28 Eki 2016

DÜŞÜNEN TOPLUM ?!



10. DÜŞÜN! Çünkü Kur'an düşünen bir toplum (لِّقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ) için indirildi, uyuyan bir toplum için değil.

26 Eki 2016

ANNEYE EVET HAYATA EVET ANNEYI RED HAYATI RED

Bir hayat planin var mi diye sordu esim ? 

Ben de bos bulunup "yok" dedim ve bogazim dügümlendi. Ilk defa bir hayat planim olmadigini itiraf etmistim. Soru yarim kaldi hatta cok cok eksik kaldi. Söyle devam etmeliydi esim , neden bir hayat planin yok ? Hayat plani yapmayarak hangi tarafini tatmin ediyorsun ? Hala kurban rolü oynadiginin farkinda misin ? Sen yasamimi sectin ölümü mü ? Böyle yaparak annenden mi intikam aliyorsun ? Anneni , annen olarak hayatina kabul ettin mi ? Etmediysen ona kizginliginin sebebinin ne oldugunu biliyor musun ? Onu affedebilir misin ? Onu seviyor musun ?

Annemi seviyor muyum ? Dünden beri bu soru kafamin icinde dönüp duruyor ve seviyorum sonucuna varamadim bir türlü. Seviyorum cevabindan ikna olmadim cünkü.

Dün Eylül Erdogan'in sitesini kesfettim tesadüfen ve orada parayla ilgili sifa bulmak yani parayi hayatina cekmek isteyen bir kadinla ilgili regresyon calismasi ve bu sürecte yasanan gelismeleri okurken birden kendimi annemle karsi karsiya buldum ve annemden süt emmedigimi hatirladim. Annesinin memesinden süt emmeyi reddeden bir bebek hayatina parayi cekebilir mi diye soruyordu Eylül Erdogan ?!

Sanirim profesyonel yardim almadan annemle ilgili meseleyi cözemeyecegim ?!


24 Eki 2016

HASTALIKLARI KENDIMIZ MI DAVET EDIYORUZ ?

Hastalıkları kendimiz mi davet ediyoruz

05 Eylül 2016 Pazartesi, 08:26:12 Güncelleme:09:53:18
Neva Çiftçioğlu Banes

Neva Çiftçioğlu Banes


Herhangi bir sağlık sorununuz var mı? Bu soruya yanıtınız “Ohooo hangi birini söyleyeyim” de olsa, “Çok şükür taş gibiyim” de olsa bence bu hafta yazdıklarıma şöyle bir göz atıp anlatacağım bilimsel bulguları hafızanızın bir köşesine yerleştirin. Çünkü sanırım işinize yarayacak.
Biliyorsunuz sağlık sorununu davet eden faktörler arasında genetik hassasiyetimiz (irsiyet), yanlış yaşam tarzımız ve kötü alışkanlıklarımız en çok duyduğumuz etkenler arasında. Genetik dışında saydığımız bütün bu faktörleri kökten değiştirsek, mesela iş ve özel hayatımızdaki sorunları çözsek, evimizi kuşların şakıdığı, doğa güzelliklerinin gönlümüzü okşadığı bir ortama taşısak, cebimizi parayla doldursak, kötü alışkanlıklarımızın yerini müzik ve sporla doldursak, organik yemekler yesek hasta olmaktan ya da yakalandığımız hastalıklardan kurtulabilecek miyiz? Bu soruya verilebilecek tek gerçekçi yanıt, “Mutlaka olumlu etkisi olacaktır”. Yani sonuçta “Evet” demek neredeyse imkânsız. Bilimsel verilere göre (çok genç yaşlarda da olunsa) insanoğlunu hangi mükemmel koşula taşırsanız taşıyın, ne yapıp edip bir şekilde hasta olmayı “beceriyor”. 16 yıl öncesine kadar hastalıklara “genetik hassasiyet” böylesi durumlarda en büyük sebep olarak gösteriliyordu. 2000 yılında Duke Üniversitesi’nden araştırmacı Robert Waterland fareler üzerinde yaptığı araştırmasıyla bu yaklaşıma bambaşka bir perspektif getirdi. “Genler radyo düğmeleri (on/ off) gibidir. Açılıp kapanabilirler. Aile bireylerinin hiçbirinde olmayan bir hastalığın belirmesi ya da tüm sülalede görülen bir hastalığın ömür boyunca hiç görülmemesi bu düğmelerin açılıp kapanmasıyla açıklanabilecek durumlardır” dedi. Epigenetik dalında günümüze kadar yıllarca süregelen araştırmalara rağmen “on/off açıklaması” hâlâ yanıtlanamayan sorularla doludur. Kafaları en çok kurcalayan soru ise bu düğmeleri açıp kapayan en büyük faktörün ne olduğudur.
Geçen hafta Proceedings of the National Academy of Sciences (PNAS) Dergisi’nde yayımlanan bir makale son 5 yıldır tartışılan çok ilginç bir yaklaşımı biraz daha güçlendirdi: O “düğmeleri” hava kirliliği, kötü gıdalar, radyasyon gibi çevresel etkenlerden çok biz kendimiz, düşünce tarzımız ve inanışlarımızla açıp kapatıyoruz. İşin bilimsel açıklamasına girmeden isterseniz olayı daha anlaşılır bir dilde anlatmaya çalışayım önce: Hastalığa davetiye yazılırken o davetiyenin en altına “Kabul ediyorum” ya da “Davet ediyorum” imzasını atan biz kendimiziz.
“Olur mu öyle şey, kim hasta olmak ister ki?” diye düşünüyor insan lakin şunu unutmamak gerekir: Her birimizin bilinçaltı “bataklık” gibi derin, oldukça karanlık ve karmaşık. Nerede başlayıp nerede bittiği anlaşılmayan bir muamma... Çocukluğumuzdan (hatta bebekliğimizden) itibaren yaşadıklarımız, hayal kırıklıklarımız, travmalarımız, affedememeler, isyanlar, korkular birbirleriyle iç içe... İngilizce’de “mind” olarak tanımlanan (bilinçaltı etkisindeki) düşüncenin fiziksel bedenimize olan etkisi genelde yoga, meditasyon, dini inanışlar çerçevesinde incelenmiştir.  Fakat biraz önce sözünü ettiğim PNAS Dergisi’nde okuduğum makale, olayın bilimsel boyutlarını ele almış. Pittsburgh Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi’nde yapılan bu araştırmada nörologlar biraz strese uğrandığında, bilinçaltı uyandığında adrenal korteksin nasıl etkilendiğini, hemen ardından hormonal değişiklikler ve organ fonksiyon bozukluklarının nasıl peş peşe birbirini takip ettiğini çok güzel bir şekilde belgelemişler. Araştırmayı yöneten Dr. Richard Dum şunları söylüyor:  “Meditasyon ve yoga yapanların hastalıklara daha az sıklıkta yakalanmalarını ve hastalığa yakalananların ise hastalıklarından daha çabuk bir şekilde kurtulduklarını izlerken hep merak etmişizdir: ‘İnsan düşünceleriyle hasta bir organını nasıl normale dönüştürebilir?’ Ya da sağlıklı bir organını negatif düşünerek ve enerjsini aşağıya çekerek nasıl hastalandırabilir? İşte bu sorular Ağustos 2016’daki bu yayınımızla birlikte biraz daha netlik kazanmıştır.”
Yine aynı grupta araştırmacı olan Dr. Strick ise yapılan basın toplantısında fikirlerini şöyle özetliyor: “Yaşam ve olaylara yaklaşımımızdaki katılık, iç dünyamızın bir yansımasıdır, eğitimle esnekleştirilebilir. Mesela trafikte giderken sizi yanlış sollayan bir sürücüye olan tepkiniz, negatif olaylara karşı tarzınız aslında sizin hücrelerinizi ve hatta genlerinizi etkilemektedir. Organlarınızın hatırı için derin bir nefes alarak arabanızı güvenli olarak kullanmaya devam etmek sizin elinizde. Yoga, Tai Chi gibi sporlar yaparak bilinçaltınızı yatıştırmış, hem mental hem fiziksel olarak esneklik kazanmış bir insana dönüşebilirsiniz.
Sanırım düşünce tarzımızı değiştirmemizde fayda var. Çünkü stresten de, bilinçaltımızdan da kaçış yok. Öyle görünüyor ki bizi çevremizdeki stres odakları, yanlışlar ve diğer tüm dış etkenler değil olan bütün negatifliklere karşı aldığımız tavır hasta ediyor. Olaylara yaklaşım tarzımızın kontrolü başkalarının elinde değil. Düğmeleri açan da biziz, kapayan da...
Peki nereden nasıl başlamalı?
(bundan sonrasi bana ait)
Kuantum Iyilesme´-Deepak Chopra 'dan baslayip Kuantum Düsünce Teknigi ve Kuantum Sicrama - R.Sanal Günseli den devam edilebilir. Kuantum Sicrama kitabi ile iyilestim , kronik migren ve kabizlik sorunlarim ile pek cok biyolojik psikolojik dertten kurtuldum. Hararetle tavsiye olunur ayrica Kuantum Düsünce Teknigi de neymis para tuzagi diyen cok bilmis akademisyen bozuntularina da kapak olsun bu makale.... 
Sevelim sevilelim bu dünya kimseye kalmaz...

ÖGERNCIYE RAGMEN EGITIM

Yetiskinler özellikle siyaset yapan yetiskinler icin mantik ,manti yemegini cagristiran bir kelimeden ibaret kesin olarak buna ikna oldum. Cocuklarimiza okullarda yaptigimiz düpedüz iskence. Okula yeni baslayan oglum okuldan nefret ediyor. Oturup konustugunuzda sebeplerini gayet mantikli ve anlasilabilir sekilde izah ediyor. Biz yetiskinler sonuclarini da yani sonucsuzlugunu da görmemize ragmen bir türlü bu sisitemi degistirmeye yanasmiyoruz. Daha dogrusu yetiskinler ceplerini doldurma derdine o kadar düsüyor ki ne cocuklarini ne cocukluklarini hatirliyorlar.

Niye okula gitmek zorundayim ben evde de okuma yazmayi ögrenebilirim diye itiraz ediyor oglum buyrun makul bir cevap verin .?!

Öğrenciye rağmen eğitim mantıklı mı?

18 Ekim 2016 Salı, 00:58:16 Güncelleme:09:52:21
Damla Çeliktaban

Damla Çeliktaban


Uzay artık birinci sınıf öğrencisi. Bir şikâyeti yok, hatta evde kaldığında okulunu özlüyor. “Biz mi çok sıkıcıyız?” diyor kocam; bence değil. Uzun teneffüs saatleri, oynamak için yeterli bir bahçe, donanımlı ve işini seven öğretmenler, temizlik ve gidip geldiği saatler konusunda oldukça iyi koşullara sahip, iyi bir okula gidiyor. İyi bir okul benim için, bilgiye erişimin çok kolaylaştığı bu devirde, öğretimden çok deneyim demek. Senelerini geçireceği bir kurumu sevmesi, orada kendi ilgi ve meraklarını keşfetmesi demek. Uzay şanslı.
Peki ya ülkemin diğer çocukları ne durumdalar?
Eğitim Reformu Girişimi ve Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı’nın birlikte yürüttüğü“Çocukların Gözünden Okulda Yaşam” araştırma raporu çocukların okulla ilgili görüşlerine yer veriyor.
UYKU VE TENEFFÜS
Raporda 2012 yılında yürürlüğe giren 4+4+4 eğitim sisteminin getirdiği değişiklikler yüzünden çocukların epeyce zorlandığı anlaşılıyor. Hem ilkokula hem de ortaokula başlama yaşının düşmesi, öğrenci sayısındaki artış, dersliklerdeki yetersizlikler, çocukların okul yaşamının kalitesinin azalmasına ve dolaylı yollardan da beslenme ve sosyalleşme gibi ihtiyaçlarının yeterli önemi görmemesine yol açmış.
Rapordaki en dikkat çekici noktalardan biri, ikili öğretim (sabahçı-öğlenci) uygulaması nedeniyle çok erken saatlerde kalkmak ya da evine çok geç dönmek zorunda kalan öğrencinin uyku saatlerinin ve beslenmesinin kötü yönde etkilenmesi. Okulu evine uzak olan sabahçılar, sabahın kör saatinde yola çıkarken, öğlenciler ise okuldan eve karanlıkta dönüyorlar.
İkili eğitimde okulda geçireceği süre kısalan öğrencinin en çok teneffüs saatleri etkilenmiş. Kısa teneffüsler, çocukların temel ihtiyaçlarını karşılaması için yetersiz kalmış; oyuna zaten hiç vakit kalmamış. Yarım günlük eğitimde çocuklar dersleri yetiştirebilmek için başka hiçbir şeye vakit kalmadığını söylüyorlar kısacası. Türkiye’nin yarısında çocukların eğitimlerine hâlâ sabahçı ve öğlenci olarak devam ettikleri dikkate alınırsa bu durumun çok fazla çocuğu etkilediği anlaşılıyor.
EĞİTİMDEN ANLADIĞIMIZ
Burada bir durup düşünmek lazım. Eğitim gerçekten böyle bir şey olmak zorunda mı? İnternet dünyasında, bilgiye erişim bu kadar kolayken biz hâlâ çocukları yetersiz dışsal koşullara rağmen, onların tabiatlarını dikkate almayarak, yaş gruplarına göre bir araya getirip herkes için aynı hızda ilerleyen, çocuğun refahını (temel ihtiyaç- larını karşılayabileceği bir günlük yaşantı) dikkate almadan, edilgen bir öğrenmeye mecbur etmek zorunda mıyız?
Manzara şöyle: Sabah çok erken kalkmışsınız, kahvaltı edememişsiniz, sizinle aynı durumda en az 20 kişiyle birlikte çok da temiz olmayan bir binada, yeterli ısınma olmadan bir arada oturuyorsunuz. Öğretmeniniz sizle aynı koşullarda, bir de ikili eğitim yüzünden dinlenmeye, kendini eğitmeye fırsat da bulamıyor; eh maaşı da pek yüksek değil zaten, ay sonunu zor denkleştiriyor... Ve bu insan, bu ruh halinde, şu koşullarda oturan kişilere bilgi aktarmaya çalışıyor. Bilgi aktarma süreci de katılımcı değil tek taraflı; öğrencinin merakı, konuyu tam öğrenip öğrenmediği önemli değil. Siz zeki ve öğrenmek isteyen bir çocuk olsanız, bu koşullarda hevesinizi ne kadar süre muhafaza edebilirsiniz?
ÇOCUKLARIN İSTEĞİ
Raporda “çocuğun iyi olma hali” kavramının altı çiziliyor. Bu da çocuğun yaşam kalitesinin ve memnuniyetinin ön plana alındığı bir yaklaşıma işaret ediyor. Aslında çocuklar atla deve de istemiyorlar iyi olmak için.
- Bir rehberlik servisinin olması ve çalışması (yani danışabilecekleri, onları dinlemeye hazır bir yetişkin).
- Okulda revir, bahçe, güvenlik, temizlik, ısı gibi temel ihtiyaçların karşılanması.
- Donanımlı bir eğitmen kadrosu.
- Okul meclisleri vasıtasıyla karar alma süreçlerine katılım (adamdan sayılma).
- Öğretmenleri tarafından sevilmek ve takdir edilmek.
- Okul içinde sağlıklı yiyeceklere ulaşım.
Şimdi böyle listeleyip bakınca, gerçekten zor değil. Yani eğitim çocuk içinse, onun hayrı içinse, ondan gelecek hayrın ülkeye yayılması içinse bu kadarı zor olmamalı. Aksi durum çocuğa rağmen eğitim demek oluyor. Sorunlara çocuk odaklı çözümler bulmak, önümüzdeki yıllarda bu ülkenin yetişkinleri olacak insanlara yatırım yapmak demek.

17 Eki 2016

CEMAATLERIN CENNETINDE YASAMAK

Cemaatlerin cennetinde yaşamak

-A+

Faraza, “Cemaatlerin cenneti neresidir?” diye sorulsa, kendi adıma, “Türkiye” diye cevap veririm. Çünkü askeriye, mülkiye, hariciye gibi tüm kritik kurumları ele geçirip neredeyse devleti ve milleti paralel haline getireninden iktisadi alanda holdingleşenine, yakın geçmişte bazı siyasi figürlere mehdiliğin siyasi mümessilliği misyonu yükleyeninden sözde işârât-ı gaybiyye yoluyla Cumhurbaşkanı Erdoğan’a “Süfyan’ın dördüncü rüknü” gibi apokaliptik sıfatlar izafe edenine, Diyanet’i istiskal edeninden ilahiyata yeni bir nizam vermek isteyenine, tencereci tavacısından kendileri haricindeki tüm Ümmet-i Muhammed’i tekfir edenine varıncaya değin, binbir çeşit cemaatin mantar gibi bitip çoğaldığı bir ülke Türkiye…
Kur’an, Allah’ın dilemesi halinde tüm insanoğlunun tevhid inancını benimseyeceklerini belirtir; ama aynı zamanda akıl sahibi her insanın özgür iradesiyle iman ve inkâr etmesinin ilâhî yasa (sünnetullah) olduğunu da bildirir. Allah, iman ve inkârda insanoğlunu özgür iradeleriyle baş başa bıraktığı halde, kendini Müslüman bilen, özellikle de belli bir müesses dinî yapıya intisap eden insanların çoğu niçin kendi dindaşlarını kendilerine benzetmeye çalışır? Allah’ın kendine atfetmediği bir işe kullar niye soyunur? Kendi din anlayışına yönelik bir eleştiri karşısında behemehâl hakaret taarruzu başlatıldığı halde, bir kez olsun, “Acaba bizde de hata olabilir mi?” deme ihtiyacı duyulmaz?
***
Mesela cifr, celcelûtiye, hisâb-ı cümel gibi kaynak ve sıhhati son derece problemli bâtınîlik aygıtlarından hareketle, “Şu ayet benim adıma, bu ayet doğum tarihime, öteki ayet kitaplarıma, beriki ayet şakirtlerime işaret ediyor” gibi akla ziyan tevilleri kemkümlerle savunmaya çalışmak yerine, “Bu tür saçmalıkların dine, imana, ahlaka, hayata ne faydası var” demeye yanaşılmaz? Daha açıkçası Cemil Meriç’in, “ufukları dar, kafaları basık, ama büyük bir meziyetleri var, hayranlık. Putlarına saygısızlık etmediğiniz ölçüde sizi dinliyorlar” diye bahsettiği taife niçin, “Bildik Bâtınîyye’nin günahı neydi, onların bâtınî tevilleri de en nihayet, ‘Şu ayet bizim imama, bu ayet hüccete işaret ediyor’ kabilinden değil miydi?” demek gibi dürüst bir tavır ortaya koymaz?
Bu sakillik, “cemaatlerin ortak arızaları” başlığıyla yayımlanan yazımızdaki tespitlerin ne kadar isabetli olduğunu ispata kâfidir. Bir cemaate mensubiyet çerçevesinde dinin belli bir yorumunu benimsemek ile futbol takımı taraftarlığı arasında ciddi bir tutum farkı bulunmadığını söylemekte beis olmasa gerektir. Yeri gelmişken şunu belirtmeliyim ki, “tüm cemaatlerin kökü kazınsın, herkes Müslümanlık tecrübesini müesses bir dinî yapıdan bağımsız olarak bireysel düzeyde yaşamaya mecbur kılınsın” gibi faşizan bir düşünceyi hiç savunmadım, savunmuyorum. Çünkü böyle bir fikri savunmaya kendimi hak sahibi görmediğim gibi buna haddim olmadığını da biliyorum. Ancak kendi namıma cemaat mensubiyetini reddediyorum ve bireyselliği daha sağlıklı bir tercih olarak görüyorum. Ayrıca cemaatlere yönelik eleştiri hakkım olduğunu düşünüyorum.
***
Bütün bunların yanı sıra cemaatlerin kendi sivil alanlarına çekilmeleri, özellikle devlet kurumlarına tasallut etmemeleri, siyasi iradeye karşı baskı grupları oluşturup köpürtülmüş oy potansiyellerini koz olarak kullanarak siyasetten pay kapmak gibi mülevves işlerle iştigalden vazgeçmeleri gerektiğini söylüyorum. Ama bütün bu söylediklerimin devlet katında anlamlı bir karşılık bulacağını pek zannetmiyorum. Çünkü Türkiye’de “dindar/muhafazakâr” diye anılan kitlelerden herhangi bir cemaat angajmanı bulunmayan insan sayısının bir partiye iktidar imkânı sağlayacak nispette olmadığı kanaatini taşıyorum, bu yüzden de kendi kendime, “Cemaat cenneti olan bir ülkede siyasetçi ne yapsın?” diyorum. Diğer taraftan, dinî anlayış ve kavrayış tarzım sebebiyle cemaatler nazarında “heretik” olarak algılandığımı biliyorum. Hâliyle, cemaatlerin cennetinde cehennemi yaşıyorum. Bütün bunlara rağmen, cemaat cenneti yurdumun cemaatçi sakinlerinin biraz daha sakinleşecekleri, kendilerine yönelik eleştiriler karşısında ergen tavrıyla sövüp saymak yerine uslu başlı adam gibi mukabelede bulunmayı öğrenecekleri bir zamana erişmenin hayalini kuruyorum

14 Eki 2016

SECIM GÜCLÜ OLANLA GÜCSÜZ OLAN ARASINDA YARATILMIS BIR ILLÜZYONDUR

merovingian ile ilgili görsel sonucu

Gecen aksam tv de Matrix serisine denk geldim. Serinin ikincisinde (Matrix reloaded) Merovangian ila bizim malum cete arasindaki diyalog bana cok manidar geldi ve paylasmak istedim. Evvel seyrettigimde bende bir yer etmemis demekki. Insan yasadikca yeni anlamlar kazaniyor.

12 Eki 2016

DOGRU SÖZ

Yorumsuz

Dün aksam alti yasindaki oglum su cümleyi kurdu gelisen olaylar ortasinda : sen cok iyi bir babasin ama biraz akilsizsin.. :-)))

5 Eki 2016

HÜVEL BAKI

Bugün ölüm hakkinda düsünüyordum . Alice Harikalar Diyarinda ve Matrix filmlerinin satirlari ve sahneleri gözümün önünden geciyordu usul usul. Kendimi , hayati, ölü arkadaslarimi , ölü ebeveynimi , cocuklarimi düsündüm ve hepimizin ölecegini. Ölünce uyandigimiz bir rüyada miyiz ?!
Yoksunluklarimi , yoksulluklarimi , yabancilasmalarimi , cocuklugumu cocuk olmanin nasil bir deneyim oldugunu dusundum. Sonrada bunlardan cok daha hayati olan (Maslow ihtyaclar hiyerarsisi) gündelik sorunlarimi düsündüm. Aptal miyim ermis miyim ölü müyüm diri miyim karar veremedim. Sonra da yüz bin liram olsaydi su anda ne kadar rahatlayacagimi düsündüm ölü oldugumda ise tümden rahatlayacagimi bilerek. 

Dücane Cündioglu´nun " Bir siyasal eskatoloji : hüvel baki" yazisini denk geldim tüm bu duygular icindeyken. Baki olan "O" fani olan biz. Dünyada ne kadar cok tantana yapiyoruz. N e kadar cok gereksinimimiz var su fani hayatta. Halep yangin yeri dünya masmavi...Ne tezat !
dünya uzaydan görüntüsü ile ilgili görsel sonucu

Gecip gittigimiz bu hayatta , hayatta kalmak icin (mi )?

"güc olan, insanin dünyayi degil, dünyasini degistirmesidir"

4 Eki 2016

DÜSLEMEYE DEVAM EDECEGIZ

Hocadan akademik ders derinliginde dolu dolu bir söylesi. Ne diyordu findikfaresi(white rabbit):kafani besle.. Afiyet olsun..

TÜRKİYE ÇELİŞKİLER ÜLKESİDİR

ATO, Haziran 2016



Bir düşünür olarak,  hız, teknoloji ve bireysellikten oluşan ‘yeni dünya düzeni’ni nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu ne kadar yeni, onu bilemiyorum. Çünkü 18. yüzyıldan beri dünya bu kavramlarla şekilleniyor. Bu da çok doğal. Klişedir ama gerçek bu. Neden? Dünyayı, toplumu artık rasyonel olarak örgütlüyoruz. Ratio, sürekli böler. Ratio, birleştirerek değil ayırarak çalışır. Biz duygularla dünyayı birliğe getiririz, ama düşündükçe onu böleriz. Bu bölme, bize, özünde, hız, teknoloji ve bireyselliği mümkün kılan bilimsel temeli sağlıyor. Bu nedenledir ki insanlık son 300 yıldır Weber’in tabiriyle ‘büyü bozuldu’ diye çığlık atıyor. Dünya artık bu hızla deviniyor. Hız klasik fizikte olmayan bir kavram. Klasik fizikte hız, nesnenin devinimine ilişen ikincil ilinekti, yani devinim töze ilişirdi, nesne hareket ederdi. Peki hız neye ilişir? Devinime. Şimdi hız nesnenin tözü halini aldı. Modern bilim de ister istemez bu değişimi haklılaştırıyor. Üst yapının temelinde, yani ahlakın, siyasetin, toplum ve kültürün en temelinde işbu bilimsel bilgi vardır. Hız, antik çağa göre yeni bir moment, son 300 yılın ürünü. Bizler artık endüstri devrimi sonrasında dünyayı çok farklı kavrıyoruz. Üretimden veya değiş-tokuştan hareketle değil mübadeleden, alış-verişten, değişimden hareketle. O yüzden değerler, kullanım değerleri değil, değişim değerleri. Mübadele, modern yaşamın özüdür. Hıza ihtiyacı var ve kendini yok edene kadar hızlanacak, çünkü hızın sonu çaresiz sükundur, durağanlık ve dinginlik. Dünya bir bakıma durmak için deviniyor, yeniden başlayabilmesi için önce durması gerekir. Ne ki durmak demek aynı zamanda yıkım demektir.
Türkiye, kökleri doğuda ancak uzun yıllardır yüzünü batıya dönmüş bir ülke olarak, bu yeni dünya düzeninin neresinde?
Bugün doğu-batı kavramlarının kayda değer bir açıklama değeri kalmadı. Çin’e göre biz neredeyiz? Gerçi bir Ortadoğu kavramsallaştırması var ama o da çok sorunlu. Örneğin Türkiye’nin kökleri doğuda değil, Türkiye zaten doğu. Ama hangi anlamda doğu? Troya Savaşı’ndan beri Akhalarla Troyalılar arasındakikarşıtlık aslında doğu-batı ayrımından kaynaklanıyordu ve ayrım Çanakkale Boğazı temelliydi. Daha sonra da Haçlı Seferleri. Bugün sorun artık Türkiye’nin coğrafi tanımıyla ilgili değil. Çünkü ilk sorunuza bağlı olarak hız olgusu, coğrafi tanımı değersiz kılıyor. Sabah uçağa biner, akşam dünyanın öteki ucunda yemeğinizi yiyebilirsiniz. Artık doğu-batı ayrımı bugün gücünü yitirmiş olan eski dünyaya ait bir kavramsallaştırma. Atlantik-Pasifik ayrımı, denizin, yani iletişimin ve ulaşımın gücünü ifade etmek bakımından hiç değilse daha açıklayıcı görünüyor. Kısaca Türkiye’nin sorunu artık batılılaşma sorunu değil, modernleşme sorunudur, yani mekansal değil, zamansal bir sorun. Bu bakımdan ülke sorunlarının doğu-batı çelişkisi bağlamında değil, eski-yeni çelişkisi bağlamında yorumlanması gerekiyor. Çünkü Türkiye’nin sorunu artık mekansal değil, zamansaldır. Fetholunacak olan artık Batı değil, Gelecek’tir.
Peki Türkiye’nin bu hıza uyum sağlaması  konusunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Soru değişti, çünkü şimdi yönümüzü sormuyorsunuz. Öyle ya, yön mekanda olur, hız ise zamanda. Türkiye modern toplumun bulunduğu düzeye güya yürüyerek değil, sıçrayarak, hatta uçarak gidiyor. Bence temel sorun da burada. Eskiden sağcı liderler, çağı yakalamak anlamında “muasır medeniyetler seviyesine sıçramak”tan söz ederlerdi. Endüstriyel olarak, teknolojik olarak Türkiye çağı yakalamaya çalışıyor. Fena durumda da değil, Ortadoğu ülkeleri içerisinde en iyilerdeniz, çünkü Batı’ya en yakın sınırda bulunuyoruz. Dolayısıyla modernliğe ister istemez zamansal olarak da yakın durumdayız. Ancak bu sıçrama hamleleri eğitim ve kültür alanında değil, teknoloji alanında. Biz de artık kocaman gökdelenler yapıyoruz. Ne ki gökdelende yaşama kültürü çok sonra gelecek, ve işte o zaman sıçramak neymiş göreceğiz.
Türkiye’yi “doğu ve batı arasında sıkışmış bir ülke” olarak görenler de var, “iki yakanın zenginliğini barındıran bir ülke” olarak tanımlayanlar da. Siz nasıl yorumluyorsunuz?
Türkiye bir çelişkiler ülkesidir ve iyi ki öyledir. Ne tam anlamıyla doğudur, ne de tam anlamıyla batı. Hem doğudur hem batıdır çünkü. Karışık, çelişkili, çatışkılar tarafından zorlanan bir bünyesi var Türkiye’nin. Ama bu dezavantaj değil, bilakis avantajdır. O yüzden enerjisi var. Yaşamın diyalektik kavranışı, çatışmalar üzerinden güçlü bir itilim sağlar. O bakımdan Türkiye dünyanın en şanslı coğrafyalarından birind ikamet ediyor, çünkü karşıtlığı özünde saklıyor. Bu karşıtlıklardan birine asılması büyük bir kayıp anlamına gelir. Hep böyle oldu. Ya doğu ya batı, ya eski ya yeni gibi karşıtlıklar çelişkinin bir yanında asılı kalmak demektir, ki Türkiye’de siyaset bu yanlara asılı kalarak sürdürüldüğü için şiddet de buradan doğuyor. Oysa hem doğu hem batı, hem eski hem yeni denilebilse, bu çelişki o takdirde olumlu hale dönüşebilir, bir yıkıma değil.
Şu an için bir itilim yok diyebilir miyiz?
Diyemeyiz, çünkü hala bir itilim var, çelişki var, çatışma var. Kaos henüz yok, kaos da gerçekte bir olanaktır, olumsuz bir şey değil. Yıkım her zaman yaratıcıdır. Ölüm yaşamın temelidir. Ölebildiğimiz için doğuyoruz, ölmesek doğmayız. Dolayısıyla doğduğumuz için de ölüyoruz. İnsan yaşam ile ölüm arasındadır. Yaşam olmadan ölümü, ölüm olmadan yaşamı düşlemek belki iyi bir fantezidir, ama yaşamın özünü tek yanlı olarak çocukça hülyalara havale etmektir. İnsan yaşamı da, ölümü de benimseyebildiğinde ancak insan olmayı becermiş olur. Ölümden kaçamazsınız. Kozmos da, düzen de kendinde bir düzensizlik barındırır. Sığ zekalar bunu bir olumsuzluk gibi algılar ama düzensizlik, düzenin olmazsa olmaz koşuludur.
Sosyolojik olarak Türk toplumunun son yıllardaki değişimini nasıl özetliyorsunuz?
Türkiye ilerlediği, geliştiği ve modernleştiği için ve bütün bu kavramlar da özünde rasyonel olduğu için ülkenin buna bir tepki vermemesi düşünülemez. Türkiye bir yandan değişiyor, gelişiyor ama bir yandan da kendi içinde bu hıza denk bir direnç de üretiyor. Bir itilimle birlikte itilim-karşıtı itirazlar da oluşuyor. Bu çatışma Türkiye’nin toplumsal yapısından bekleneceği üzere bazen gelenekçi refleksler üretiyor. Şu evrede ülkemizde muhafazakarlığın daha yavaşlatıcı yaklaşımlarının rağbette olmasının bir sebebi de hızın ve değişimin çok güçlü olmasından kaynaklanıyor. Nerede durma direnci varsa, orada çok güçlü bir ilerleyiş var demektir. Bu çelişki de Türkiye’nin lehinedir. Dünyanın her yerinde de böyle olmuştur. Ahlak kitapları, ahlaksızlığın en çok olduğu dönemlerde yazılır.

“YAŞAM, AKLIN YASALARINI BOZAR”
‘Kutuplaşma’ artık çok sık kullanılan bir kavram, oysa Türk toplumunun bunu aşacak çok büyük vasıfları, özellikleri ve kökleri var. Bu konuda ne düşünüyor ve ne öneriyorsunuz?
Kutuplaşma esas itibariyle bilincin iki uçlu devinimidir. Bir dairede, diyelim ki bir aks oluşsun, hemen iki kutup de oluşur. Kutuplardan birinde asılı kalmak, mutlak bir karşıtlığa dayanır. Bu durumu, yine zihnin oluşu kavrama yetersizliğiyle açıklayabiliriz, çünkü bilinç özdeşlik ilkesiyle devinir. Bilincin en doğal refleksi ikiye bölmektir: ya-ya da.  Bu, “ben bensem sen değilim’ demektir. Bir şey kendisi ise başkası değildir çünkü. Bir yerde bir özdeşlik varsa, bir belirlenim varsa o belirlenim zorunlu olarak karşıtını da kendinde barındırır ve dışarı iter. Yani siz “A A’dır” dediğiniz sürece -ki bu özdeşlik ilkesinin temelidir- “A A-olmayandır” demek zorundasınız. Bu aklın en temel iki ilkesidir. Akıl buradan bir üçüncü ilke daha çıkartır; üçüncü halin imkansızlığı, yani “A A ise, A A-olmayan değildir” derseniz o halde bir şeye “hem A, hem A-olmayan” veya “hem siyah, hem siyah-olmayan” diyemezsiniz. Ne ki yaşam, aklın bu yasalarını bozar ve darmadağın eder. Yaşamda siyah-beyaz karşıtlığı olduğu içindir ki griler vardır, siyah-yeşil karşıtlığı vardır. Yaşamda “ya-ya da” yoktur. Yaşam çoklu-birlik halinde işler, iki değerli değil, üç değerli bir mantıkla. Bazıları buna fuzzy logic diyorlar. Yaşamda sonsuz merkez vardır. Dünyayı ve yaşamı açıklarken tek bir merkeze dayandığınız sürece kutuplara dayanırsınız. Kutuplara dayandığınızda, bu kutuplardan birine asılı kaldığınız takdirde çok kesin, çok zorunlu, çok genel yargılara, yani dogmalara ulaşırsınız. Bu sizin kendi tinsel birliğinizi sağlamanız anlamına gelir ama başkaları ile diyalog içerisinde olmamanız koşuluyla. Kutupların birbiriyle diyaloğu olmaz. Ne ki yaşam uçların bu kibirli kutuplaşmasını çözer. Modern bilim, yani insanlığın şu anda ulaştığı bilgi birikimi ve biçimi zaten bu kutupluluğu çözüyor. Bizler de yaşama baktığımızda bu yüzden bir kutupluluk görmüyoruz. Dikkat edin, cinsler bile çözülüyor. Bugün hayvanlarda da, insanlarda da sadece iki cinsten söz edilmiyor. Ara-cinsler ortaya çıktı ve bunun çoğalacağı görülüyor. İster istemez buna karşı kendiliğinden bir direnç de doğuyor, direnç de toplumun gelişmesini sağlıyor. İlerlemeyen şeyde gerileme olmaz. Gerileme olumsuz bir şey değildir. Sadece geçici olarak yıkıcıdır. Ama uzun vadede yaşam kendisini yeniden üretmeyi başarır. 


“İNSAN AKLI OLDUĞU SÜRECE KİŞİYE DÖNÜŞÜR”

‘Bireysellik’ ve ‘Bireycilik’ kavramlarının, topluma yansımasını bizim için değerlendirir misiniz? Bireysel hırsların artmasıyla eski değerlerin kaybolduğunu söyleyebilir miyiz? Bu değerlerin kaybının, ülkelerin yolculuğunda etkisi nedir?
Önce bireysellik (individualite) ile kişisellik (personalite) arasında bir ayrım yapmak gerek. Bireysellik, ferdiyet demektir ve sanıldığı gibi çok değerli bir şey değildir. Bir küme düşünün, kümenin birimleri eşittir ama kişiliksizdir, hiçbir özellikleri yoktur. Bir pilavdaki pirinç tanelerinin her biri bir bireydir. Bir pirinç tanesinin şahsiyetinden, kişiliğinden söz edemeyiz. Birey ile kişi arasındaki farklılıktır bu. Bireyselliğin ancak birimlerin kümeyle, bütünle olan ilişkisine nispetle değeri vardır ama işin içine şahsiyet girerse o zaman birey değil aynı zamanda kişi olursunuz, çünkü size özgü ayırt edici farklılıklarınız olur. Bireysellikte farklılıklar aslında yadsınır. Bir kümedeki tüm birimler birbirine eşittir, ama şahıslar eşit değildir. Biri sarışındır, biri esmerdir, biri uzun boyludur, vs. Sayısal olarak 100 sayısında 100 tane 1 vardır. Ama 100 pirincin olduğu bir pilavda her pirincin kendine özgü farklılıkları oluşur. Pirinç olmak bakımından değil, büyüklük, renk gibi özelliklerinden farklılık olur. Bir meşenin yapraklarının hiçbiri birbirine eşit değildir. Ama onlar akıllı varlıklar olmadığı için kişiliği olmaz. O yüzden insan aklı olduğu sürece kişiye dönüşür. Kişinin temelinde birey vardır. Ama biz yine de birey değil, kişi olmaya çalışırız. Bir birim olmaktan kurtulmak isteriz, benzediğimiz yanlara belki hürmet ederiz, nitekim siyaset bu benzerlikleri öne  çıkarır, hepimiz Türküz, hepimiz Müslümanız, hepimiz beyazız, siyahız der,  fakat yine de insan farklılıklarıyla ayrılmak ister. Özdeşliğe hürmet ettiğimiz kadar kişiliklere dikkatle pekala farklılıklara da hürmet etmeyi öğrenebiliriz.
Bireyselliğin çelişki olarak önümüze geldiği yer, aynı zamanda da toplumsallıktır. O yüzden birleşmek, daha geniş ölçekte birliklere mensup olmak bizlerin aidiyet ve mensubiyet duygularını güçlendiriyor. Bu bir soya aidiyet olabilir, bir şehre, bir köye ya da belli bir inanca, hatta belli bir düşünceye, ideolojiye bağlılık olabilir. Bireyle toplum arasındaki bu karşıtlık, bireyin kişilik kazanmasını engelleyen ve toplumda onun kişisel eğilimlerini bastırmasına yol açan bir nitelik kazanabilir. Aşçılık sanatından örnek verebiliriz. Türlü yemeğinde farklı sebzeler vardır, ama patates patates karakterini kaybetmemeli, fasulye fasulye karakterini kaybetmemeli, bezelye bezelye karakterini kaybetmemeli. Yemeğin ana lezzetine uyum sağlarken her biri kendi özelliğini de korumalı.
Bireyselliğin güçlenme  eğilimleri, kutuplaşma dönemlerinde, siyasetin toplumsal birliğe ihtiyacı nedeniyle zayıflar. Bizim kişisel eğilimlerimizi bastırmamız bezelye, fasulye ya da patates olmaktan çıkmamız demektir. Tek ses, tek renk, tek lezzet, tek ölçü. Oysa tinsel yaşam buna direnir, “ben varım” demek ister. O zaman aidiyet ve mensubiyet duyguları çözülüyormuş gibi görünür. Oysa uygarlıklar, yüksek farklılıkları bir arada tutabildiğinde, bunu başarılabildiğinde ancak ortaya çıkarlar. Standartlarda direnerek uygarlık yaratılamaz. Özellikler ve farklılıklar bir arada tutulabildiğinde uygarlıklar ortaya çıkar. Nitekim dünyadaki bütün uygarlıklar kozmopolit uygarlıklardır. Kurtuba’ya bakın, Granada’ya bakın, 18’inci, 19’uncu  yüzyıl İstanbul’una bakın ya da 2500 yıl önceki Atina’ya bakın, 9’uncu yüzyıldaki Bağdat’a bakın, uygarlığın olduğu bütün evreler İslam tarihi açısından en kozmopolit olduğu devrelerdir. Farklılıkların bir arada yaşanrmasına izin verildiğinde uygarlıklar ortaya çıkar. Bu da mübadeleyle, değişimle, alış-verişle olur. Bu anlamıyla ticaret bir erdemdir, çünkü hem etkilerseniz, hem etkilenirsiniz.
Bireysel hırslar olmasa toplum devinim yeteneğini yitirir. En başta belki toplumun ana gövdesi belli bir uyum ister, ortaya belli standartlar dizgesi çıkar ve fakat asıl itilim gücünü uyumlardan değil, uyumsuzluklardan alır. Farklılıkların bir arada yaşaması ve çatışması olumludur. Nasıl? Elbette bu karşıtlıkları çözme biçimine göre. Çatışmanın yanlarından bir tanesi yok edilirse belki sükunet sağlanır ama bu sefer de ilerleme olmaz. Oysa çatışma, devinimin nedenidir. Bu nedenle hırs-ihtiras denilen duygulanımlar tek başlarına olumsuz değildir. Ticari hırs, ekonomik hırs, politik hırs, vb. Bunlar olumsuz değildir, kişi olmanın, kişilik sahibi olmanın gereğidir. Çatışma, asla kaçınılması gereken bir durum değildir, aksine bir olanaktır, toplumsal itilimin gereği, hatta yasasıdır. Bireysel hırslar toplumsal standartları, sükunetleri bozarmış gibi görünür ama toplumsal ortalamayı da değiştirir. Bu yüzden de ne yazık ki toplum her zaman bu bireysel çıkışları bastırmak, ve olanaklı olduğu ölçüde yok etmek ister. Onu özünde olumsuz görür, oysa değildir. Bencillik gibi görünen bireysellik belirlenimleri son tahlilde toplumun itilimi bakımından olumludur. Farklı olanı yok eden eden toplum kendini de çözmüş olur. Bugün modern toplumlarda her ne kadar bir bütünlük, birlik, toplumsallık duygusu muhafaza ediliyorsa da toplum rasyonalize oldukça aynı zamanda atomize de oluyor, yavaş yavaş çözülüyormuş gibi görünüyor ve bu da değişimi okuyamayanlarda haklı olarak bir dehşet duygusu uyandırıyor. Oysa yaşamın rasyonel kavranışı açısından bu durum kaçınılmaz. Böyle de olacak. İnsan rasyonelleştikçe bölünür, duygusallaştıkça birleşir. Ancak şöyle bir yasa da var: insan bölündükçe ve ayrıldıkça yetkinleşir ve olgunlaşır. Anne rahminden ayrılıyoruz, anne memesinden ayrılıyoruz, anne evinden ayrılıyoruz, her defasında daha yetkinleşiyoruz. Eğer ebeveyn çocuğun ayrılmasına “bütünlük bozuluyor” diye izin vermezse, çocuğun gelişimini engeller. Ayrılık belki ruhsal olarak önceleri acı vericidir ama yine de olumlu bir şeydir. Gerileme durumlarında bu yüzden hep bir başa dönme arzusu baş gösterir. Bu bilindik bir dirençtir fakat özünde gerilemedir. Ruhsal olarak bir patolojidir. Korktuğumuzda veya üşüdüğümüzde, yaşam sevincimizi ve özgüvenimizi kaybettiğimizde ister istemez  bir cenin gibi dizlerimizi karnımıza çekeriz, ve böylelikle gerileriz. Toplum için de aynı analizi yapabiliriz sanırım. Gerilemenin sonu yıkımdır.
Son yıllarda şiddetin tırmandığını ve her alana yayıldığını gözlemliyoruz. Bunun nedenleri nedir sizce? Aşılma yolları nedir? Nasıl bir eğitim sistemi, nasıl bir kamu hizmeti öngörülebilir?
Şiddet, hakikat dairesinin darlığından kaynaklanan bir sonuç. Toplumu kavrama biçimimiz daraldıkça dışarıda bıraktıklarımız çoğalır, bu da şiddete yol açar. O bakımdan Türkiye’de de kutuplaşma meselesine değinirken söylediğim gibi şiddetin kaynağı asıl bizim yüreklerimizde, zihnimizde. Yüreğimiz daraldıkça ve orada yer alacak insan sayısı azaldıkça dışarıda bıraktıklarımız da çoğalıyor. Dışarıda bıraktıklarımız düşman, içeri aldıklarımız dost oluyor. Oysa geleneksel dünya görüşümüzce insan bu evrene sığamaz ama evren insan kalbine sığar. ‘Cenab-ı Hak evrene sığmaz, ama insan kalbine sığar’ der Hz. Mevlana. Bizim kalbimize de sadece bizim gibiler sığıyorsa kalbimiz katılaşmış, küçülmüş demektir. Dışarıda bıraktıklarımızı düşman ilan etmek de çok kolay olduğundan şiddet kaçınılmazdır. Formel eğitim tek başına bu sorunu çözmez. Şiddetin azalmasında hiç kuşkusuz eğitimin rolü çok önemli ama eğitimin ideolojisi, amaçladığı şey ne, asıl bu soruyu yanıtlamalı. Şayet eğitimin özünde insani olan her şeye, tüm farklılıklara hürmet varsa, o takdirde pekala daha eşitlikçi ve daha özgür bir dünya hayal edebiliriz, ama tam aksine eğitimin amacı daraltıcı ise ve bize benzeyenleri yüceltip benzemeyenleri aşağılıyorsa, şiddetin kaynağında bizzat eğitim vardır diyebiliriz. Eğitim çift taraflı kesen bir kılıç gibidir, eşdeyişle barışın kaynağı olan her şey aynı zamanda şiddetin de kaynağıdır. 

“DÜŞLEMEYE DEVAM EDECEĞİZ”

Türkiye’nin toplumsal analizini yaptığınızda, hangi konular sizi endişelendiriyor, hangi konular umutlandırıyor?
Umut ile temenniyi ayırıyorum. Nedenlerini bildiğimiz olgular için ümitvar olabiliriz, olumsuz nedenleri varsa “olmaz” deriz. Temenni ise uygun koşulları olmadığı halde olmasını beklemektir. 120 kiloluk birinin sabah uyandığında 60 kilo olmasını beklemesi bir temennidir ve söylemek gerekirse temenni çokluk bir zeka geriliğinin belirtisidir. Buna “hüsnükuruntu” da denir. Hüsnükuruntu, koşulları bulunmadığı halde tikel olayları hep iyiye yormaktır.
Türkiye’de barışın koşulları şu anda çok iç açıcı görünmüyor, hem iç barış, hem de dış barış açısından. Siyaset, sorunlar karşısında geniş ve evrensel bir perspektif ortaya koymayı beceremediği için, sırf ayakta kalabilmek amacıyla sayısı az olan parçalara yaslanmayı tercih ediyor. Oysa barış parçanın değil, bütünün kurtuluşu demektir. Toplumsal iyi, ortak iyi toplumun bütünü için iyi olandır. Ortak iyiye hürmet etmek gerek. Erdemli bir toplum düşü, yine erdemsiz bir toplum içerisinde erdemi amaçlayanlarca gerçekleştirilebilir, her şeye karşın bütünün iyiliğini gözetenlerce hayal edilebilir. Umut etmek ortak yararı, ortak iyiyi amaçlamakla mümkün. Ne ki ortak iyiye de çatışma olmaksızın ulaşılamaz. O yüzden çatışma da toplumsallığın doğasında var. İhtilafta pekala rahmet aranabilir. Türkiye böyle bir bütünlüğe muhakkak kavuşacak, bunu umut ediyoruz. Biliyoruz ki insan gerçeğe teslim olmayıp gerçeğe rağmen düşleyebildiği ölçüde insandır. Gerçek aleyhimize olandır. “Gerçek, gerçektir” demekle yetinmediğimizde, belki ayaklarımız biraz yerden havalanıyor gibi görünür ama bizim insan yanımızın kaçınılmaz özelliklerinden biri de işbu kanatlanabilme yanımızdır: gerçeğe kafa tutan yanımız. Parça için değil, bütün için iyi olanın, ortak iyinin en iyi olduğunu söylemektir insan olmak. Biz bu yüzden eşit ve özgür yarınlar düşlemekten vazgeçmeyeceğiz.




*Ato, Haziran 2016

2 Eki 2016

TAHAMMÜLSÜZ APTALLIKLAR




Aptallık can sıkıcıdır fakat sevimli de olabilir bazı aptallar ve aptallıklar . İşin sonunda anlatır hep beraber gülersin. Lakin bu memleketin kadim hastalığı olan tahammülsüz aptallıklar ise adamı fıtık eder tabi düşünen adamı. Onları da takan yok zaten bu aptallar ülkesinde. 

İnanın yazarken bile içim şişiyor . 

Bu ülkenin en en temel sorunu düşünmeden yaşıyor olması. Aklımızla değil duygularımızla yaşıyoruz. Sultan Abdülhamit, Atatürk, Menderes,İnönü, Nazım Hikmet, Necip Fazıl bu ülkede belli taraftar gruplarının amigosu gibidir. Üzerinde asla düşünülmez. O yüzden ne eserleri ne de şahsiyeteri üzerinde ne bir araştırma ne de bir tartışma olmuştur bugüne kadar. Sloganlara hapsolmuşlardır. 

Nasıl bir cenderenin içindeyiz Allahım . Gene geldik "Lozan hezimet mi zafer mi " dallamalığına.

Dücane Cündioğlu'nun temennisiyle bitireyim; Kuran bu kitap düşünen bir kavim içindir der yani düşünme kitaptan önce gelir. Düşünmeyi düşünen bir toplum(topluluk değil) olmak dileğiyle.

Dücane Cündioğlu'nun  1+1=1 başlıklı dersini dinlemenizi hararetle tavsiye ederim tüm düşünün akıllara...



  1. Bilmek özgürleştirir, yarım bilmek köleleştirir.
  2. Madenleri tanımıyorlar, bitkileri tanımıyorlar, hayvanları tanımıyorlar, insanı tanımıyorlar, güya Tanrı’yı tanıyorlar. Fiziksiz metafizik.