. tüm ruhlardan bir soluk geldi geçti. hepsi şaşırdı. yaşadıkları sudan bir an çıktılar. en umutsuz ve en uzak olanı.... ağlamaya başladı. bir öküz oturdu içine, tam ortasına.(EKŞİSÖZLÜK-FORLİFE ENTRYSİ)


Bir Zamanlar Anadolu'da (Nuri Bilge Ceylan, 2011)

İKTİDARIN DEVİR TESLİMİ:BİR ZAMANLAR ANADOLUDA


Bir Zamanlar Anadolu'da


Üzerinden çok zaman geçti, ama hâlâ konuşulmayı hak ediyor. Nuri Bilge Ceylan’ın 2011 yılında Cannes Film Festivali’nde Jüri Büyük Ödülü’nü kazanan altıncı uzun metrajlı filmi Bir Zamanlar Anadolu’da (2011), yönetmenin en çok izlenen ve yorumlanan filmlerinden biri oldu. Ercan KesalEbru Ceylan ve Nuri Bilge Ceylan’ın elinden çıkan ve gerçek bir hikâyeden esinlenen senaryosuyla ücra bir Anadolu kasabasındaki cinayet soruşturmasını konu edinen film, bugüne dek yaygın biçimde “taşra”, “bürokrasi” ve “otopsi” kavramları üzerinden, daha çok da “bozkır sosyolojisi” ekseninde okundu.
Sıradan bir hadiseden incelikli ayrıntılarla örülmüş iki buçuk saatlik epik bir seyirliğe dönüşen film, farklı okumalara olanak tanıyan yapısıyla elbette bu temaların hepsine enikonu dokunuyordu. Üstelik dört başı mamur tekil gerçeklikler yerine gerçeklik fragmanlarını tercih ediyor, neredeyse baştan merak uyandıracak her şeyi kadrajın dışında bırakıyordu. Yönetmenin önceki filmlerine kıyasla önemli ölçüde “kalabalık” ve “konuşkan” bir film olmasına rağmen kolaycılığa da pek izin vermiyordu. Ne var ki, filmin senaristlerinden Ercan Kesal filmin fikir aşamasında olduğu ilk günden film setinin son gününe dek tuttuğu ve Evvel Zaman adıyla yayımladığı güncesinde senaryonun temel hedeflerini şöyle sıralamıştı:
“İnsanın toplumsal bir varlık olarak bilinmeyen ve görünmeyen yüzünü göstermeli, onun sürekli güç talebini açığa çıkarmalı ve aslında cinayetin kimsenin umurunda olmadığını ortaya koymalıydık. Hayat, ölüm, iktidar, ihanet meselelerimizin hiç bitmediğini ve bitmeyeceğini, sevgi ve nefret duygularının gücünü, cinayetin etrafında akıp giden gündelik hayat ilişkilerini, insanın yine de her durumda ümit etme yeteneğini kaybetmeyişini, doktorun, komiserin ve şoförün katille olan ilişkileri üzerinden herkesin kendi hikâyesinin peşinden koşuyor oluşunu, günlük hayatın en fark edilmeyen ayrıntılarını, herkesin bu cinayete bilerek ya da bilmeyerek katkıda bulunmasını, ama her şeye rağmen hâlâ inanmak isteğimizi ve içimizdeki o tuhaf karanlığı anlatmalıydık…
Senaryosu hem Kesal’ın kitabında hem de yönetmenin kaleminden çıkan Bir Zamanlar Anadolu’da: Kurgu Günlüğü’nde görüleceği üzere çekimlerde ve kurguda önemli ölçüde değişmiş olsa da, film insanın “sürekli güç talebini” başından sonuna anlatının merkezinde tutuyordu. Anlatının temel dinamiğini oluşturan bu merkezî “iktidar” temasını her seferinde senaryonun farklı araçlarıyla katmanlandırıyordu. Filmin gerilimini sağlayan ne taşranın sıkıntısı, ne bürokrasinin açmazları, ne de otopsinin simgeselliğiydi. Film boyunca odaktaymış gibi görünen cinayet vakasının etrafında biçimlenen, mikro düzeydeki patolojik iktidar ilişkileriydi. Aynı hikâyede kendine yer bulan taşra, bürokrasi ve otopsi temaları da bu iktidar ilişkilerinin daha görünür hâle gelmesine hizmet etmekle yükümlüydü.
Bütün film, aslında iktidarın (veya iktidar yanılgısının) devir teslim merasiminden ibaretti. Tüm karakterlerin ezme-ezilme yarışlarını, devamlı olarak rakip gördüklerini küçük düşürme sevdalarını, otoriteye tehdit savurma meraklarını, içlerini kavuran sıkıntıyla baş etme yöntemlerini, cinayetin nasıl kimsenin umurunda olmadığını, otoritenin önünde boyun eğmek zorunda kaldıklarında nasıl öfkeden kudurduklarını veya acıyla kıvrandıklarını ancak karakterlerin iktidarla kurdukları ilişkiler sayesinde anlayabiliyorduk.
Bir Zamanlar Anadolu'da (Nuri Bilge Ceylan, 2011)
O hâlde hatırlayalım. Katil var, ceset yok. Cesedin nerede olduğunu yalnızca Katil Kenan biliyor, ama henüz hatırlamıyor veya hatırlamıyormuş gibi yapıyor. Karakolda yaptığı sorgudan hareketle herkesi yollara düşüren Komiser Naci yetkiyi elinde tutuyormuş gibi görünse de iktidarın asıl sahibi Kenan. Üstelik bir abide gibi susuyor, etrafındakileri suskunluğuyla “eziyor”, sahip olduğu bilgiyi paylaşmadıkça işler yolunda. Komiser Naci iktidarının tehdit altında olduğunun, dahası Savcı Nusret’e hesap vermek zorunda kalacağının farkında. Polis memuru İzzet’e hakiki manda yoğurdu hakkında diklenmesi, Savcı Nusret’e ilişkin prostat şüphesini ısrarla Doktor Cemal’e sorması boşuna değil. Var olduğunu, cesedi arama işlemi sırasında esas yetkinin kendinde olduğunu hatırlatma çabasıyla, herkes gibi dişine göre rakipler seçiyor.
Cesedi nereye gömdüğünü hatırlamayan ve bozkırı neredeyse sonsuz bir çöle çeviren katil, bürokrasinin “yetkili” neferlerini parmağında oynatırken, iktidar bağlamında insan-doğa çelişkisinin teşhirine de yardımcı olur. Geniş plan, arabaların farları, çeşme başı, yakın plan, ceset bulunamadı, aramaya devam.
Ceset hâlâ bulunamadı, herkes yorgun. Muhtarın evine dinlenmeye ve yemek yemeye gidilecek. Savcı Nusret’in Doktor Cemal’e caka satmak için veya laf olsun diye açtığı sohbet uzayacak. Şoförlerin, Arap Ali ile Tevfik’in arasında yol konusunda bir atışma. Herkes rakibini tanıyor, bilginin iktidarı (yoksa iktidarın bilgisi mi?). Topluca yenen tuhaf yemekten sonra muhtarın karanlıkta çay dağıtan kızı mutlak görünen masumiyeti ve güzelliğiyle anlatının düğümünü çözdü. Kenan, öldürdüğü adamı hayalinde yanı başında gördü, çözüldü. Cesedin yerini Komiser Naci’yle paylaşıp iktidarını ona devretti. Komiserin kendine güveni yerine geldi. Keyiften bir sigara yaktı, daha önce sigara içmesine izin vermediği Katil Kenan’a bile ikram etti. Ama bu durum uzun sürmeyecek, biliyor.
Bir Zamanlar Anadolu'da (Nuri Bilge Ceylan, 2011)
Ceset bulundu. Komiser Naci, kısa süreliğine tek başına elinde tuttuğu iktidarı birazdan Savcı Nusret’e teslim edecek. Bu yüzden performatif bir histeri kriziyle cesedi domuz bağıyla bağlayıp gömen Katil Kenan’a insanlık dersi vermeye kalkışacak: “Oğlum, öldürdünüz. Böyle niye bağladınız peki lan? Ölüye de mi saygınız yok?” Savcı soğukkanlı, artık bütün yetkinin kendisine geçtiğinin farkında, oyunun tek hâkimi. Komiser Naci’yi sakinleştirmek de ona düştü. Tespit tutanağını yazdırırken, jandarma komutanı da daha önceki “mücavir alan” (yetki benim mi, yoksa Komiser Naci’nin mi olacak?) tartışmasından sonra varlığını yeniden göstermeyi deneyecek ve otoritesine müdahale edilen Savcı Nusret’i öfkelendirecek.
Komiser Naci ise sakinleşmiş değil, iktidarını kaybetmenin acısını Arap Ali’nin yanında Savcı’dan çıkaracak: “Şahlandı seninki. Sabaha kadar biz uğraşalım, halayı sen çek. Halaybaşı olacaksın Arap, bu dünyada halaybaşı olacaksın.” Pirincin taşını ayıklayacak Savcı Nusret bütün keyfiyle tutanağı yazdırıyor, etrafa emirler yağdırıyor, şaka (Clark Gable) yapmaya bile vakit buluyor. Ceset torbasını unutanları herkesin önünde azarlıyor. Ceset torbası konusunda Şoför Tevfik ile Kâtip Abidin’in atışması ise ikinci düzeyde, daha doğrusu asıl savaşın arka planında bir yetki kavgası.
Bir Zamanlar Anadolu'da (Nuri Bilge Ceylan, 2011)
Kadrajın dışında kalan cinayet ve dolayısıyla ceset (toprağın altından çıkarıldığı sahnedeki kısa görüntü bir kenara, yüzünü yalnızca katilin hayalinde görebiliriz), kadrajın içine müdahale eder: Hakikat uzakta değil, burnumuzun dibinde.
Sıra geldi otopsiye. Doktor iktidarı devralacak, biliyor, kendine güveni yerinde, Savcı Nusret’le otopsi odasının hazırlanmasını bekliyor. Savcı Nusret, otoritesini devretmeden Doktor Cemal’i küçük düşürmenin peşinde: “Ya doktor, ne adamsın ya! Şu yaşıma geldim senin kadar pireli adam görmedim.” Çok geçmeden kendi kazdığı kuyuya düşecek. Doktor Cemal, Savcı Nusret’in sözünü ettiği esrarengiz ölümü kurcalamaya devam ediyor, ısrarla üstüne gidiyor. Savcı Nusret, karısının ölümüne sebep olduğu gerçeğiyle yüzleşip iktidarını devretmeden, otopsiye geçmeden çözüldü. “Ya doktor, bir insan bir başkasını cezalandırmak için hakikaten kendini öldürebilir mi?” Top artık Doktor Cemal’de, oyunu o kuracak. Cesedin boğazında toprağa rastlayan ve iktidarını tehdit eden Otopsi Teknisyeni Şakir’i bile tanımayacak. Biraz iktidar uğruna umurunda olmayan cinayete ortak bile olacak.
Bir Zamanlar Anadolu'da (Nuri Bilge Ceylan, 2011)
Herkes sırasını savdıkça, hatta daha oyun başlamadan oyunun dışında kaldığını biliyor. Ama kendi yarasını başkalarının üzerine basarak sarabileceğine dair bir heyecanla oyuna katılıyor ve her seferinde oyundan eli boş çıkıyor. Sükûnetle etrafını gözlemleyen, küçücük ayrıntılarda kısa süreli aydınlanma anları yaşayan, aynada kendine bakmayı deneyen Doktor Cemal, bu tuhaf karanlığa bakma cesaretini gösterebilecekmiş görünüyor, ama o da başaramıyor. Ölüm, iktidar arzusunu yeniyor.
Doktorun suratına sıçrayan kan ise ağaçtan düşüp metrelerce yuvarlanan elma sahnesiyle yakın akraba sayılabilecek bir tür memento mori: Ölüm, herkesi eşitler.
Bir Zamanlar Anadolu'da (Nuri Bilge Ceylan, 2011)
Bütün senaryo devinimini iktidarın durmadan birinden ötekine geçmesiyle sağlayan Bir Zamanlar Anadolu’da, bu geçici iktidarın sahiplerinin paylaştığı bildiğimiz bir karanlığa güçlü bir ışık tutuyor. Üstelik buna izleyicisini de ortak ediyor. Rahatsız edici ve gülünç diyaloglarını, mistik ve alelade sahnelerini “iktidar” kavramının farklı görünümleriyle bir arada tutmayı beceriyor. İnsan-kültür-doğa arasındaki çelişkileri de yine bu kavramın çağrışımlarıyla açıklıyor. Bozkırın ortasında ve bürokrasinin sarmalında yoksunlaşan “erkekler” kendileriyle yüzleşme cesaretini göstermek bir yana, gündelik hayat pratiklerinde giderek işlevsizleşiyorlar. Dahası, hepsi de az çok farkında olduğu çürümüşlükten mecbur oldukları kadını sorumlu tutuyor. “Nerede bir karışıklık görürsen, kadına bakacaksın” veya “Kadınlar çok acımasız olabiliyor doktor.” Bu da başka bir yazının konusu olsun.

BİR ZAMANLAR ANADOLUDA

ekşi sözlükten kopyaladığım bu enfes  film eleştrisi ekşi yazarı "unutulan replik"e aittir. kendisine arz-ı hürmet ederim. burada dursun.





bu yazı tüm güzel bulduğum insanları sevebilmek için yazılmıştır. filme olan sevgim ise nuri bilge ye sevgim olsun.

uyarı: film hakkında bilgi içerir. fakat filmi halen izlememişseniz belkide film hakkında buraları okuyup filmi izlemelisiniz. 

izlediğimiz film, cinayet suçu sonrası aranan bir ceset ile yolları kesişen karakterleri tanımamızı sağlarken söz konusu karakterlerin hikayeleri ile yaşadığımız ülkeye ve kendimize insanlar üzerinden varabileceğimiz bir zeka ve ustalıkla yazılmış bir yapım. küçük fotoğrafa bakıp tüm fotoğrafları görebileceğimiz ve her izleyenin farklı algısına göre şekillenebilecek boşluklarla izleyicinin hayal gücüne saygı duyan, izleyiciyi yücelten bir yapım.

cinayet sonrası komiserin manda yoğurdu sohbetine tanık oluruz. arabada statü olarak en yetkin kişi komiserdir ve manda yoğurdu hakkında eşsiz düşüncelerini paylaşmaktadır. bir ara alt statüden olan polis komiserin fikrine ters bir fikir beyan ederek ''bizim lojmanın orada o yoğurttan var'' der. bu yorumu kendi statüsünün tehdidi olarak algılayan komiser kendi krallığını korumak için hem polisi aşağılar hem de kendi fikrinin tartışılmaz tek doğru olduğunun altını hiç bir argüman üretmeden çizer. ''yaw bazı insanların ağız tadı yok yaw'' der.

film ilerlemeye başlamadan önce dünya izleyicisine şunu söyler; ''bu karakterler arasında ilişkiler statü üzerinden edinilen ego nedeni ile bu tip diyaloglarla şekillenmektedir.'' 
ortada konuşulan konu iş değilken dahi sadece statüsü yüksek olduğu için her zaman haklı olması gerektiğini düşünen ve alt statüyü bu nedenle aşağalayabilen karakterlerin ilkidir komiser. bize içinde yaşadığımız toplumda çok sık gördüğümüz için gayet normal görünen ve normal olmayan bu diyaloglar, dünya izleyicisine de normalleştirilir. açıklanır. (ilerleyen sahnelerde doktor karakteri çakan şimşekle ansızın tarihi bir kabartma görür ve hayretle diğerlerinin yanına döndüğünde ''aşağıda kabartma var'' der. ''haaaa'' der şoför. ''normal. buralarda çok var kabartma.'' böylece izleyici tüm bu statü ile yaratılmış ego savaşları içinde filmi izlemeye devam eder. komiserin insanlara kazma kürek diye seslenmesi normalleşir. savcı-doktor-komiser ve her mesleğin kendi dengi arasında olan anlamsız mücadele normalleşir.)

film ilerlerken ilk olarak kazma ve kürek diye seslenilen karakterlerin ikisininde işe gelirken yanlarına kürek aldıklarını öğreniriz. ''olum niye ikinizde kürek aldınız?'' der komiser. izleyici olarak henüz nedenini anlayamayız. 

film ilerlemeye devam ettikçe savcının olayı bir an önce çözmesi ve cesedin yerini 
öğrenmesi için komisere baskı yaptığını öğreniriz. cesedin yerini henüz hatırlamayan fırat 
tanış'a komiser yılmaz erdoğan baskı yapmaya ve hatta şiddet göstermeye başlar. savcının, hukuğun tepkisi ''naci bizi rezil mi edeceksin?'' gibi bir cümleyle ifade edilir!

doktor, şoför ve savcı arabada beklerken yavaş yavaş karakterlerin hayatına daha fazla girmeye başlarız. şoför doktora ''size de veriyorlar ölü parası dimi'' der. ''bilmem'' der doktor. ''veriyorlar herhalde.'' şoför kendisine ölü parası iyidir diyerek konuşmaya başlar. kendi hikayesi izleyici zihnine bırakılmış yarım bir hikayedir. kamera arkadan şoföre yaklaşır ve şoför konuşur. kamera şoförü önden gösterdiğinde konuşanın iç ses olduğunu fark ederiz.(iç ses olduğunda , ses tonu değişir şoförün. bu ayrıntı filmi sonraki izlemeler için hesaplanmış gibidir.)
''adamın gözüne sürmeyi çekerler. üstüne borçlu çıkarırlar. onu bunu bilmem. dairede duracaksın. merkezi kollayacaksın. çember olsa olmaz mı? o da olur. ama gerektiğinde vazgeçmesini bileceksin. dünya sultan süleyman'a da kalmamış vb..''

kamera bu defa doktora arkadan yaklaşır. doktorunda iç sesi olduğunu düşündüğümüz karede şoförün düşüncelerini entelektüel bir dille ifade eden konuşmayı dinleriz.
''yüzyıllardır yağıyor yağmur. yağsın. ne değişir. bu ağaçlar olmayacak. ben olmayacağım vb...''
doktor susunca az önce içinden dünya sultan süleyman'a kalmamış diyen şoför hemfikir olduğu halde doktora ''ne yaptın doktor yaw. daha yapılacak bir sürü işimiz var'' der. savcı yandan bakar. doktorla hem fikir olmaz şoför. içtenlik yerine kendi mücadelesini verir. 

tüm bu olanın bitenin içinde doktor diğer karakterlerin çekişmelerine pek katılmaz. suçluya sigara vermesi komiser tarafından ''burada patron benim'' edasıyla engellendiğinde mücadele etmez. bulunduğu topraklara yabancı gibidir! orada olup biten davranışlar ona yabancı gibidir! izleyici tüm bu insanların içinde diğerlerine benzemeyen doktor karakterine umut bağlar. izleyici için umut ve değişim doktor karakterindedir.

ceset bulunamayınca muhtarın evine konuk olurlar. muhtar burada misafirlerini ağırlarken hiyerarşik düzen korunmuş, iki ayrı sofra kurulmuştur. muhtar ev sahibi olarak ortadadır. köye morg yaptırabilmek ve köy sandığına para alabilmek için savcı ve gelenlerden yardım istemektedir. bu sahnede ölüler ve morg bahanesi ile köy sandığından para arakladığı izleyiciye gösterilir. 
yemek yenirken suçlunun, fırat tanış ın geri zekalı kardeşi tüm hiyerarşiyi bozarak kola ister. böyle bir düzende çay yerine kola istemek özellikle komiseri ve suçluyu memnuniyetsiz ifadelerle şaşırtır. suçlu, suçlu da olsa, kardeşi akılsız da olsa bozulan hiyerarşiden mutsuzdur. suç işlemiş dahi olsa düzenin, masanın adamıdır!
savcı muhtarı dinlemediğini belli edecek sorular sorunca muhtar doktora bal çok güzel der ve hiyerarşide savcı çiğnenmiş olduğunu fark edince bir kavanoz bal ister. kara kovan balı. beş saniye önce köylünün hali perişan diyen muhtar biz kuzu etinden başka et yemeyiz der. bal kara kovan balıdır. dışarıda bazlama yapılmaktadır. 

elektrikler kesildiğinde kesintinin sebebinin rüzgar olduğunu söyler muhtar. morg için para isteyeceğine elektriği düzelt der komiser. elektrik kesilince çay servisi yapmak üzere muhtarın kızı odaya girer. görücüye çıkmış kız edasıyla çayları dağıtırken tüm karakterlerle göz göze gelir. tüm erkek karakterler kadına bakar. yani, alıcı gözüyle uzun uzun bakmakta sorun görmez. kadına bakış savcı, komiser, doktor, suçlu arasında bir fark gözetmemektedir. fırat tanış bu sahnede belkide kendisi ve hayatı için ağlar, çözülür. öldürdüğü karakteri halüsinasyon ile görür.

ceset bulunduğunda kendi aralarında yaşadıkları çekişme nedeniyle yanlarına ceset torbası almayan karakterleri görünce iki işçinin ikisininde neden yanlarına kürek aldığı anlaşılır. karakterler sürekli çekişmekte ve işler bu çekişmelere göre şekil almaktadır. ''ceset torbası niye almadınız ? nereye gittiğimiz belli.'' diye insanları azarlar savcı. oysa iki dakika sonra neden ambulans çağırmadık sorusuna verecek cevabı yoktur. ceset bulunduğu için tutanak tutulurken doktorun söylediği tıbbi tespitleri istediği gibi eğip bükerek yazar savcı. 
doktor mücadele etmez. karakterler arasında izleyicinin umutlarını bağladığı yabancı karakter doktordur.

muhtarın evinde savcı doktora bir ölümden bahseder. bir kadın kendisinin öleceği tarihi bilmiştir ve müthiş güzel bir kadındı der bahsettiği kalp krizi vakası için. savcı konuştuktan sonra kamera ağacın arkasından dolaşarak doktora gelir ve dolaylı yoldan kendi hayatından bir kadından bahsettiğini, ayrıca müthiş güzel bir kadındı dediği için düşünmeye başlarız. savcı ile doktor konuşurken hep aralarında bir çalı, bir ağaç vs vardır. yani konu tam olarak şeffaf bir dille anlatılmaz ve aralarında mesafe vardır. doktor konuyu irdeleyecek sorular sorar. ''otopsi yapıldı mı?'' 
ama savcı ''bizim işimiz şüphe etmek. ölüm nedeni belli. otopsiye gerek yok.'' gibi cümlelerle doktoru püskürtür. 
ilerleyen sahnelerde savcı içinde bulunan anlatma isteği ile tekrar konuya döndüğünde filmde bir rüzgar çıkar. yapraklar uçuşur. doktor ve savcı arasında tabiri caizse sert rüzgarlar eser ve doktor intihar şüphesinden bahseder. ilaç ismi konuşma içinde geçer. savcı kayın pederin ilacının ismini duyunca düşünmeye başlar. ilerleyen sahnelerde doktor intihar şüphesi üzerinde tekrar durup, kadının öfke duyabileceği, üzülmüş olabileceği bir olay olmuş muydu dediğinde savcı gözünden ortada bir sorun olmadığını, sadece bir kez aldattığını ve bununda önemsiz olduğunu, kadınla bunu konuşup hallettiklerini söyler. yani savcı için karısını aldatmış olmak öyle çok dert edilecek bir sorun değildir!

doktor karakteri ısrarla gerçeğin ortaya çıkması gerektiğini ve otopsi yapılması gerektiğini savunur. gerçek ortaya çıkmalıdır! savcının egolu ve sert duruşuna direnir. finalde savcının ağzından ''karım'' diye dökülen hikayede kadının intihar ettiğini savcı anlar. gerçeği daha fazla inkar edemez. gerçek savcının vicdanına sunulur. savcı ekrana inanılmaz bir yüz ifadesi ve oyunculukla bakar. 
savcının cevabını zaten bildiği ''bir insan bir insanı cezalandırmak için intihar eder mi?'' gibi sorularla kendisini sorgulamaktan ne derece kaçtığını fark ederiz. film boyunca başkalarının hayatlarına yaptıkları eleştirileri kendisi söz konusu olduğunda yapmayan karakterler izleriz aslında. finalde suçlunun çocuğu için üzülüp ''çocuklar babalarının günahlarını çekiyor'' diyen komiser, kendi hasta çocuğu için ''neden bu başımıza geldi?'' diyen eşine ''sus yaw. allaha isyan mı edelim der.'' başkasının günahlarını bulabilen komiser kendisini sorgulamaz. eleştirmez. gerçeği kendi vicdanına sunmaz.
tüm karakterleri belkide çıkışa ve iyiliğe sürükleyecek gerçekle yüzleşmek, gerçekleri vicdanlara sunmak bir türlü gerçekleşememektedir!

finalde doktor kendi odasından dışarı bakarken çöpün altına bir kedi saklanır. doktor kendi evindedir. doktor odasına gittiğinde eski albüm fotoğraflarını karıştırır. neredeyse tüm fotoğraflarda yalnız olan doktorun bir kadınla çekilmiş bir iki fotoğrafı vardır. öğrenci yurdundan yalnızlık, sahilden yalnız bir çocukluk ve yitirilmiş bir kadın.

doktor odasında birden durup izleyiciye, yani bize bakar. uzun uzun bakar. sonra baktığı yerin ayna olduğunu, yani aynada kendisine baktığını, yani kendisine baktığı kişinin biz olduğunu anlarız. doktor odadan çıkar ve yürümeye başlar. hastaneye geldiğinde insanlarla konuşmamak ve yardımcı olmamak için telefonla konuşuyormuş numarası yapar. bu belkide izleyiciye ilk bıçak darbesi, ilk şaşkınlığa uğratmadır. doktor hastaneye geldiğinde suçlunun ilişkisi olduğunu öğrendiği kadını görünce durur. yemek pişiren adam kadının çocuğuna üzüldüğü için yemek verdiğini söylediğinde kadını ayakkabılarından başlayarak süzer. orada bir süre bekler.
otopsi alanına gittiğinde tekniker ve savcı oradadır ve tutanağın son kısmını savcı bitirdikten sonra savcıya otopsi yapılması için ''kesinlikle yapılmalı'' ifadesini kullanır. 
otopsi kesinlikle yapılmalı ve gerçek kesinlikle savcının hayatında olduğu gibi ortaya çıkmalıdır! savcı bir süre sonra odayı terk eder. yalnız kalan doktor teknikerle konuşmaya başlar. tekniker otopsi cihazlarının yenilenmesi gerektiğini söyler. ödenek alamadığı için saymanı şikayet eder. ölüler üzerinden tekniker de ödenek istemektedir. statü üzerinden ego savaşı vermeye başlayan doktor, kendi çöplüğünde olan doktor, katibin oturuşunu düzeltir. izleyici film boyunca diğer karakterlere ve yaşadığı topraklara yabancı sandığı doktordan umudunu yitirmeye başlar. camdan dışarı bakmaya başlayan doktor yürümekte olan çocuk ve kadını izler. tekniker cesedin boğularak öldüğünü ve canlı canlı gömüldüğünü söylediğinde teknikerin söylediklerini dikkate almaz. gerçek ölüm nedenini otopsi şart diyen doktor rapora yazmaz. gerçek ölüm nedenini gizleyen doktor izleyiciye içinde bulundurduğu umut kırıntısını bıçaklayarak tam da bu toprakların adamı olduğunu ispatlar.
şaşkınlığını üzerinden atan izleyici doktor karakterini düşünmeye başlar.
kasabaya dönünce sokaklarda yabancı gibi gezip sokakları süzerken yanından geçen araçtan yükselen ''sessiz sessiz ağlar gibisin vay aman...'' şarkısı haklıdır. ağlar gibi görünen doktor yaşadığı şehre ve karakterlere yabacı değildir. insanlara değil yaşadığı şehrin çirkinliğine üzülmektedir.
o da tıpkı nerede bir karışıklık görsen kadına bakacaksın diyen komiser gibi düşünmektedir kadın hakkında. ayakkabısından başlayarak kadını süzen doktor karakteri olay sonrası kadınla artık dul olduğu için yakınlık kurma yarışına giren katip, aşçıdan farklı değildir. sadece bu davranışı yanlış olduğu için değil, doktor olduğu için yapmamaktadır! 

doktorun yüzyıllardır yağıyor yağmur dediği sahnede yabancılaşma yaşamadığını, kendi ego savaşını pasif ve zekice savcıya karşı verirken, savcıya aslında ''o kadar böbürlenme.'' dediğini fark ederiz. 

sonunda filmde izleyici ölüm nedenini öğrenmiş dahi olsa filmde kamu cinayetin gerçek nedenini öğrenememiş, cinayet kamu vicdanına sunulmamış, gerçek yerine yeniden kendini kandırmak davranışı seçilmiştir!

fotoğraflarında yalnız olan ve aynaya bakan doktor, bize aynadan ben sizim diyen doktor, yaşadığı yere yabancı değil egoist olduğunu bizi bıçaklayarak gösterir.
bu anlamda tüm nuri bilge filmlerinde olduğu gibi,
iklimler filminde telefon numarasını küllüğe atan isa karakteri gibi,
kış uykusunda içtiği şarabı kusan aydın gibi doktor da yine hayal kırıklığıdır. 
bence nuri bilge ceylan değişimin eğitimiyle yabancılaşmış insanlardan başlayabileceğini ve eğitimsiz insanları zaten oldukları gibi kabul ettiğini, etmese de öyle resmettiğini bir kez daha izlediğimiz filmdir bir zamanlar anadolu'da.
mükemmel bir filmdir.

17 Oca 2018

ÖZGÜR İRADE

(burada ceza hukuku bağlamında bir tartışma yapmıyorum bir yönüyle beyin-irade ilişkisini anlamaya çalışıyorum)

Charles Whitman. gelecek vaat eden çok zeki bir mimarlık öğrencisi. bir gün(1966) texas üniversitesinin kulesine çıkar ve kuleden rastgele ateş etmeye başlar.14 kişiyi öldürür sonunda kendisi de öldürülür. eve giden polis Whitmanın anne babasının cesetleriyle karşılaşır. Whitman kuleye gitmeden önce evde başlamıştır cinayetlerine. polis Whitman tarafından yazılan bir mektup bulur evde, mektupta Whitman"beyninde garip sesler duyduğunu,birisinin içeride kendisiyle konuştuğunu ,bunu kontrol edemediğini ve içinde durduramadığı bir şiddet eğilimi olduğunu ve beyninin incelenmesini" istemektedir. otopsi yapılır ve Whitmanın beyninde,talamus ile hipotalamusun altında bir tümör bulunur.

Whitmanın cinayetlerinin sebebi bu tümördür. 

Bir tümör ya da bazı kimyasalların azlığı ya da çokluğu beynimiz üzerinde etki eder mi?

annem glioblastoma nedeniyle öldü. onun adım adım ölüme gidişinde beyin fonksiyonlarının insan bedeni üzernide nasıl etkileri olduğunu gözlemledim. beyindeki nöronlar birbiriyle konuşmuyor ya da birbirlerinin dediklerini anlamıyorlarsa sen tuhaf tuhaf davranmaya başlıyorsun. yani beyin kimyanın işleyişinden ibaretsin. 

şimdi gelelim sorumuza ; o halde irade dediğimiz şey nedir? kararlarımızı nasıl alıyoruz?

sinirbilim bize bugün şunu söylüyor: beyinlerimiz parmak izlerimiz gibi eşsiz ve biz dürtüsel canlılarız. üzerinde hiç hakimiyetimiz olmayan bir bilinçdışımız var. bilinc ile bilinçdışı arasındaki ilişkiyi tam olarak bilmiyoruz.

bebeklikten itibaren beynimiz içine doğduğumuz ortamdan alınan veriler ve içine doğduğumuz dilin şekillendirmesi ile çok hızlıca nöron ağlarını örüyor ve trilyonlarca bağlantı yapıyor. zamanla kullanılmayan bağlantıları iptal ediyor.bu sürece bilinçli olarak müdahale etme imkanımız yok.

ergenlikle birlikte beynimiz hormon sağanağına da tutuluyor bilinç dediğimiz şeyde bu yaşlarda şekillenmeye başlıyor . neredeyse on yaşına kadar tümüyle bilinçdışımızın kontrolündeyiz. zaten hukuk 18 yaşına kadar bizi bilinçli bir birey olarak kabul etmiyor.

irade dediğimiz şey tüm bu yaşanmışlıklardan bilinçdışımızın oluşturduğu kodlar. karar verirken farkında olmadan bu kodlar üzerinden algoritmamızı oluşturuyoruz. yani irade dediğimiz şey bilinçdışımızın bilincimize fısıldadıklarından ibaret.

yani hepimizin Whitmandan pek bir farkımız yok. kuleye çıkıp sağa sola ateş etmememiz tamamen durumsal. bizim normal dediğimiz , bilinçdışılarımızın ortak hareketinden ibaret yani durumsal ontolojik değil.

herhangi bir erkeğin beyninde östrojen hormonu artışı o kişiyi önlenemez şekilde kadın vücuduna doğru evirir tersi de öyle. kadınık ve erkeklik tabiki bundan çok daha fazlasıdır o bahsi diğer. 

psikolojik rahatsızlıkların tamamının beyinle organik bir ilişkisi vardır.

özetle Whitmanın cinayetleri iradi değildir lakin hukuk günümüzde bu tür eylemleri cezalandırmaya devam ediyor. Nörohukuk çok yeni bir kavram.

Zimbardo ve milgram deneyleri bize göstermiştirki insan iradi bir varlık değildir. 

Özgür irade bir illüzyondan ibarettir.  

özgür irade görsel ile ilgili görsel sonucu

9 Oca 2018

KÖRÜN KISSASI VEYA KÖRLERİN YÜRÜYÜŞÜ

Görsel sonucu

Pieter Bruegel'in "parabel van de blinden" (körün kıssası) tablosu.

Tablonun ikonografik veya ikonolojik çözümlemesini yapmayacağım başka şeyler anlatmak istiyorum.

Tablonun ilham kaynağı, İncil'de yer alan, körlerin düşüşü hakkındaki meseldirMatta İncili'nin 15. bölümünde İsa Farisiler hakkında şöyle der: "Bırakın onları; onlar körlerin kör kılavuzlarıdır. Eğer kör köre kılavuzluk ederse, her ikisi de çukura düşer." (Matta, 15:14). (Vikipediden alıntıdır)

Farisiler ya da ferisiler kimdir peki?(isteyen kapsamlı okumayı kaynaklardan yapabilir)

Ferisileri, bizim haricilere benzetebiliriz. Katı dogmacıdırlar. Musa şeriatı ne diyorsa odur ve bu şeriat her ahval ve şartta geçerlidir ve değiştirilemez. Günlük hayatta şeriatın tavizsiz uygulanmasına çok titizlenirler. Şekilcidirler. Gel görki iki yüzlü ve ahlaksızdırlar. Her şey görüntüden ibarettir. (cüppeli grubu gibi düşünün, sarık,şalvar,cüppe,namaz,oruç ). Misal Kurandaki abdest ayetinde hangi sırayla nerelerin yıkanması gerekiyorsa odur. 

Buna karşın günlük ve ticari hayatta (bizim hile-i şeriyyeye benzer şekilde yani şeriat içinde hile yaparak) kitabına uydurmak,yalan dolan rivayetler böyle. Görüntüde şeriata uygun ama ruhsuz bir inanma şekli. Şekilcilik üzerinden birbirine atarlanma. Rakipleri Sadukilere nazaran daha halka yakınlar . İsa peygamberin doğumundan ve Süleyman Mabedinin MÖ 70 yılında Romalılar tarafından yıklımsarından önce en büyük tartışma Mabedin dışında ibadet caiz mi değil miydi? Ferisiler her yer mabet ,Tanrıya sinagoglarda da ibadet edilebilir diyorlardı.

İsa Peygamberin çarmıh olayında parmakları olduğu rivayet olunur ki Matta İncilinden yukarıdaki alıntı İsa Peygamber ile Ferisiler arasındaki çatışmanın delillerindendir.Zira İsa Peygamberi Musa şeriatından ayrılan bir kafir olarak görüyorlardı.

Bruegel'in yaşadığı yüzyılda (16.yy) Avrupa mezhep savaşlarından kırılıyordu. Bruegel'in bu tablosunu biraz da bu ruh hali penceresinden okumak lazım. Kurtarıcı kilise vahşet üretiyordu.

Şeriat ve din. Bu ikilik günümüz müslümanlarının arasında ezildiği iki kavram. Tanrıyı bulduğunu sanan kör inançlılar  ile tanrıyı arayan dindarlık ufku. Yaşamı bir arayış ve yolda oluş olarak kavrayanlar ile yaşamı köhne bir mabedin içine hapseden körlerin çatışması sürüp giden.

Kör,klavuzunun da kör olduğunu ne bilsin? Kör olmasaydı zaten yolunu kendi bulur kendi arardı. Körlük bir tercihtir ve ebedi bir aldanış. 

"onların gözleri vardır görmezler kulakları vardır işitmezler"