31 Eki 2013

BİLİNÇ VE SINIF BİLİNCİ (CEBİNDE KAÇ PARA VAR SENİN ?)

-Nedir bu ?
-Vizonteledir hanım.
-Ne işe yarıyor ?
-Dünyayı evimize getirecek.
-Sebep ?

Vizontele filmden bir sahnedeki diyalog.

-Önce sınıfınızı bileceksiniz ?
-Ne sınıfı ?
-Cumhuriyet İlkokulu 5.sınıf.Yani işçi misiniz,köylü müsünüz yoksa burjuva mı?
-Ee,köylüyüz tabi.
-Nah köylüsünüz !

diye devam eden Entelköy Efeköye Karşı adlı filmdeki  sahnede köylünün kendine yabancılaşması çok yalın olarak ortaya koyuluyor . Yüksel Aksu bence klasik bir film olacak olan bu filmde kendi çıtasını iyice yukarı çekiyor.

Sinema yeni çağın mürşidi. Sinemacılar bu çağın peygamberleri.(Bu tespit bana ait değildir).

Bayram akşamı bu iki film beni çok düşündürdü.

Birinci sahne saf köylü bilincinin hiç bir okumuş zihnin ulaşmayacağı berraklıktaki irfan ile yaptığı tespit ile sorduğu çok basit soru; sebep ?

İkinci sahnede ise oportünist köylü ahlakının ve zihniyetinin yarattığı yabancılaşma paradoksunun tespiti.

İkisi de köylü zihniyeti ama vardıkları ufuk bambaşka. Bir yanda yalın ve basit ihtiyaçları içinde doğa ile uyumlu bir yaşam biçimi ve bunun ürettiği saf bilinç öbür yanda kendi üretim araçlarına yabancılaşmış ve doğal olarak kendine yabancılaşmış bir köylülük ve bunun ürettiği çıkarcı ahlak.

Öyle işte düşünüp dururum be iki gündür..  

25 Eki 2013

BİR DOĞAYA DÖNÜŞ MACERAMIZ

Erikler çiçek açtı mı artık bahar gelmiş ve yaz kapıya dayanmış demekti. Uzayan günlerle havalar ısınmaya başlar ve doğa yeşil bir örtüyle kaplanırdı.Çocukluğumun geçtiği köy kelimenin tam anlamıyla yeşile bürünürdü.Biz mevsimleri ağaçlardan takip ederdik zaten. Baharda badem ve erikler çiçeklenir ve çok geçmeden dallar taze eriklerle dolardı. Benim çocukluğumda komşu bahçelerden erik aşırmak gelenek gibi bir şeydi. Sonra kirazlar olgunlaşır ardından evin önündeki dut ağacı bal damlalı dutlarla dolardı. Çok sinek yapıyor diye annem daha sonra o dut ağacını kestirmişti. Dutlar oldu mu yaz gelmiş demekti. Orak elmaları ve armutları dalları eğdiğinde en uzun yaz günlerinin sıcak öğlenleri elma ve armutları bağrında pişirirdi adeta. Çocukken bayılırdım orak elmalarına. Bu sene çok aradım ama hiç kalmamıştı.Elma değil armut bile kalmamış.

İşte o orak elmalarının dallarda olgunlaştığı günlerde komşumuz maceraperest Celal hadi gidip balık tutalım ve filmlerdeki gibi ağaç çubuklara takıp pişirip yiyelim dedi.Serde macera hevesi var tamam dedim.

Düştük yola. Yaklaşık üç km yol yürüyerek Bakacak Deresine vardık. Köyümüzün içinden dere akıyordu aslında lakin Bakacak Deresi daha büyük olduğundan içinde de daha büyük balıklar vardı. Derenin küçük bir gölet oluşturduğu bir yerine konuşlandık. Ya derede balık kalmamıştı ya da av vakti değildi. Saatler süren uğraş sonucu biraz balık tuttuk. Tuttuğumuz balıklar ikimizin karnını doyuracak kadar vardı.Şimdi ziyafet vaktiydi. Hevesle ağaç dalları toplayıp ateş yaktık. Celal bu arada küçük çakısıyla balıkları pişireceğimiz çubukları hazırlıyordu. Ateş kıvama gelmeden (acemilik işte) balıkları çubuklara taktık ve koyduk duman tüten ateşin üstüne .Balıklar dumandan karardı biraz sonra. Bu işte bir terslik var dedik yahu filmlerde balıklar böyle olmuyordu. Sonra ateşin köz haline gelmesi gerektiğini anladık. Zaten biz uğraşırken alevler sönmüş yaktığımız ateş köze dönmeye başlamıştı. Yeniden bir heves balıkları çubuklara taktık ve koyduk ateşin üstüne. Bu seferde balıklar çubuklarda durmuyor ve küllenmeye başlamış közün içine düşüp duruyorlardı,bu iş televizyondan görüldüğü kadar kolay değildi anlaşılan. Bir hayli uğraştık balıkları pişirmek için bir kaç  tanesi heba oldu bu hengamede. Neyse büyükçe birini pişirmeyi başardık tam istediğimiz gibi çıtır çıtır kızarmamıştı ama gene de film atmosferini yakalamıştık biraz. Hevesle çubuğa takılı balıktan bir lokma aldık,tanrım o da ne ? Tuzsuz ve çiğ bir balık tadı,üstelik buram buram is kokuyor. Erkekliğe bok sürmek istemediğimizden biraz yemeye çabaladık ama gitmiyor arkadaş. Sonra Celal ile bakıştık gözlerimizle o sessiz anlaşmayı imzaladık ve balıkları olduğu gibi ateşe attık.

Bizim doğaya dönüş maceramız hüsranla bitmek üzereydi ve ateşte  ağaç çubuklarıyla balık pişirme işinde öğrenmemiz gereken çok şey vardı ve filmlerde göründüğü gibi olmuyordu bu iş. Ee şimdi ne olacaktı? O kadar yol gelmiş saatlerce balık tutmakla uğraşmış ve fena halde acıkmıştık. Karpuzlar daha olmamıştı ki gidip karpuz aşıralım. Son anda aklıma bizim mısır tarlası geldi. Hemen yakınımızda mısır ektiğimiz bir tarla vardı normalde dedem görse beni dayak manyağı yapardı ama aç kalan köpek fırın duvarını delermiş. Bütün korkuma rağmen usulca tarlaya daldım ve yeterince mısır kopardıktan sonra ateşin başında bekleyen Celal'in yanına geldim. Balıkları pişirememiştik ama mısır közlemeyi iyi biliyorduk.

Topladığım mısırları bir güzel közledik biraz balık kokuyorlardı ama  kime dert, bir güzel afiyetle mideye indirdik.

Balıkla ilgili bu başarısızlığımızdan asla konuşmadık daha sonra ve kimseye anlatmadık. Bir kaç gün sonra hatalarımızdan ders çıkarmış olarak yeniden aynı yere gittik ve bu sefer balık yedik.

23 Eki 2013

ERGİNLEŞME RİTÜLLERİ(UNUTULAN GELENEK)

Erkekliğe adım atmak ile ilgili enfes bir yazı okudum burada paylaşmak istiyorum. Zihin açıcı bir yazıydı. Aşağıdaki linkten bu yazıyı okuyabilirsiniz.

http://www.derki.com/ezoterik/item/993-ucundan-accikin-ezoterik-tarihi

İLERLEMEK VE GELİŞMEK

" Elbette yol medeniyettir ama bu “yollar” değil. Eski medeniyetleri silip süpüren, ormanları, şehirleri katleden yollar medeniyet değildir. Bir zamanlar “apartman medeniyettir” denirdi. Bütün köşk ve neoklasik binaları çatır çatır yıkıp yerine berbat betonarmeleri yaptılar. Şimdi eski fotoğraflara bakıp bakıp hayıflanıyoruz, “bunu nasıl yaptık?” diye. Son kalan eski binaları restore edip ışıklandırıyoruz. Ormanları da böyle mi yapacağız? Son kalan ağaçları tamir edip ışıklandıracak mıyız?"

Mutlu Tönbekici'nin bugünkü köşe yazısından alıntı.


İlerlemek yerine gelişmek daha doğru bir kelime.İlerlemede var olandan atiye doğru bir kaçış var ama bu kaçış her zaman bizi daha iyiye ulaştırmaz. Oysa gelişmede her zaman var olandan daha iyiye daha güzele bir kanat çırpış vardır ve medeniyette budur.


Bugün ülkemizde olan ilerlemedir ama gelişme değil kanaatimce. Stereoid kullanan kadın vucutçular gibi bugünkü medeniyet; kaslarda ilerleme var ama ortada kadın kalmamış. Candice Armstrong sendromu.


İnsanlık adına ortada bir gelişme görmüyorum felaketimize doğru koşar adım ilerliyoruz.




ÇEKİRDEK AİLE TUZAĞI,KONUT VE YUVA ÖZLEMİ

Damla Çeliktaban (bu hatunun oğluyla bizim oğlan aynı yaşta gazeteden sürekli takip ederim paylaşımlarını,bu şehirde çocuk yetiştirmek zor mesele malum.çok istifade ettik) dünkü yazısında çekirdek aile konusuna değindi. Pazar günü de Haşmet abi konut ve yuva merkezli enfes bir yazı yazdı.

Peki ne yapmalı ? Bu konuyu dert eden kimseler için tabiki bu soru yoksa insanların çoğunun bastığı yerden haberi yok.

Bu mimari sistem bizi apartmanlara hatta yüksek yüksek gökdelenlere hapsediyor.Hapsediyor kelimesini metafor olarak kullanmıyorum gerçekten hapsediyor. Çocuklar için ise  tam bir tımarhane. Bu apartman çocuklarında her türlü psikolojik arıza oluşması çok muhtemel. Çocuk dediğin oyun oynar (bilgisayar oyunu değil ama) ve alana ihtiyaç duyar. Alan yok,oyun arkadaşı yok tek seçenek anaokulları.

Tarım toplumunda yani şehirleşmeden önce sahip olduğumuz hem de bedava sahip olduğumuz her şey için şimdi para ödemek zorundayız  ve bunun için de daha çok kazanmak. Bu tam bir kısırdöngü. Ağa ile marabası arasındaki fıkra gibi ,biz bu kadar boku niye yedik.

Peki ne yapmalı ? Valla en kökten çözüm şehirlerimiz ve evlerimizi yeniden tasarlamak lakin bu pek uzak bir ihtimal. O halde bireysel çözümler üretmek zorundayız.

O yüzden bu işi dert edinen arkadaşlarla ortak yaşam alanları oluşturmak tek çözüm. Yani arsası,bakkalı kasabı olan (markete asla izin verilmemeli) çocukların rahatça sokağa çıkıp oyun oynayabileceği bildiğin eski köyler gibi yaşam alanları oluşturmak.Evler tabiki büyük ve bahçeli olacak. Aileler çekirdek değil ayçiçeği olacak.Aslında tam bir salaklık seli içindeyiz,kapıldık gidiyoruz.

Evet daha öncede yazdığım gibi apartmanda oturan çocuklar bile yuva deyince kendi apartmanlarının resmini yapmıyor ev çizin denilince bacası tüten ve bahçede anne baba birlikte oynayan resimler çiziliyor ve evin içinde bir annane.

22 Eki 2013

BEDAVA PEYNİR FARE KAPANINDA OLUR

Metrobüste yanımda ayakta duran iki erkek önlerinde oturan iki hatuna nutuk atıyor,konu mutluluk ve ihtiyaçlar.

Aklımda kalan birkaç not aktarayım dedim , metrobüste felsefe dersleri tadında bir durumla ilk defa karşılaştım da. İşin garibi bu arkadaşların dana önceden birbirlerini tanımıyor olduğu izlenimini edinmem.Hatunlar pek bu konularla ilgilenen şahıslar gibi durmuyorlar idiyse de lepiska saçlı olan hatun,rimelli gözleriyle yüzünde bir gülümsemeyle dikkatle dinliyor gibiydi.

Adam elindeki tableti gösteriyor; mesela buna benim ihtiyacım var mı aslında yok ama bunu elime vermişler her yerden maillerime bakıyorum ve gerektiğinde mail atıyorum. Masaüstü bilgisayarım olsa bunu yapamazdım doğal olarak.Bu tableti bir çocuğa versen çok mutlu olur ama benim için stres kaynağı.

Yapılan bir araştırmaya göre eğitim süresi arttıkça insanların mutlu olma oranları azalıyor.Evet diye söze giriyor diğer adam çünkü bilgin arttıkça sorumluluklar ve görevler artıyor.Mesela Kanada'da adam evinini önünde 4x4 var ama işten geliyor ayakkabılarını çıkarıyor ve lastik giyiyor evet evet bildiğin o eski lastik ayakkabılar var ya.Adam ayakkabı için belli bir bütçe ayırmış o ayakkabıyı iki sene giyecek mesela eskimesin diye eve gelince lastik giyiyor. Tatil için 200 dolar bilmem ne için 300 dolar adam ayırıyor önceden planlıyor ve sıkıntı çekmiyor diye devam etti sözüne.

Öteki erkek; abi bizim daha yüz senemiz var o duruma gelmemiz için o yüzden bunları yaşayacağız abi çare yok.Bir kadın var yazar çok beğeniyorum o yazarı (ismini söylüyor ama anlamıyorum) ,kızlardan biri evet ben biliyorum diye araya giriyor. O yazar diyor ki diye devam ediyor bana avuç içi kadar mutluluk verin sahip olduğum her şeyi alın. Ama kadın bunu her şeyi görüp yaşadıktan sonra söylüyor diye de kafasını sallıyor. Bu arada kızlar kendi aralarında kikirdeşiyorlar ve kızlardan biri kalkıp yanıma dikiliyor arkadaşlarda kendi aralarında felsefe yapmaya devam ediyorlar.

Daha konuşkan ve genç olan erkek yine bir yazardan alıntı yapıyor; hayatınız eğer sürekli yükseliş eğilimdeyse bu iyi değildir,hayat dediğin iniş çıkışlar bütünüdür. Abi diye devam ediyor sözüne;imtihan oluyoruz o yüzden iniş çıkışlar olacak ki imtihan olalım.Bedava peynir sadece fare kapanında bulunur diye sözünü bitiriyor.

gelecekten not: bugünlerde facebook skandalıyla sarsılıyor dünya. whatsup da bedava ne güzel bedava konuşup mesajlaşıyoruz. kapandasın haberin yok. 


bedava peynir sadece fare kapanında bulunur ile ilgili görsel sonucu

2 Eki 2013

TÜRKLER BECEREMEZ VE TÜRK MALI DANDİKTİR

"Cheshire pisisi,lütfen bana hangi yolu izlemem gerektiğini söyler misiniz?

-Bu nereye gitmek istediğinize göre değişir dedi kedi.

-Aslında nereye gittiğim pek umurumda değil dedi Alice.

-O zaman hangi yolu izlersen izle fark etmez dedi kedi.

-Bir yere varayım yeter diye tamamladı Alice sözünü.

-Ah bundan kuşkun olmasın , kesinlikle bir yere varırsın,tabi yeteri kadar yürürsen "
                                                                                         Alice Harikalar Diyarında

" Büyük meziyetler sahibi olmanın en gerçek alameti hasedsiz olmaktır"
                                                                                      La Rochefoucould

Turkcell yerli ilk akıllı telefon olarak tanıttığı T40 modelini piyasaya sürdü bugün. Ekşi Sözlükte yorum yapan arkadaşların istisnalar hariç tamamı dalga geçti. Tıpkı stratosferden atlayan Felix ile dalga geçtikleri gibi.

Bir arkadaş şöyle tanımlamış durumu; türkler bir şey beceremez takımı iş başında.

Nuri Demirağ'ı ve yaptığı ödüllü uçakları fabrikasıyla beraber tarihten sildik, Devrim arabasını yerin dibine batırıp itin götüne soktuk, Anadol arabasını keçiler yiyor gibi mümtaz gazete başlıklarıyla madara edip sokaklardan attık,Türkiye , Atatürk diye bağırıp çağıran beyaz türk bakışı türkçeden ve türk isimlerden utanıp ingilizce türkçe bozması "saatchi,pasha" gibi aptal isimler türetip tabela yaptı,yarım akıllı sürü zihinli şehir yığınları da alkış tuttuk. Mehmet isimli ama Mehmet'in ne dininden ne örfünden ne dilinden habersiz ve bu mirastan utanç duyan Anglo-Sakson bozması şehir züppeleri yetiştirdik.

Türkcell'in T40 modelinin proje ismi Gebze. Bu isimle dalga geçiyor bu akıl; roketatar ismi gibi isim mi olur muş. Elma(apple) ve böğürtlen(blackberry) diye isim oluyor gerine gerine cebinde taşıyorsun ya. Elma diye türk markası olsa yerin dibine sokardınız cebinize de sokmazdınız sizi sakson ucubeleri. Amerikalı yapınca huşuyla perestiş ediyorsunuz. Bu kadar utanmışsınız kendinizden. Bu nasıl bir öz güven yitimidir be hey gafil.

Sevenhill diye bir marka var biliyorsunuz. Bu marka ilk çıktığında "seven" diye çıkmıştı yani ingilizce yedi. İstanbulun yedi tepesinden mülhemmiş öyle diyordu patronu.Ne kadar otantik bir bakış !? Millet bunu türkçe yazıldığı gibi seven olarak okuyup anlamış ve öyle değerlendirmiş zamanla. Sevmekten seven. Ama bu İstanbul tepelerinden ilham alan patron bundan rahatsız olmuş millet bunun ingilizce olduğunu anlamıyor madem sonuna hill (tepe) ekleriz bakalım seven diyebiliyor musunuz ahanda bu da size kapak olsun demiş . Adam türk isminden rahatsız. İçimizdeki irlandalılar. Kusmuk bunlar ya..O kadar iğreniyorum bu kafadan.

Bireysel olarak bu tür markalardan uzak duruyorum. Midemi bulandırıyorlar. O yüzden giydiğim tek kot Mavi . O yüzden Ağaoğlundan da nefret ediyorum oralarda oturan züppelerden de(ağaoğlu my city,ağaoğlu my world bu nasıl yozlaşmadır ya). Uphill,anthill,kemer country vs devam eden bu sömürgeleşmiş markalardan ve gürühtan Allah tez zamanda kurtarsın bizi.

Bir de çok sevdiğim bir cümle var yeri gelmişken aktarayım,baş örtüsü ile ilgili tartışmaların yoğunlaştığı bir dönemde bir yorumcu şöyle yazmıştı: Baş örtüsü bu toprakların bin yıllık bir gerçeği siz ise 80 yıllık yalanısınız.

Eyvallah.



 

1 Eki 2013

EN GÜZEL YALANCI ,TV VE ÇOK SATANLAR YALANI

Çocuklar tv de gördükleri hemen hemen her şeyi istiyor. Ben almıyorum tabi ki. Fakat markete gittiğimizde rafta gördükleri anda kıyamet koparıyorlar; "baba onu,baba onu"

Fransa, üç yaşından küçüklere tv seyrettirilmesini yasakladı ya( böyle yasak mı olur kim denetler falan bir yana toplumda farkındalık yaratması açısından çok yerinde bir yasa bize de lazım) üç yaş bir yana seyredilmesinin yasaklanması lazım.

Tv, seyirciye kapitalizm pazarlayan bir alete dönüştü. Trt'nin de reklam yayınlaması ayrı bir vehamet. Bilinçli olarak asla reklam kuşağı seyretmem fakat çocuklar çocuk kanalı izlerken pat reklamlar başlıyor ve saf zihinleri pek çok hareketli görüntü eşliğinde marrka ve mal bombardımanına tutuluyor.

Resmen kendi elimizle parasını ödeyerek,abone olarak ve gönüllü  kandırılmak üzere karşısına geçiyoruz.  Sürekli yalan söyleniyor ve bu yalanlarla manipüle ediliyoruz.

Bir şeyi satın almamızı istediklerinde satın alıyoruz ve ruhumuz duymuyor. Ve bizi soyuyorlar maddi manevi.

Pazar gecesi "zihin oyunları" adlı programda şöyle bir deney hazırlanıyor; sinema salonunda patlamış mısır satılıyor malum. İki kutu hazırlıyorlar,biri küçük biri büyük.Küçük kutu 3 dolar büyük kutu 7 dolardan satılıyor. Kimse büyük kutu satın almıyor. Oysa biz büyük kutu satmak istiyoruz. Sonra üçüncü bir kutu ekleniyor,orta boy. Bunun fiyatı da 6,5 dolar. Bu sefer denekler üç seçenek arasında kalıyorlar ve hemen hemen hepsi orta boy kutudan almak istiyor fakat kasadaki satıcı " arada 50 sent fark var sadece isterseniz büyük boy verelim" diyor ve herkes büyük boy satın alıyor. Burada beynin seçim paradoksuna sokulması durumu var,beyne net ve basit seçenekler sunduğunuzda beyin hemen seçimini yapıyor ve makul olan 3 dolarlık patlamış mısırı alıyor fakat araya üçüncü bir seçenek eklendiğinde onu tereddüte düşürüyorsunuz ve yönlendirmeye açık hale getiriyorsunuz.

Bu tersten de işliyor. Sadece üç çeşit (sade,çikolatalı ve vanilyalı) dondurma satan bir dükkan ile onlarca çeşit (kahveli,naneli,susamlı vs) dondurma satan bir dükkan yan yana. Normalde üç çeşit satan dükkana girsek hemen ne yiyeceğimize karar veririz fakat herkes çok çeşit satan dükkana giriyor. Çok seçenek fikri cazip geliyor ve beynin , acaba kaçırdığım bir şey var mı dürtüsü ile bildiğinden şaşma dürtüsü çarpışıyor ve maceracı taraf baskın geliyor. Fakat işin ironisi çok çeşit satan dondurmacıda da satılan dondurmalar ; sade,çikolatalı ve vanilyalı.

Aynı şey çok satan kitaplar için de geçerli. Zokayı yutuyoruz yani. Çok sattığına göre bir şey kaçırmayım dürtüsüyle hiç bir edebi değeri olmayan pek çok kitap satın alıyoruz. Beynin ödül merkezine saldırıyor bu tür pazarlamacılar ve sonuç yüzde yüz başarı.