28 Ara 2012

BİLMEDİĞİN ŞEYİN ARDINA DÜŞÜP GİTME...

Ben ortodoks hanefi koşullamasıyla yetiştirildim. 

Ehl-i sünnet vardı bir de sapık mezhepler. Pek çok uydurulmuş hadisi de koltuğuna alıp hak mezhep biziz diye genel bir koşullamayla eğitime tabi tutuldum. 

Bu ehl-i sünnet ve hak mezhep söylemi tamamen siyasal bir söylemdir malesef. Bu mezhep işi o kadar çığrından çıkmıştır ki kabir sorularından birisi de mezhebin nedir sorusu olmuştur. Caferiyim dedin mi boku yedin yani ehl-i sünnet anlayışına göre. Halil Kırbaş hocanın dediği gibi bu uydurulmuş deli mezhep gömleğini yırtana kadar göbeğim çatladı. Bu aralar bu konuda yoğun tartışmalar yaşanıyor biliyorsunuz (Allah'a şükür).Özellikle Yaşar Nuri Öztürk'ün bu ümmete büyük hayrı geçmiştir kanaatimce. En azından bir kaç kişi merak edip araştırıp kendilerine öğretilen bu dinin anlatıldığı gibi olmadığını anlamışlardır. 

Benim ilk şüpheye düşmem nur cemaati evlerinin birinde elime geçip okuduğum Yeni Ümit dergisinde (hala çıkıyor mu bir fikrim yok)İmamı Azam'ın Ebu Hureyre hadislerini kabul etmemesi üzerine yazılmış bir makaledir. Bu makalede İmam-ı Azam'ın Ebu Hureyre hadislerini almama sebeplerini uzun uzun anlatıyordu. Oysa bize öğretilen İmam-ı Azam ile Ebu Hureyre böyle değildi. Daha sonra ki süreçte zaten mutlak bir şüpheye düşüp 7 yıl süren bir din dışı hayatım oldu. Her şeyi en baştan kaynaklardan öğrenmeye koyuldum. Ama insanın şartlanmışlıktan kurtulması o kadar zor ki o kafamıza sokulmuş suçluluk duygusu yok mu? Aforoz korkusu gibi aynen. Ebu Hureyre hadisleri uydurulmuş olan dinin üzerine oturduğu temel satıhtır. O yüzden İmam-ı Azam'ın başka kaynaklardan doğrulanmadıkça Ebu Hureyre'den nakledilen hadisleri reddetmesi o ilk karşılaşmada beni şok etmişti. Benim zihnimde Ebu Hureyre adeta kutsanmış bir hadis ravisiydi. 

İmam Hatipteyken pek çok hadisi okurken bunların peygamber sözü olabileceğinden ciddi şüphe duyardım. Ama söyleyen Efendimizdi ne yapabilirdik ki. 

Daha sonra İmam-ı Azam'ın hadisleri sadece ravi yönünden değil mana yönünden de kritiğe tuttuğunu Kurana ters olan hiç bir hadisi ravi zinciri sağlam olsa bile abu etmediğini de öğrendim. 

Gittikçe mezhep dışı olmanın bize anlatıldığı gibi dinsizlik olmadığını gayet mutlulukla keşfettim. 

İnsan şartlanmışlık içindeyken anlamıyor , ne demek hak mezhep yaa. Elbette bu siyasi bir söylemdir. Kim kimin hak veya batıl olduğuna karar verebilir ki.

 Sonra öğrendik ki kazın ayağı öyle değilmiş. Bu hadislerin büyük çoğunluğu uydurmaymış. Meğer Kurandan sonra en sahih kaynak kabul edilen Buhari bizim tırnak içinde mezhep imamız hakkında zındıklık ve küfür ithamında bulunmuş , meğer İmam-ı Azam , Abbasi zindanlarında zehirlenerek katledilmiş. Bize bunlar öğretilirken tarihi detay gibi bir cümleyle geçiştirilir işin aslına hiç girilmezdi. Hakkaten Sıffinde ne olmuştu,Cemel vakasının aslı neydi ? Sonradan öğreniyoruzki o dönemlerde korkunç siyasal baskılar,iktidar savaşları,suikastler,ihanetler gırla. Meğer bize kutsal ve yanılmaz günahsız mübarek insan ve melek üstü varlıklar olarak gösterilen bu insanlar senin benim gibi insani zaafları olan fanilermiş. Cemel Vakası sonradan yakıştırılan gibi bir içtihat meselesi değil düpedüz iktidar savaşıymış.

 BUgün şunu anlıyorumki , islam dini ve bilimsel akıl uydurulmuş din üzerinden tahakküm kurmak isteyen siyasi iktidarlar tarafından esir alınmış ve adeta yok edilmiştir. Özellikle 9.asırdan sonra yayılmaya başlayan sufi anlayış bilimsel aklı tümüyle kuşatmıştır. Velayet marifetin önüne geçmiş uydurulan keramet hikayeleri ile şeyh efendiler uçurulmuş bir sürü ahmakta bunların peşinden gezip durmuştur.

 Akılsız din olur mu yahu?! 

 Bugünkü en büyük sıkıntımız bu sorgulanamaz kerameti kendinden menkul insanların etrafında oluşmuş iktidar odakları ve bu odakların din ve hayat üzerinde kurdukları katı tahakkümdür. Derdi olan her insan ve müslümanın ilk yapacağı iş kendini şartlanmışlıklardan kurtarmak ve biraz gayret göstererek kitabını okuma ve anlama cehdine soyunmaktır. Özellikle Hanefi olduğunu sanan arkadaşlar mezhep imamınızın bir hayatını ve mücadeeini ouyun ve öğrenin. Bu adam niye zindanda ömüş ? Derdi neymiş i acaba? Doğruyu öğrenme için önce öğretimiş yanışardan kurtuun mera etmeyin dinden çımazın hoş bu uydurumuş dinden çımanın da bir zararı yo. "Bilmediğin şeyin ardına düşme; doğrusu kulak, göz ve kalp, bunların hepsi o şeyden sorumlu olur."(İsra, 17/36)

24 Ara 2012

MAYALAR VE ÇAĞIN ALAMETLERİNE BAKIŞ

Bu yazı cuma günü yazıLacaKtı ama FarKettiğiniz gibi KLavyemin bazı KaraKterLeri yazmamaSı nedeni iLe yazıLamadı ve halen yazıLamıyor. Modern batı zihniyeti zamanı doğrusal oLaraK algıLadığından meKanı aLgıLama konuSunda arızaLıdır.Kadim medeniyetLerin hepSinde zaman döngüSeLdir.

 Hint KozmoLojiSine göre de son çağdayız yani KaLi-Yugadayız. DEmir çağının Sonu. Benim bahSedeceğim Kitap burada daha önce bahSi geçmiş oLan "NiceLiğin EgemenLiği ve Çağın ALametLeri" . Yazar bu eSerde modern batı biLimini,zihniyetini çoK ciddi bir eleştriye tabi tutar. Modern Batının evren aLgıSının köKten çarpıK oLduğunu açıK oLaraK ortaya Koyar. Batının iLerLeme Sandığı şeyin tam bir dibe vuruş oLduğunu çevrimin sonuna yaKLaşıLırKEn her şeyin hızlanacağının da altını çizer yazar. Bu çağın en bariz vasfı olarak ta bütün kavramların anlamlarının tersine dönmesi olduğunu niceliğin egemenliği denen olgunun tam da bu olduğunu belirtir yazar. Para konusuna ayrı bir bahis açan yazarımız , paranın dejenere olarak en sonunda maddi olarak ta ortadan kalkacağını belirtir ki bu kaçınılmaz olarak niceliğin egemenliğinin sonucudur. Niceliğin egemenliği varoluşsal olarak zorunludur yazara göre. 

Çevrimin yasaları gereği altın çağ olarak başlayan manvantaranın sonu niceliğin egemenliğidir. 

Yazar burada gelecekte beklenen altın çağ fikrini yanlışlar ve altın çağın geçmişte olduğunu belirtir. Evet gelecekte bir altın çağ olacaktır fakat bu altın çağ diğer çevrime ait olup o çevrimin başlangıcıdır. 

Burada bahsedilen bir çağın sonu ifadesi sadece bir dönemin değil tam bir çevrimin yani MANVANTARA'nın sonudur. Bu sadece manevi değil maddi değişikliklere de yol açacak bir değişimdir. 

 Mayalar ne kastetti "uzun hesap" denen bu 21 Aralık 2012 de bittiği SöyLenen takvimle bilemem ama döngüSeL zamanlarda yaşadığımız bir gerçeK. Bugüne Kadar okuduğum kitapLardan Kendimce çıKardığım Sonuç şudur dünyanın Sonu iLe iLgiLİ(bizim Sonumuz deSEm daha doğru bir iFade oLur), Ye'cüc Me'cüc (gog magog) deniLen uzayLı tür tarafından dünyamız işgaLe uğrayacaK. Eğer bu işgaLi püsKürtebilirSEK elbiriği iLe diğer çevrimi görebiliriz. YoKSa bu arKAdaşLar KÖKümüzü azıyabiLirLer haberiniz olSun . TeKniK arıza nedeni iLe bu yazıyı burada bitiriyorum meraK eden arKAdaşar Kitabı oKuSunlar..

20 Ara 2012

GÜLER MİSİN AĞLAR MISIN ?

Bazı gelişmeler oldu hafta içinde. Yarın yazmayı düşündüğüm "çağın alametleri" yazımda ayrıntılı olarak bahsedeceğim bir tersine dönüşen kavramlar meselesine önden bir giriş yapayım. Dün biliyorsunuz Anayasa Mahkemesi yüce divan sıfatıyla yargıladığı sabık Yargıtay 6.Hukuk Dairesi başkanı ve ona rüşvet veren (veren diyorum çünkü verildiği kesin) 15 sanığa BERAAT kararı verdi. Beraat kararının da gerekçesi delillerin hukuka uygun elde edilmemesi. Mahkeme şöyle dedi:" Evet suçun işlendiği eldeki delillere göre sabit ama bu deliller hukuka uygun elde edilmediği için ben bunları delil saymıyorum. " 

 Şike var ama sahaya yansımadı denmişti Türkiye Futbol Federasyonu Tahkim Kurulu tarafından hatırlarsınız. Aynı terane Mahkemenin kararında da tekrarlanıyor. Şike var sahaya da yansımış fakat şike yapanların şike yaptığına dair delilleri saymıyoruz. Sanık avukatları ve akılları tersine dönmüş hukukçu zevat ta "emsal karar" diyerek bu bir hukuk zaferidir,milattır diğer davalara da emsal teşkil etsin diyorlar. Allahtan yevm-i kıyamette böyle saçmalıklar olmayacak ta herkes müstahakını bulacak. Bu akl-ı evvel hukukçular orada da itiraz ederler "dinlemeler ve görüntüler mahkeme izni olmadan alındı, hukuk dışı alınan bu görüntülere dayanarak bizi cehenneme atamazsınız ". Şükür zebaniler hukuk tedris etmediklerinden rüşvet aldığı ve verdiği sabit olan fakat "hukuksuz delil " saçmalığıyla beraat ettirilen bu sanıklara gereken muameleyi yapacaklardır. Peygamberin uyarısı gayet açık ve net " rüşvet alan da veren de ateştedir ". Sayın Yalçıntaş sen bilirsin bu hadisi. Dün sırıtıyordun bakalım yarında sırıtacan mı öyle pişmiş kelle gibi. Cezanız öbür tarafa kaldı farkında değilsin sanırım. Bu "hukuksuz delil" saçmalığı tüm dünyayı saran bir aptallığa dönüştü. Bunu bir hukukçu olarak yazıyorum. Bu Guenon'un tersine maneviyat dediği çarpılmanın en tipik örneklerindendir. Modern dünya çevrimin sonuna doğru hızla yaklaşırken sahip olduğu tüm değerleri hızla yozlaştırıyor , çarpıtıyor ve Marx'ın veciz tanımıyla her şeyi kendine yabancılaştırıyor. Aslolan adalettir. Vicdan bunu abu etmez. Benim vicadanım abu etmiyor. Sizini ediyor mu? Bir de S&P Yunanistan'ın redi notunu 6 baama yuarıya çeti. Buna adece güüyorum. Notumuzu yüetmiyor diye bağırıyor bizim eonomi ile igienen devetüer ya bu kuruuş için şaşıyorum. Yunanistan'a bu notu veren bana AAA vere ne CCC vere ne. Sitiğimin Pezeveneri..

14 Ara 2012

FIGHT CLUB YA DA RUH FIŞKIRMASI

"-Raymond Hasel ne olmak istiyordun. -Veteriner olmak istiyordum. -Ehliyetini alıyorum. Evini de biliyorum. Eğer 6 hafta içinde sınavlara girmezsen gelip seni öldüreceğim.Haydi şimdi git. Tyler konuşur; yarın Raymond Hasel'in en güzel günü olacak ve hepimizden daha lezzetli bir kahvaltı yapacak." Bu sahne ile birlikte yağmurlu gecede ters yola arabayla girip Tyler'in Edward Norton'a sürekli ölmeden önce ne yapmak isterdin sorusunu sorup arabayı sürmeye devam ettiği ve sonunda şarampole yuvarlandıkları sahneyi kafamın içinde döndürüyorum. Bu filmi geçen salı akşamı tek başıma oturup seyrederken evvelki seyretmelerimde görmediğim pek çok ayrıntıyı şaşırarak gördüğümü farkettim. Tyler bize hayatımızın temel sorularını soruyor. Cevabımız nedir ? Tyler bizlere,tüketim toplumunun cendereye aldığı ruhlarımızın kurtulmak için bir yol bulabileceğini , fışkırmaya tutkulu ruhlarımızın en akla gelmedik bir yöntemle bir dövüş kulübünün kanlı zeminine düşen darbelenmiş bedenlerden özgürlüğü tadabileceğini veciz bir şekilde anlatır. Tyler kendini gerçekleştirememiş biz fanilerin bilinçaltı çığlığıdır. Hepimizin içinde dışarı çıkmak isteyen bir Tyler Durden vardır. Kavga ederek özgürleşme fikri bence çok yaratıcı. Hiç kavga etmemiş biri olarak,kavganın insanı ne kadar güçlendirebileceğinin kokusunu alabiliyorum. Tam bir özgürleşme eylemi. Bunu yapabilen insan hayatta kendini ifade sorunu asla çekmez ve muhteşem bir güven duygusu kazanır. Tyler ,insanları dövüştürerek onları korkularından kurtarıyor. Bir çilehane misali kapitalizmin dejenere ettiği ruhumuzu arındırıyor. Dövüş kulubünde kavga ettiğimiz karşımızdaki partner değildir aslında. Meydana çıkıp kendi zavallılığımıza meydan okuruz. Alt ettiğimiz kendi güçsüz sahte benimizdir. Kavga sonunda kendimizle tanışırız. Film de kanlar içindeki yüzlerde gördüğümüz huzur ve tebessüm bu duygudan beslenir. Kişi artık kendisiyle tanışmıştır kendi öz benliğiyle. Artık korkusuzdur. Çünkü sistem korkularımızla esir almıştır bizi. Meditasyonun zirvesidir dövüş kulubü. Attığımız ilk yumrukla korkularımızdan arınır yediğimiz ilk yumrukla da bütün utançlarımız uçup gider. Bir nevi mürşittir,gurudur Tyler. Tyler'in Edward Norton'un evini havaya uçurması sembolik olarak sahte benliğimizden ve dış dünyanın ezici baskısından ve doğrudan kapitalizmin köleliğinden özgürleşme anıdır. O andan itibaren yol değişmiştir. Artık hakikatle muhatap olmuştur kahramanımız. Vahiy almış nebi gibi hakikatle temas etmiştir. "önce teslim olmalısın. her şeyden önce korkmayı bırakıp, bir gün öleceğini kabullenmelisin. sadece her şeyi kaybettikten sonra özgür kalabiliriz" Tyler'in Norton'un elini yakarken söylediği bu ibareyi düşünün derim. Ben düşünüyorum. Ve son söz " hayatını değiştirmek istedin. bunu kendin yapamıyordun. olmak istediğin her şey oldum. yani ben. görünmek istediğin gibi görünüyor, istediğin gibi sevişiyorum ve asıl önemlisi senin olmadığın kadar özgürüm." Bu konu daha çok su götürür..Belki devam ederim..

11 Ara 2012

EĞİTİM SORUNU GÜNEYDOĞU SORUNUNDAN ÖNEMLİ

Alev Alatlı'nın Akşam gazetesinde yayınlanan röportajını okumuşsunuzdur. Ben buraya kendi arşivime almak için röportajı ekliyorum. Dileyen tekrar okuyabilir. Bu eğitim işi hakikaten mühim. Öncelikle müfredat temelli eğitim anlayışından kurtulunması gerekiyor. Benim fikrim öğrenci temelli eğitim anlayışı. Bugünkü sistem dayatmacı ezberci ve işlevsiz. Harcanan para ve emek karşılığında elde edilen ürün çok verimsiz. Bay Neill'in özlü şekilde ifade ettiği gibi bugünkü eğitim sistemi tam bir zaman, para ve emek israfı. Bunu nasıl anlatabiliriz dershane önlerinde biriken yığın yığın ebeveynlere ? Üniversiteye gitmek saplantıya dönüşmüş halde. Binlerce genç asla mezun oldukları alanlarda çalışamayacakları bölümleri okuyorlar.Bizim toplumda askerlik mevzusu da önemli etkenlerdendir üniversite için. Biz büyükler ne kadar zalim ve cahiliz ki çocuklarımızın hayatlarını resmen heba ediyoruz. Allah akıl fikir versin cümlemize.. Eğitim meselesi Güneydoğu'dan çok daha önemli Yeni YÖK Kanunu Taslağı'nda eğitim-istihdam uyuşmazlığı, hayat boyu eğitim, diplomalı işsizlik gibi reel sorun ve çözümlere odaklanılmadığını belirten Alev Alatlı diplomalı işsizler ordusu tehlikesine dikkat çekiyor. 'Bu durumda 2023 hedeflerini unutmamız gerekecek' diyen Alatlı, eğitim meselesinin Güneydoğu sorunundan daha önemli olduğu görüşünde SATIR ARASI... Bu ülkedeki hemen herkesin hayatını etkileyecek olan Yükseköğretim Kanunu Taslağı son birkaç aydır eğitim camiasında farklı boyutlarıyla tartışılıyor. Aralık ayı içinde yasalaşması beklenen tasarıyla ilgili söyleyecek sözü olanlardan biri de Alev Alatlı. Kendisini yazar kimliğiyle kodlayan okurlar için Alev Alatlı'nın senelerce ders vermiş bir akademisyen ve Kapadokya Meslek Yüksek Okulu'nda Mütevelli Heyet Başkanı olduğunu hatırlatalım. YÖK Yasa Taslağı konusunda Türkiye'nin önde gelen eğitimcileriyle beraber hareket ettiğini belirten Alatlı, Türkiye'nin 2023 hedeflerini tutturması için mevcut tasarıda köklü değişiklikler yapılması gerektiğini vurguluyor. Şenay YILDIZ / senay.yildiz@aksam.com.tr Alev Alatlı çok tartışılan Yükseköğretim Kanunu Taslağı'nı ve Türkiye'nin eğitime ilgili sorunlarını AKŞAM'a yorumladı: - Şu anda hazırlığı yapılan Yükseköğretim Kanunu Taslağı'nda sizi rahatsız eden şey nedir? İçinde ne var veya olması gereken ne yok? Türkiye'nin 2023 hedeflerine göre milli gelirin 2 trilyon dolara yükselmesi, nüfusun 82 milyon civarında olması, ortaöğretim okullaşma oranının da yüzde 100'e çıkarılmış olmasını bekliyoruz. Bu hedefler hükümet ve Başbakan tarafından dile getirilen, hakikaten sevindirici hedefler ve gerçekdışı değil. Fakat genç nüfusun böyle bir büyümeyi kaldıracak donanımda olduğu varsayımı üzerine kurulu bir hedefler bütünü. Peki, genç nüfus 21. yüzyılı göğüslemeye hazır mı? Hayır, değil. BİRİNCİ LİGDE REKABET - Neden mevcut genç nüfus 2023 hedeflerine ulaşmada yeterli olmaz diye endişeleniyorsunuz? Türkiye'de istihdam edilebilir genç nüfusun eğitim kalitesi birinci ligde rekabet edemeyecek kadar düşük. Kalkınma hedeflerini tutturacaksak, örneğin, ihracatın yüzde 30'unun ileri teknoloji ürünü olması lazımken, bizim ihracat kalemlerimizin sadece yüzde 3'ü ileri teknoloji ürünleri. Yüzde 30'ları bulmak için nitelikli işgücüne sahip olmamız lazım. O da bizde yok. Yeni yasanın hazırlandığı bu noktada, eksiklikleri derleyip toplayacak radikal bir düzenlemeye gidilmesi ve sanayi, ticaret ve hizmet sektörünün istihdam edebileceği nitelikte işgücü oluşturacak önlemlerin alınması lazım. Eğer bunu yapamazsak, 2023 hedeflerini unutmamız gerekecek. AB'nin 2000 Lizbon süreci ile başlayan orta ve uzun vadeli planları var: Büyüme için gerekli olan becerileri listeliyor ve bu listeye göre de eğitimler planlanıyorlar. Sürdürülebilir büyüme camcı gerektiriyorsa camcı, elektronik mühendisi gerektiriyorsa elektronik mühendisi yetiştiriyorlar. - Biz bunları pek yapmıyoruz galiba, değil mi? Aslında yapmıyor da değiliz. Sorunlar, 2006'da yayınlanan Dokuzuncu Kalkınma Planı'nda var. Ayrıca, 2010'da yürürlüğe giren İstihdam ve Mesleki Eğitim İlişkisinin Güçlendirilmesi Eylem Planı da bu sorunları çözmek için var. Gelin görün ki, Eylem Planı'nın öngördüğü düzenlemeler eğitim sistemimize bir türlü yansıtılmıyor. Yağ var, un var şeker var, nedense bir türlü helva yapamıyoruz. Böyle olunca, diplomalı işsizlik yakamızı bırakmıyor. Ya diplomalı arzı fazla ya da aldığı eğitimin kalitesi yetersiz. Arz ile talebi birleştiremiyoruz, çünkü eğitim-istihdam planlaması yok. Diyoruz ki 'Bizim nüfusumuz genç, avantajımız var.' Peki neye göre avantajımız var? Evet, Avrupa yaşlanıyor. Öyleyse ne lazım? Diyelim ki, akıllı gökdelenin 99'uncu katında feşmekan cins camda çalışacak usta lazım. Peki, yetiştiriyor muyuz o nitelikte camcıyı? Uluslararası rekabette genç nüfusu ön plana çıkartabilmek için beceride avantaj sağlamak lazım, genç olmak yetmiyor. Fakat bırakın sağlamayı, sağlamak için bütünlüklü bir gayret içinde de değiliz. GENÇ NÜFUS DERT OLABİLİR - Bu anlattığınızdan anlıyorum ki, gereken rekabetçi altyapıyı sağlamadan insanlara '3 çocuk yapın' demenin çok da bir anlamı yok... Yok, tabii. Tersine, eğitemezseniz dert olur. Genç nüfustan beklenen çalışıp yaşlıya bakmasıdır. Tersi söz konusu olamaz. Öyleyse, gidenin yerini çok daha donanımlı birilerinin alması lazım. Bizde henüz işgücünün donanımını yükseltecek, rekabet edilebilirliğini artıracak hayat boyu öğrenme mekanizmaları da yok. Mesela Türkiye'de 700 tane meslek yüksekokulu (MYO) var. Fakat bu kapasite kullanılamıyor. Çünkü MYO'ların itibarı yok. 'Yeni üniversite açalım, eğitim seviyesini yükseltelim, işsizlik ortadan kalksın'la da olmuyor, çünkü makro bir plan ve strateji eksik. Gelecek 30 yılı belirleyecek - Alev Alatlı için bu mesele neden bu kadar önemli? Türkiye 21'inci yüzyıldaki konumunu tayin edecek son elini oynadığını, bu yasanın önümüzdeki 30-40 senenin gidişatını belirleyeceğini düşünüyorum. Bu tasarı onarılmadan, meslek yüksek okullarına dair sarih hükümlerle takviye edilmeden, Lizbon, Bologna, AB 2020 Stratejisi'yle uyum sağlamadan yasalaşırsa şayet, sürdürülebilir kalkınmanın temelini oluşturan nitelikli rekabetçi işgücü hedefini bulamayacaktır. Bu durumda 2023 beklentileri hikayeden ibaret kalır. Türkiye son 10-15 yılda büyük bir ivme kazandı ama eğer yükselişin sürmesi isteniyorsa, mutlaka nitelikli rekabetçi işgücü yaratmamız lazım. Türkiye'nin eğitim sorunu Güneydoğu sorunundan da önemli bir sorundur. - Neden? Eğer eğitim sorunu çözülemezse, Güneydoğu sorunu çözülse dahi Türkiye hedeflerinin gerisine düşecektir de ondan. Güneydoğu sorununun çözülebilmesi için dahi eğitim sorunun çözülmesi gerekir. - 12 Eylül ürünü YÖK kalkmalı diye tartışılır hep. Şimdi yeni bir düzenleme yapılıyor ama kalkmasını tartışmıyoruz. Siz ne düşünüyorsunuz? Hayır, YÖK korunmak zorunda. Yüksek öğretim koordinasyon, güncelleme, izleme ister ve bütün bunları yapacak bir kurul gerekir ve dünyanın her yerinde YÖK'ün muadilleri vardır. Konuşulacak şey kalkması değil; kompozisyonunun değişmesidir. KEVGİR GİBİ EĞİTİM - Yeni yasayla oluşturulacak olan üniversite konseylerine Bakanlar Kurulu'nun 2 üye tayin edecek olması üniversitelerde siyasallaşma tartışmalarını yeniden tetikledi. Siz böyle bir endişe taşıyor musunuz? Gençlerinizi layıkıyla eğitemedikten, onlara uluslararası arenada rekabet edebilecek donanımı sağlayamadıktan sonra siyasallaşsalar ne olur, siyasallaşmasalar ne olur! Bırakın, Allah aşkınıza, ülkede eğitim sistemi kevgir gibi, her yanında sular akıyor. Kapadokya Meslek Yüksek Okulu'nun Mütevelli Heyet Başkanı'yım, biliyorsunuz. Bize ½ ile ½'yi 2/4 diye toplayan çocuklar geliyor. Ev yanıyor. İtfaiyenin borusu mavi mi mor mu, onu düşünecek zamanda değiliz. Diplomalı mesleksiz ordu büyük risk - Yükseköğretim Kanunu Taslağı'na tüm bunları nasıl bağlayacağız? Bu neyin mücadelesi? Bu Türkiye'de kangren olmuş yükseköğretim sorununun stratejik bir mesele olduğunu anlatmak, kamuoyunda ve ilgililerde farkındalık yaratmak mücadelesidir. Bu haliyle yeni yasa tasarısında Türkiye'deki yükseköğretim sistemi bir bütün olarak ele alınmıyor. Ayrıca tasarıda eğitim-istihdam uyuşmazlığı, hayat boyu eğitim, diplomalı işsizlik gibi reel sorunlara ve çözümlerine odaklanılmıyor. Sadece mevcut sistemin işleyişinde iyileştirme yeterli görülüyor gibi bir durum var. Oysa bu kanun Türkiye'nin önümüzdeki 30 yılını etkileyecek. Dolayısıyla lojistiğinde neredeyse hatasız olması lazım. İkincisi, YÖK kanunu YÖK tarafından hazırlanmamalı. KOMİSYON HAZIRLAMALI - Neden? Kim hazırlamalı YÖK kanunu? İçİnde sanayicilerin ve ekonominin amiral sektörlerinin temsilcilerinin yanı sıra, Milli Eğitim Bakanlığı, Çalışma Bakanlığı, Sanayi-Teknoloji Bakanlığı, Ekonomi Bakanlığı'ndan ekiplerin olduğu bir komisyon, kurul ne derseniz oluşturulmalı ve onlar yapmalı. Hiçbir kurum kendisini düzeltecek yasayı kendisi yapamaz, realite budur. İlişkiler, maddi manevi yatırımlar, çıkarlar, dostluklar iç içe geçmiştir. Olmaz. YÖK Başkanı Gökhan Çetinsaya taraflar, paydaşlar arasında mekik dokuyor, olabildiğince ortak bir zeminde buluşmaya çalışıyor ama tek kişinin işi değil. Herkesin bir masa etrafında beraber oturup, işi bitirmesi lazım. KADÜK ÇIKABİLİR - YÖK dayatıyor diye bir algı mı var eğitim camiasında? Henüz değil, çünkü yasa tasarı aşamasında. Ancak, 'Eğer hep birlikte çalışamazsak, başta Milli Eğitim Bakanlığı, diğer icracı bakanlıklar, teknik ve mesleki eğitimleri veren kuruluşlar sürece dahil olmazlarsa, bu yasa kadük çıkacak' algısı var. Bir sanayici mesela neye ihtiyacı olduğunu elbette bilir ama ihtiyacının okul müfredatına nasıl dönüştürüleceğini bilemez. Bu mekanizma mutlaka ama mutlaka kurulmak zorundadır. Aksi takdirde, Türkiye'yi diplomalı mesleksizler ordusu bekliyor. Üniversiteli tostçu dönemi - İşsizliği gidermek için bu kadar üniversite yerine meslek yüksekokulları açılsın mı diyorsunuz? Nitelikli ara eleman yetiştirmemiz şart, bunu da MYO'lar yapar diyorum. Ancak, MYO nedir, üniversite nedir? Bu kurumları doğru tanımlamak ve aralarındaki ilişkiyi doğru kurmak lazım. Bugün Türkiye'de 187 üniversite oldu. Bu okullardan mezun olacak çocukların istihdam edilecekleri alanlar belirlenmiş olmadığı gibi, çağdaş becerilerle donatılmış olduklarını da söyleyemiyoruz. Dolayısıyla bu kadar çok üniversite açmak, eğitim-istihdam birlikteliği getirmiyor. Meseleyi çözmüyor, sadece öteliyor. Örneğin, bir düzineden fazla üniversitede uluslararası ilişkiler bölümü var. İstihdam imkanları fevkalade sınırlı. Ne yapacak bu çocuklar? Bu böyle giderse, tost yapan büfelerde üniversite mezunlarının ekmek kızarttığı günleri göreceğiz! Ekmek kızartmak elbette ayıp değil ama ekmek kızartmak için mesela Divan Edebiyatı bilmeniz gerekmiyor. Psikolojik tahribatı ve sosyal patlamayı tasavvur edebiliyor musunuz? Kaldı ki, birim maliyeti diye de bir şey var. Siz kalkıp, tornavida kullanım becerisinin yeterli olduğu işte mühendis kullanıyorsanız, Türkiye'nin kısıtlı kaynaklarını ziyan ediyorsunuz demektir. Şunu da söyleyeyim: Bu konularda derinden kaygılanan tek ben değilim. Yükseköğretimin yeniden yapılanmasına, anlatageldiğim çarpıklıkların düzeltilmesi çalışmalarına yıllarını vermiş duayenler var. Herkes işin bir ucundan tutmuş, stratejik nitelikli bu yasanın çağdaş ihtiyaçları karşılayacak şekilde yapılandırılmasına çalışıyor.

30 Kas 2012

İNŞALLAH BİR AY SONRA ÖLÜRSÜN

Dün kü dua ilgili yazı bana bugün yazacağım anıyı hatırlattı lakin kavuşturup yazamamıştım dün . Bugün bu anımı paylaşıyorum. Duanın gücünü anlayın diyerek.. Üç sene önce yaz aylarında Ümraniye'den hacze çıkmak için Ümraniye adliyesine gitmiştim. Neyse vakit geldi ATGV aracına bindik dosyalar sıralanıyor. Bir süre sonra icra memuru da geldi ve arabaya bindi. Klasik arkaya dönüp araçtaki avukatlara baktı ve bugün de müşterimiz çokmuş gibi bir laf ettikten sonra önümde oturan genç avukat hanıma dönüp sen de mi bizimle geliyon dedi gülümseyerek. Sonra hepimize dönerek "bu hanım kıza dikkat edin ha bunun duası kabul oluyor. Geçen bu kızımızla dağın başında bir yere hacze gitmiştik borçlunun adamları bize saldırdı,şöförümüzü falan dövdüler az daha öldüreceklerdi bizi. Dağın başı ne polis ne jandarma var" Bu arada genç avukat lafa girerek " kendimi arabaya zor attım içerden kapıları kilitledim. Adamlar arabayı devirmeye çalıştılar,arabayı salladılar falan çok korktum. Can havliyle ben de borçluya bağırdım içerden, inşallah bir ay sonra ölürsün " dedi. İcra memuru tekrar lafa girerek "adam bir ay sonra öldü yav" dedi şaşkın bir gülümsemeyle. O an o genç hanım meslektaşımız eğer başka herhangi bir şey de dilemiş olsaydı ya da o adamın hemen canın çıkmasını isteseydi o an o da olurdu. Çünkü Allah ile kalbi arasında o an hiç bir mesafe kalmamıştı.

29 Kas 2012

DUA,TOPLU DUA YA DA MEDİTASYON NE DERSEN ARTIK..

Bu yazıyı geçen hafta yazacaktım ama kısmet olmadı yoğunluktan. Fethullah Hoca,Gazze'ye son İsrail saldırısından sonra gazetelere ve haber bültenlerine düşen çağrısı ile Gazze için dua edilmesini önermişti. O zaman bu dua meselesi ile ilgili bir şeyler yazmak ihtiyacı hissetmiştim. David Lynch (geçen seneydi galiba yaşlılıktan yılları karıştırıyorum artık) memleketimize gelmişti dünya çapında toplu dua ve meditasyon organizasyonları çerçevesinde. Aslında ilk o zaman bu dua işine ilgi göstermeye başladım denebilir. Lynch,o dönem gazetelerimizden birine verdiği röportajda "dua ve meditasyon ile dünyanın daha iyi bir yer haline dönüşebileceğini ve bu çerçevede dünya çapında dua ve meditasyon grupları kurmayı hedeflediklerini " belirten mealde açıklamalar yapmıştı. Fethullah Hocanın geçen hafta yaptığı dua çağrısı bana bunları da hatırlattı. Dua ile dünyayı değiştirmek. Neden dua ? İsrail'in tepesine yumruğumuzu indirsek olmaz mı denebilir mesela. O da bir çözüm ama hakikati bize anlatmaya yetmez. Ameneresulü diye bilinen Bakara süresinin son iki ayeti tam bir dua ayetidir ve sonunda şöyle deriz " bizi bağışla,bizi affet,bize merhamet et,Allah'ım sen bizim mevlamızsın (mevla kelimesinin anlamına bakın daha iyi anlarsınız bu ayeti) bize kafirlere karşı yardım et". Allah inanlar olarak her dem kendisine dua etmemizi buyurmaktadır ve bu bir emirdir aslında. Müminin en büyük silahı duasıdır.Silahı ve kalkanı. Uzatmadan, bu duyarlılıkla bu konuya baktığımızda Fethullah Hocanın yapmış olduğu toplu dua çağrısının anlamını daha iyi anlayacağımızı düşünüyorum. Bu düşmanın silahıyla silahlanmak emrini gözardı etmek demek değildir. Peygamber kılıcını kuşanmadan önce rabbine ettiği dua zırhını kuşanırdı. Furkan 77 de açıkça beyan edildiği gibi "duamız olmasa allah bize niye değer versin ki". Bu ayetin evvel ayetlerin bağlamında ve mana bütünlüğü içinde okunması gerektiğini de hatırlatırım. Dua dünyayı değiştirebilir mi? Tarihi hatırlamıyorum 90'lı yılların ortası olabilir. ABD başkenti Washington'da o sene toplanan yaklaşık beş bin kişilik meditasyon grubu bir proje gerçekleştirmek ister. Projenin amacı şudur; yapılacak toplu dua seansı ile Washington'daki suç oranını yarıya düşürmektir. Washington emniyet müdürü ,böyle bir şeyin olabilmesi için 1 metre kar yağması gerekir der ve bu işe pek inanmaz. Neyse arkadaşlar proje gereği toplanıp dualarını ederler.Sonuç; hedeflenen oranda o yaz suç oranı Washington'da yarı yarıya düşer. Mümin 60 da yüce Allah; bana dua edin duanızı kabul edeyim buyurur. Her dua baştan kabul edilmiştir. O sebepten derimki dua hem dünyayı hem bizi değiştirir çünkü dua edilen tüm bunların sahibi ve çekip çevirenidir. Yaratıcının iradeye bağlı kıldığı her şey irade edilmekle gerçekleşir bu en kesin şeylerden biridir. Bir dua bütün evreni dönüştürebilecek güçtedir.Bunu idrak edebildiğimiz kanaatinde değilim tam olarak. Dua ettiğimiz varlığın mahiyeti ve gücü hakkında en ufak bir fikrimiz olmadığını düşünüyorum an itibari ile. Şunu anlayabiliyor muyuz , kabul edilmiş bir duadan daha güçlü hiçbir şey yoktur zira artık o dua kuldan çıkıp Yüceler Yücesi Yaratıcının kudret eli haline gelmiştir ve O ol der ve olur. Bu kadar basit...Kapiş...

19 Kas 2012

HER CENAZE KENDİ ÖLÜMÜMÜZÜN PROVASIDIR BİLİYOR MUSUN SEN DE BEN DE ÖLECEĞİZ

Hafta sonu eniştem vefat etti. Cenazenin başında beklerken eniştemle geçen günler film şeridi gibi gözümün önünden geçti(laf olsun diye söylemedim hakkaten öyle oldu). Helalleşemedik en çokta ona üzüldüm çünkü ben de hakkı ve emeği çoktur. Hukuk fakültesini kazanıp İstanbul'a geldiğimde teyzemlerin Rami'deki iki göz odadan ibaret dairesine gelip yerleşmiştim. Hayatımın en güzel birkaç yılı orada geçti. Yazıyla nasıl anlatılır ki sabahlara kadar dostlarla yapılan sohbetin tadı , çayın demi, gülüşlerin sıcaklığı. Yemek yapmayı,gömleğimi ütülemeyi,çorabımı yıkamayı o evde öğrendim. İlk defa büyük bir şehre hatta şehre gelmiştim. 18 yıl köyde büyümüş biri olarak İstanbul'un dağdağasına alışma zamanlarım hep o evde geçti. İlk paramı ordayken kazandım. Şehirli adabını teyzemin alman dadı usulü tatlı sert ikazlarıyla biraz olsun o evde gelen gidenlerle yaşadığım münasebetlerle öğrendim. Kuantum fiziğini ve kuantumun ne olduğunu ilk kez o evde eniştemle tartışmıştım. O evde eniştemle birlikte ne sohbetler edildi,ne parti toplantıları yapıldı,ne yemekler yendi. Efkarlıydı eniştem. O evi çınlatan kahkalarına rağmen alnındaki hüzün çizgisi hiç kaybolmazdı. Evin tek çocuğuydu lakin hiç tek çocuk gibi büyümemişti. Sanki üvey evlat gibi yetiştirilmiş ve zerre sevgi ve değer görmemişti. Kendisi sitemle anlatırdı bunları. O yüzden çok kızgındı içten içe. Hep iyi zamanlarımız olmadı doğal olarak ama ölü olmak bir insanın en masum halidir o yüzden bütün duygularınız boşalıverir ve sadece bir hüzünlü göz kalır sizde en merhametlisinden. Yalnız çok yalnız biriydi ve yapayalnız bir hayat yaşamıştı. Belki o yüzden yüreği çürüdü. Çok ekmeğini yedim allah razı olsun.Hayatta sahip olduğu tek evini bizim sonu gelmez borçlar uğruna heba ettik. Mekanın cennet olsun hakkını helal et eniştem.

hüvelbaki ile ilgili görsel sonucu

12 Kas 2012

MİS KÖFTE VE M.ŞEVKET EYGİ'DEN TÜYOLAR

Biraz önce Vedat Milor'un Zeytinburnu'ndaki Merkez Efendi Köftecisndeki programını seyrettim. Beş yıldız verdi patron. Burada köfte yemediğim için (bu benim ayıbım yıllardır duyarım adını ve benim gibi köfte gurmesi biri bu mekana henüz gitmedi çok ayıp)bir şey diyemeyeceğim ama patron beş yıldız verdiyse artık bize laf düşmez. Neyse ben de yahu Aksaray'daki Mis Köfte niye hiç bilinmez diye nette arama yaparken aşağıdaki yazıyı buldum.Meğer M.Şevket Eygi biliyormuş. Bilmeyenler öğrensin benim için dünyanın en iyi köftesi niye çünkü bir köfte bundan daha güzel yapılamaz... Mehmet Şevket Eygi'den; Kaliteli ve ucuz alışveriş tüyoları Ekonomik krize alternatif çareler üretilmeye çalışılırken, biz de bir katkımız olsun istedik ve kaliteli ve ucuz alışverişin nereden yapılacağını Mehmet Şevket Eygi'ye sorduk. Binlerce liraya satılan paltoları sadece 100 liraya almasıyla gündeme gelen Mehmet Şevket Eygi, bize alışveriş yaptığı mekanları gezdirdi. EMETİ SARUHAN Ekonomik krizin etkilerini hissetmeye başladığımız bugünlerde, ucuza kaliteli yaşam reçetesinin Gazeteci Yazar Mehmet Şevket Eygi'de olduğunu hatırladık. Nasıl mı? Arkadaşlarımızla oturmuş sohbet ederken, bir taraftan da televizyonda Eygi'nin konuk olduğu Fatih Altaylı'nın Teketek programını izliyorduk ki, konu dönüp dolaşıp Eygi'nin “lama tüyü”nden paltosuna geldi. Lama nedir diyenlere, “deveye benzeyen bir hayvan” ama bizim bulmacalarımızda hep “kızınca tüküren hayvan” diye sorulur diyerek kısa bir bilgi vermiş olalım. Programda Altaylı'nın bazı mağazalarda 20 bin lira olduğunu söylediği paltoyu, Eygi 100 liraya aldığını ifade ediyordu. O an Eygi'nin İstanbul'da “ne, nereden en kaliteli ve ucuza alınır”ın bilgisine sahip olduğunu hatırladık. Ben de kendisine telefon açıp bu bilgilerini bizimle paylaşıp paylaşamayacağını sordum. O da 'Eğer birazcık faydam olacaksa tabi ki' deyince, birlikte alışveriş alemlerine daldık. 3,5 liraya nerede karnınızı doyurabilirsiniz, evinizi nasıl 20 liraya güzelleştirebilirsiniz, binlerce lira olan paltoları nasıl 100 liraya alabilirsiniz hepsinin ipuçları bu haberde. Ucuza kaliteli alışverişi nerelerden yapabileceğimizi gösterecek bir rehber kitap yazmayı düşünen Mehmet Şevket Bey, bize nerelerden alışveriş yapabileceğimizi gösterirken, bir yandan da bir palto, bir ceket, bir dekoratif sandık ve cam eşya, bir örtü ve evine gelen misafirleri için de kaymaklı ekmek kadayıfı aldı. Ben, “Bu haberden zararlı çıktınız hocam” deyince, “Ne zararı? Çok karlı bir alışveriş yaptım.” dedi. KALİTELİ VE UCUZ YEMEK ESNAF LOKANTASINDA OLUR Dışarıda yemek yemek istiyor ama fazla para ödemek istemiyorsunuz. Mehmet Şevket Bey, bu durumda esnaf lokantalarını öneriyor. 'Bir yere gidip dekorasyonu güzel diye astronomik bir ücret vermek yerine bir esnaf lokantasında karnınızı her zaman 10 lira gibi makul bir fiyata doyurabilirsiniz.' diyor. Kaliteli ve ucuz yemek için ara sokaklardaki, müşterisi sabit olan lokantalara gitmek gerekiyor. Kuyumcuların, halıcıların, tacirlerin devam ettiği esnaf lokantaları müşterilerini tutabilmek için mutlaka kaliteli ve lezzetli yemek yapıyorlar. Mehmet Şevket Bey'in gittiği ve tavsiye ettiği lokantalar Kasımpaşa'da Yonca Lokantası, Haliç Fener'de Yılmazlar Lokantası, Aksaray'da Balkan Lokantası, Çemberlitaş'la Nuri Osmaniye arasında Bahar Lokantası, Kapalı Çarşıda Havuzlu Lokanta ve Şehremini'de Odabaşı Börekçisi. Kasımpaşa Yenişehir'de Bolkepçe lokantasında yediği Kapuskaya ise hayran kalmış. 'Ancak bu kadar lezzetli pişirilebilirdi.' diyor. KÖFTE AKSARAY'DA LAHMACUN CERRAHPAŞA'DA Mehmet Şevket Bey ev hanımlarının açtığı küçük lokantaları da takdir ediyor. Bunların arasından beğendiği Kuzguncuk'ta Asude Lokanta'sı. yemek seçimine de dikkat edilmesi gerektiğini söylerken “Bir lokantada 15 çeşit yemek varsa 15'i de dört dörtlük değildir. 5 tanesi dört dörtlüktür, 5'i ortadır, 5 tanesi de başarısız olabilir. Bunlara da bakarak ya da sorarak karar vereceksiniz.” diyor. Balık için, Unkapanı Köprüsü'nün Kadir Has'a bakan köşesindeki lokantaları, Köfte için Aksaray'da Ufi'nin arka tarafında Mis Köftecisi'ni, Lahmacun için Cerrahpaşa'da Adli Tıp'ın karşı tarafındaki Gaziantepli Mehmet Usta'yı tavsiye ediyor. 'İlk üçe girecek bir lahmacuncudur. Lahmacunları kağıt gibi ince, soğansız ve sarımsaklı yapar.' diyor. Fiyatları daha yüksek bir yere gitmek isterseniz Eyüp'te Mihmandar ve Ensar da tercih edilebilir, Hacı Abdullah ve Üsküdar'daki Kanaat Lokantası Mehmet Şevket Bey'in tercihi. DÖRT ÇAY VE PASTA SADECE 8.5 LİRA Soluklanmak ve çay içmek için Mehmet Şevket Bey'in seçtiği mekan ise çok bereketli bir yer olduğunu söylediği Balat'taydı. Kenar mahallelerde de bir çay ya da kahve içmek için uygun mekanlar bulunabileceğini söyleyen Mehmet Şevket Bey'le birlikte Mahkeme Altı Caddesi'nde bulunan Orkide Pastanesi'nde 4 çay, 2 spangle, bir sütlaç ve bir tabak kuru pastaya 8.5 lira ödedik. Evde çay keyfi için Eminönü'nde Tahnisçiler sokağında Seylan çayları satan dükkandan güzel çaylar uyguna alınabilir. Mehmet Şevket Bey'in kahve tercihi ise Kahve Dünyası'ndan aldığı Yemen Kahvesi. Cerrahpaşa'da Parlar Fırını'nın İstanbul'un en iyi ev baklavasını yaptığını düşünüyor Eygi. Balat'ta Leblebiciler Sokak'taki Merkez Pastanesi'nin ise Hacı Bekir'den sonra en eski tatlıcı olduğunu söylüyor. Baklavanın 9 lira olduğu bu 130 yıllık bu tatlıcıdan, Eygi misafirleri için kilosu 12 liradan Kaymaklı Ekmek Kadayıfı aldı. EVİNİZE GÜZELLİK KATACAK ON LİRA Ev için küçük dekoratif eşyalar ya da hediyelik eşya almak için Mehmet Şevket Bey'in tercih ettiği yer Mercan Yokuşu'ndaki Şark Han. Kendi deyimiyle yüzde sekseni ıvır zıvır, yüzde 20'si ise çok sanatlı, işe yarayanı bulmak gerekiyor. Burada Hindistan'dan, Endonezya'dan, Çin'den, İran'dan, Afrika'da gelen hediyelik eşyalar var. Mehmet Şevket Bey Artemis Hediyelik Eşya'dan 25 liradan, pazarlıkla 20 liraya Çin'den gelmiş zarif bir dekoratif cam eşya, Özge Otantik El Sanatları'ndan Endonezya'dan gelmiş ahşap bir sandığı, sürekli müşterisi olduğu için 30 liraya, İkizler Ticaret'ten de Hint işi bir masa örtüsünü pazarlıkla 10 liraya alıyor. Bu örtüyü misafirleri geldiğinde kenarda köşede duran kitaplarının üzerine atarak hem gizleyeceğini hem de hoş bir görüntü oluşturacağını söylüyor. Bereket Ticaret'ten de zigon sehpa takımını soruyor. Burada ince ince işlenmiş masif ahşap eşyaları uygun fiyatlara temin edebilirsiniz. Eygi, Mısır Çarşısı'nın arka taraflarına da gidilebileceğini söylüyor. Buradan 13 liraya aldığı üzeri sim işlemeli bir Hindistan yastığının başka bir yerde 85 lira fiyatla satıldığını görmüş. 20 BİN LİRALIK PALTO NEREDEN 100 LİRAYA ALINIR Sıra geliyor, Lama tüyünden yapılmış paltoya. Mehmet Şevket Bey, bu kumaşın çok değerli ve asil olduğunu, eskiden Türkiye'de hiç bulunmadığını söylüyor. Şimdi birkaç yerde satılıyormuş. Bu paltolar için Mehmet Şevki Bey bizi ister inanın, ister inanmayın, Topkapı Sur içinde bir dükkana götürdü. Karabulut Giyim. Buradaki paltolar Almanya'dan getirtiliyormuş. Deve tüyü, Lama tüyü paltolar, lüks mağazalarda binlerle ifade edilen rakamlara, Altaylı'nın ifadesiyle 20 bine çıkan fiyatlara satılırken, burada 100 lira. Gayet şık. Üstelik pazarlık payı bile var. Mehmet Şevki Bey buradan da beğendiği bir paltoyu aldı. SOSYETE BİLE TAHTAKALE'DE Giyim kuşam için Tahtakale'nin tercih edilebileceğini söyleyen Mehmet Şevki Bey, “Enayi değilim ki 10 misli fiyata alayım. Birkaç ceket aldım 22 liraya, 500 liraya alamazsın, bir sanat eseri.” diyor. Tahtakale'de Eryemiş Hanı'nın üst katında bayanlar için harika mantolar olduğunu da ekleyen Mehmet Şevki Bey, sosyeteden mankenlerin bile buraya gittiğini anlatıyor. Vakko'nun müdürleri bile İngiliz ceketi için oraya gidiyormuş. Mehmet Şevket Bey'in bir tavsiyesi de ihraç fazlası, ya da ufak tefek defosu olan şeylerin defosu gözükmeyenlerinin ya da ufak bir tamiratla kullanılabileceklerin alınması. Aksaray'da bir handan da 10 liraya bir ceket aldı Mehmet Şevket Bey. AYAKKABI BALAT'TAN ALINIR Mehmet Şevket Bey İstanbul'daki en ucuz ve kaliteli ayakkabının Balat Eski Kasaplar Sokak'taki Uysal Kundura'da olduğunu söylüyor. Sadece erkek ayakkabısı satan dükkanın dışında tabela yok. Buradaki ayakkabılar çeşitli markaların seri sonu satışları, fiyatları da 90 lira civarında. Beyazıt'taki İplikçi Han ise ayakkabı cenneti gibi. Kaliteli ayakkabılar 30 liradan başlayan fiyatlarla satılıyor. Antika ya da kullanılmış bazı mobilyaları mahalle arasında eski mobilya satan yerlerden almayı tavsiye ediyor Mehmet Şevki Bey. Bu dükkanlar ise Tarlabaşı'ndan Yenişehir semtine inen ara sokaklarda. Meyve ve sebze için de Balat'ta Pazar günleri kurulan İnebolu Pazar'ına gelmeniz gerekiyor. Hem ucuz hem organik. Ana caddelere değil, ara sokaklardaki lokantalara ve mağazalara gidin Bir bilene sorup, tavsiye ile gidilirse daha iyi olur. Pazarlık yaparsanız, daha ucuza alışveriş yapabilirsiniz. Bazen iki bin liralık malı bin liraya alırsınız. Ana caddelerden çok ara sokaklardaki lokantalara, mağaza ve dükkanlara gidin. Ana caddedekiler ödedikleri yüksek kiralar nedeniyle pahalıdır. Sürekli alışveriş yaptığınız yerden yaparsanız, esnaf size iyi maldan verir. Piyasaya yeni çıkan markaları tercih edin. Bu markaların malları, piyasada tutunmak için iyi ve ucuzdur. Şu an giydiği ayakkabıları 45 liraya aldığını söyleyen Mehmet Şevket Eygi'ye göre İstanbul'daki en kaliteli ve ucuz ayakkabıları Balat'ta bulunuyor. Mehmet Şevket Bey Şehremini'de Mevlana Kapı Caddesi'ndeki Odabaşı Börekçisi'nde bize öğle yemeği ısmarladı. İstanbul'un en iyi çiğbörekçisi dediği Odabaşı'nda gerçekten lezzetli çiğbörekler yedik. 4 kişi, ayranlar da dahil 17 lira tuttu. Yeni Şafak

5 Kas 2012

5 DAKKA TENEFFÜS

Ben bu eğitime takmış durumdayım haliyle iki çocuk yetiştiriyoruz. Bana milyoner olmaktan başka çare bırakmıyor bu devlet çocuklarımı bu eğitim denen ruh çölleştirme sisteminden kurtarabilmek için. Bir şey aptalcaysa aptalcadır. Bunu adı büyük insanlar yapıyor diye aptalca olduğunu söylemekten vaz mı geçeceğiz ? Ben bu beş dakka teneffüs mevzusunu iyi bilirim çünkü yeni değil. 80'li yıllarda biz talebeyken de bir iki sene uygulandı bu denyoluk. Günde 10 ders görüyorduk sanki astronot olacaz hepimiz ya da zamanda yolculuk yapmayı keşfedecez.

 Hatırlıyorum da edebiyat hocamız 20.dakkadan sonra dersi keserdi. Çünkü 20 dakikadan sonra beyin anlatılanları anlamıyor derdi. Geçen onu Betul Mardin de söyledi. Hatta o 8 dakika dedi. 8 dakikadan sonra insan anlatılan konuya ilgisini kaybediyor mutlaka konuyu değiştirmek gerekiyor dedi insanların dikkatini çekebilmek için. 

 Öğrenci beş dakkada ne yapabilir ?

 Ben biliyorum öğrencilerin % 85'i hiç bir şey yapamaz. Sıra gelmez çünkü. 

 Ya allahını severseniz bu ders saatleri niye 40-50 dakka. Bilim adamımı olacak bu çocuklar. 20 dakka ders niye yetmiyor. Mahkum mu öğrenci mi bu çocuklar ey Milli Eğitim bakanı ?! Niye Milli Eğitim bir de? Toplum insanı zaten şekillendiriyor okul şekillendirmeye kalkmasa da olur. Allah bilmiyordu hepimizi aynı yaratmayı da biz faniler akıl ettik hepimizi eşitlemeye çalışıyoruz. Summerhill okullarının kurucusu Bay Neill şöyle demişti kitabında; "elimden gelseydi bütün çocukların 18 yaşına gelinceye kadar sadece oyun oynamalarını sağlardım" Teneffüs olsun diye dakka sayan çoçuğa ne anlatsan boş ey büyümüş aptallar. Unuttunuz herhalde o günleri.

30 Eki 2012

ANADOLUNUN KAYIP ŞARKILARI

Bu film bir NEZİH ÜNEN projesi. Yapım ve kurgu kendisine ait. Geçen cumartesi akşamı TRT Müzik kanalında denk geldi ve çocuklarımın bütün engelleme girişimlerine rağmen gözümü ayırmadan seyrettim. Çok keyif aldığımı söylemeliyim. Film olduğunu da bilmiyordum (zira başını kaçırdım) onu da öğrendim bugün. Kurgusu muhteşem olmuş NEZİH ÜNEN'i tebrik ediyorum eline sağlık diyorum Allah razı olsun diyorum. Meraklıysanız bir bulun ve seyredin.Yok mutlaka seyredin. Anadolunun kayıp şarkıları arasında kaybolup gideceksiniz sizi temin ederim. Hozat'lı Ahmet Dede'nin okuduğu Eşrefoğlu Al Haberi türküsü olağanüstüydü bence. Kendisi de öyle. Cumhuriyet Bayramı vesilesiyle bu topraklarda yaşayan kültürlerin ve toplulukların hal-i pür melalini de düşünmenizi öneririm.

18 Eki 2012

EGOİST OLMA SANATI

"insanlara size ait olan bir şeyi sizden almalarına bir kere izin verirseniz,sizde bir şey kalmayıncaya kadar almaya devam ederler " 

 "hayatınızdaki herkes,eşiniz,patronunuz vs.özel alanınıza ne kadar müdahale edebilecekleri konusunda sizi denerler. " 

 "kendin ile başkalarından daha çok ilgilen ve kendin için doğru olanı karşına dikilen engellere rağmen gerçekleştir." 

 "Birine yapacağınız fedakarlık ne kadar çoksa, o kişi sizden, gelecekte o denli çok şey isteyecektir.Sizi kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak isteyen birisi, bu fedakarlığınızı bir zayıflık göstergesi olarak değerlendirecek ve sizden alacak birşeyi kalmayana dek sizi sömürecektir.Ve o aşamaya gelindiğinde, onun için hiç bir öneminiz kalmayacağı için de rahatlıkla size sırtını dönebilecektir." 

 "kimsenin hoşuna gitmese de hayatınızın iplerini elinize alma cesaretini gösterin." 

 Josef Kirschner'in aynı isimli kitabından bazı alıntılar hatırımda kaldığı kadarı ile. Şu aralar en ihtiyacım olan şey gerçek bir egoist olmak. İnsan birey olarak varlığını ortaya koyabilmek için tanımlanabilir sınırları olamlıdır ve bu sınırlar HAYIR ünlemiyle çizilir. HAYIR benim hayatım boyunca kullanamadığım bir cümleydi. Yeni yeni HAYIR pratikleri yapıyorum. "Sınırlarınızı iyi belirleyin ve bunu başkalarının çiğnemesine asla izin vermeyin.Elinizdekini kaybetmek pahasına da olsa" Bir de şu "ne istediğinize karar verin" cümlesi. HAYIR demeyi öğrendikten sonra bir de bu istemek işine eğilmek gerekecek a dostlar. Kitabı daha okumadım bu arada bir göz attım sadece ve okumaya karar verdim. Ben bir egoistim ve mutluyum...

FELİX...

Bu ara lodostan aklım başımda değil tembellik yapıyorum. Sabah gazetesinde Şeref Oğuz'un yazdığı Felix başlıklı yazıyı okumanızı öneririm. Okumaya üşenenler için yazıdan bir kesit veriyorum aşağıda. .... Felix atlarken annesini izledim;gurur dolu bakışları,"başarabilirsin yavrum"nidalarıyla eşleşiyordu.Bir de Felix'in atlayışıyla dalga geçenlerin annelerini düşündüm.Büyük ihtimalle "evladım icat çıkarma,otur oturduğun yerde" diye büyütülmüşlerdi.Onlarda söz dinlemiş Felix gibi boş işlerle uğraşmak yerine zekalarını insanoğlunun bir merhaleyi daha geride bırakan başarısıyla dalga geçmede kullanmışlardı. Felix eski köye yeni adet getirmişti(inovasyon).Felix icat çıkarmıştı (buluşçuluk). Felix bu gezegende bir tür olarak insanın limitlerine yeni bir tanım getirmişti.Peki biz dün gün boyu ne yaptık? Sistematik bir şekilde Felix'le dalga geçtik. Tıpkı Hezarfen'in uçuşunu sürgüne postalamak gibi. Tıpkı ilk denizaltıyı Haliç'te deneyen çelebiyi halletmek gibi. Tıpkı Devrim'i yürütmeyip ,ilk lokomotif Karakurt'u eritip gömdüğümüz gibi.Tıpkı Anadol'u eşekler yedi iftirasıyla medyada linç edip , ilk uçağı üretip beş ülkeye satmayı başaranımızı "hiç doğmamış"a çevirdiğimiz gibi. Felix'in ekibi,kilosu beş dolardan mal ihraç ederken,kilosu 1.5 dolardan cehalet üretip cari açığı kapamaya çalışan bizlerin işte en büyük sorunu bu sebepten ,akıl açığıdır. Uygarlık tercihimiz Felix'lerle alay etmek olunca, çağı ıskalamak kaderimize dönüşmektedir. Bu hala bir ekonomi yazısıdır ve cari açığa dairdir.

12 Eki 2012

YAZIK BU ÇOCUKLARA

http://www.haberturk.com/yazarlar/neva-ciftcioglu-banes/783678-yazik-bu-cocuklara BU YAZIYI OKUMANIZI HARARETLE ÖNERİRİM.

9 Eki 2012

ŞOK OLDUM...

Birkaç gün içinde ilgim alanıma giren bazı olayları paylaşmak istiyorum.

1-TRT Okul tv de pazar akşamları "Kendimi Tanıyorum" adlı bir interaktif kişisel gelişim programı var. Polat Doğru ve Ebru Üzümcü yönetiminde. Polat Doğru'yu Doğan Cüceloğlu ile birlikte Sky Tv de yaptığı programdan hatırlayabilirsiniz. BU haftaki programın konusu "biz" bilinciydi. Polat Doğru kendi geçmişinden bir hikaye anlattı bu programda. " Çocukken bizim bir eşeğimiz vardı bu eşek gün geldi yaşlılıktan gözleri kör oldu.O zamanlar köylerde işe yaramayan hiç bir şey olmazdı işe yaramayan hiç bir şey evde tutulmazdı. Bu tür hayvanlar dağa bırakılır ve gerisini doğa hallederdi.Bizde öyle yapacaktık çünkü artık işimize yaramıyordu. Ertesi sabah dedem bunu duyduğunda buna şiddetle itiraz etti ve kulağıma küpe olan şu konuşmayı yaptı; "bu hayvan bize 18 yıl hizmet etti ve çok işimizi gördü onca yükümüzü taşıdı o bizim bir parçamız artık işe yaramıyor diye onu sokağa atamayız. Bu eşek ölene kadar damda kalacak ve ona bakacağız" dedi. Benim dedem ne okul bitirmişti ne de filozoftu ama biz bilincinin farkına varmıştı ve hepimizin birbirimizin parçası olduğunu biliyordu." Hisse alına.. 

2-Beni şok eden olay ise futboldan.Alex olayı değil onu aşan başka bir olay oldu. Kasımpaşa Metin Diyadin'i kapıya koymuştu biliyorsunuz. Dünya çapında bir teknik direktörle çalışacağız Metin Diyadin bizim gelecek vizyonumuza uymuyor demişti kulüp başkan yardımcısı. Ben de Mourinho'yu getirecekler herhalde diye düşünürken dün açıkladılar yeni teknik direktörü;Şota. Şok oldum..Şok şok.. Şomşok oldum hatta. Akşam Sergen de aynı şeyi söyledi programda ağzım açık kaldı diyor inanamadım diyor. Türkiye böyle işte diyor. Hakkaten hala şoktayım. Bunu izah edecek bir akıl var mı bilmiyorum.Bizi yöneten akıl bu mudur ?? Allahtan bu işleri bırakalı çok oldu da rahat konuşabiliyorum. Kasımpaşa taraftarı olsam muhtemelen evin yolunu bulamazdım şaşkınlıktan. 

3-Tekirdağda iki günlükken ana-babası ? tarafından terkedilen ve Tekirdağ Sevgi Evinde bakılan bebek öldü. İsmi yoktu şimdi de cismi yok. Sevgi evi olsa da ismi bebeciğin yüreğini ısıtmaya yetmiyor,sevgiyle dolmuyor yavrucak , insan evladı illede ana kucağını istiyor. Memeden emmek annesinin sıcaklığında sarıp sarmalanmak istiyor. Dayanamadı yüreciği terkedilmeye ve 1.5 aylık ömrünü sevgi evinde sevgisizlikten bitirdi. Bize emanetti ne ona ne ana-babasına sahip çıkabildik. Allah affetsin cümlemizi.. Biz bilinci dedik ya yukarda işte demek istediğim o. O bebek bizden bir parçaydı. Benim çocuklarımdan bir farkı yoktu hoş çocuklarda benim değil ya işin aslına bakarsanız. Hepsi bize emanet. Hepimiz biriz ve bütünüz. Mevzu budur. 

4- Semih Kaplanoğlu dün akşam bir cümle sarfetti "bir film çek" adlı programda. Bugüne kadar bize hep var olmaktan söz edildi.Oysa mesele var olmak değil yar olmakmış. Kime yar olacaksın işet mevzu bu dedi. Ve noktayı koydu. Eyvallah. Bir de şunu eklemek istiyorum , kızım dün gece beni çok güldürdü. Çocuk aklının nasıl çalıştığını bir kez daha hatırlattı bana. Dişlerini fırçalıyordu yanıma geldi. Baba ben her gün dişlerimi fırçalıyorum dedi. Aferin kızım dedim.Baba dedi bakteriler her yerden gelebilir mi? Evet dedim ama niye sorduğunu anlamadım. Peki baba bizim dış kapıdan da geçebilirler mi dedi. Orda koptum ben. Meğer annesi bunu tırsıtmış bakteriler şöyle böyle diye. İlahi kızım seni seviyorum..

5 Eki 2012

OKUL VE KİMLİK

Nietzsche şöyle demiş:"eğitim kamu yararı için kişiliğin yok edilmesidir." Çocuklarımıza okulda ne öğreteceğiz ? En önemlisi nasıl ? Meslek edinme şekli okul olmamalı ? Okulun amacı temel bilgileri bireylere sağlamak olmalıdır bence. Montesori yöntemi özellikle ilk eğitimde bir model olabilir. Ya da Summerhill modeli. Ama kesinlikle bu ezberci papağan yetiştirme merkezleri olmamalı. Çocuğun okuma yazma öğrenmeye gereksinimi var en başta. Bunu öğrettikten sonra çocuğu tamamen serbest bırakmak gerekir bence. Çocukların öz güvenlerini kazandırmak,iletişim kurmayı öğretmek ve duygu ve düşüncelerini yazılı ve sözlü olarak ifade edecek kıvama getirme hedefimiz olmalıdır. Gerisini çocuk kendi halleder. Bizden çok zekiler. Bugünkü ezberci eğitim sistemi özürlü ruhlar üretiyor. Mutsuz,öfkeli ve beceriksiz ve korkak. Her şeyi hazır istiyorlar çünkü öyle yetiştiler ,kopyala yapıştır. Çocuk oyun oynayarak öğrenir. Bugünkü eğitim modeli bilindiği üzere işçi ve asker yetiştirmek için geliştirilmiş bir prusya modelidir. Sistem öyle kurulmalı ki bir alışveriş merkezi gibi olabildiğince çok seçenek arasında istediğini gidip almalıdır. Eğitim birey tarafından talep edilip alınan bir şey olmalıdır. Çocuk bu ne anlar dersen eğer ey okur Allah selamet versin derim ve benden uzak ol. Nasıl bir şehir kurduk böyle aklım almıyor,çocuklar oyun oynayamıyorlar özgürce. Pink Floydun şarkısında dediği gibi "sınıflarda aşağılanmaya ihtiyacımız yok"

27 Eyl 2012

BİLİMİN AÇIKLAYAMADIĞI....

Küçük bir çocukken 2000 li yıllara geldiğimizde ışınlanacağımızı hepimizin uçan arabaları olacağını ve telepatiyle haberleşeceğimizi hayal ederdim. Bunun en büyük nedeni de 80'li yıllarda izlediğimiz Uzay Yolu 1999 ve Logan'ın Kaçışı gibi fantastik dizilerdi. O yıllarda bizi katakulliye getirdikleri bir terane vardı:ilerleyen bilim her şeyi çözer ve mutlu mesut bir hayatımız olur. Bilim ilerledi ve geldi bir karadeliğe;genlerden insan klonlasak mı klonlamasak mı? DNA'yı deşifre ettik ve proteinlerin nasıl dizildiğini keşfettik. 6 hidrojen atomu,8 karbon atomu ve 12 oksijen atomunu bilmem kaç adet azot atomunu yana yana dizip fosfor bağlarıyla bağlasak biz de yeni bir DNA dizilimi oluşturabilir miyiz? Ya da yeni bir elma tasarlayıp genetik şifresini yazabilir miyiz? Sean Carrol diye bir bilim insanı ilerleyen zamanlarda bilimin herşeyi açıklayacağını ve tanrıya ihtiyacımız kalmayacağını açıklamış. Benim kafama takılan bir şey var harbiden,nasıl olduk falan bir kenara da bu DNA denen şey nasıl ölüyor ? Madem topraktan sudan çıkıp geldik buralara binbir zahmetle milyonlarca yıl evrimleşerek bu beden nasıl ölebilir? DNA'ysa DNA proteinse protein. Bilim ölümü açıklayabilir mi bırak hayatı açıklamayı cidden merak ediyorum? Bilim önce ölümü açıklasın. Düşünüyorum da aslında bilimin öngörüsüne göre bizim Elfler gibi ölümsüz olmamız gerek. Organlarımız neden yeniden çıkmıyor kertenkelenin kuyruğu çıkıyor bilmem ne hayvanının bacağı çıkıyor meksika körfezinde keşfedilen bir solucanın ya da kurtçuğun diyelim kafası bile yeniden çıkıyor. Genlerimizde bu bilgi kayıtlı bu kolu önceden yapan yine bu genler değil mi? Bunun bilimin ilerlemesiyle de çok bir ilgisi yok bence bu yeteneğin doğal olarak biz de olması gerekir diye düşünüyorum. Bir japon çizgi film vardı samuraylar çağında geçen. Bu çizgi filmdeki karakterler garipti bunlardan biri ölümsüzdü. Kafasını kolunu kessen bile yerine koyduğunda hemen vücutla birleşiyor ve adam diriliyordu. Aslında bu yetenek genlerimizde var fakat bişekilde bu genler çalışmıyor. Bilimi tanrı yerine koyup güya insanları hurafeden kurtaracaklarını düşünenler bilimi de tanrılaştırıp putlaştır mıyormu? Bilim insanları bence tanrıyı çok kıskanıyorlar ondan çemkirip duruyorlar.. 

Not:Bilimin açıklayamadığı 36 şey 46 şey bilmem kaç şey gibi pek çok buluntu var. Webde dolu bu tür sayfalar.Bilim önce lineer tarih algısını değiştirip her şeyi biz bulduk aya da biz gittik mavalını bıraksın önce sonrada deniz kaplumbağalarının doğdukları kumsala nasıl geldiğini açıklasın.(Bu da bilimin açıklayamadığı bir şey mi yoksa. Aman tanrım...) Hadi bakalım...

ADİGE PŞINE

http://www.youtube.com/watch?v=qWdFzhbMTUM,http://www.youtube.com/watch?v=HAKztFQcskA&feature=related Nefis bir adige müziği. Dinlemek isteyene.

KAZANMANIN AĞIRLIĞINI BÜNYE KALDIRAMADI NETEKİM

Temmuz başında milyoner zihin çalışmalarıma başladığım günlerde bir-iki hafta sürekli kazamaya başladım. İş geliyor,tahsilat oluyor iddadan kazanıyorum çoştum ve evet ben kazanıyorum diye bağırıp çağırmaya başladım. En son çığlık attığımın ertesi günü birden rahatsızlandım ve boğazım şişti. Bir hafta yutkunamadım ve yemek yiyemedim. Su içmek bile işkenceydi. Sonra her şey en başa döndü. Tırmalayıp duruyorum hala. Bu değersizlik ve fakirlik duygusunu bünyeden söküp atmalı artık. Geberdik yaa... Kaybetmekten nefret ediyorum nefret ediyorum nefret...

20 Eyl 2012

GİZLİ GÜÇLERİNİZİ KEŞFEDİN-GENLERİNİZİ UYANDIRIN

Bu kitabı eşim aldı iki hafta kadar önce. Genetik bilimci , renin enzimini ayrıştırarak dünya literatürüne geçmiş olan ünlü bilim insanı japon Kazuo Murakami'nin cep kitabı şeklinde yayınlanmış bir eseri. Özellikle kuantum düşünce ile ilgili arkadaşların okumasını tavsiye ederim. Hatta bu kitap bu kuantum düşünce meselesine alaycı bir şekilde bakan zevata kapak olsun bence. Alın size ödüllü bir bilim insanından olumlu düşünceyle genlerinizi harekete geçirin mealinde gayet bilimsel bir kitap. Murakami,kitapta özellikle zihin gen ilişkisine dikkat çekiyor.Yapılan deneylerden yola çıkarak insanların uyuyan bir dev olduğunu genlerimizin %90 nı kullanmadığımızı nerdeyse sınırsız bir kapasitemiz olduğunu söylüyor. Zihin gücümüzü kullanarak genlerimizi aktif hale getirebileceğimizi söyleyerek mutluluk ya da mutsuzluk ilk önce zihinde ortaya çıkar çevre ve koşullar ne olursa olsun zararlı genleri hareketsiz hale getirip iyilerini harekete geçirmenin herkese açık bir tek yolu vardır;zihinsel tutumun değiştirilmesi. Demek ki bu iş şarlatanlık değilmiş!!! Kitapta ilginç bir örnek veriyor Murakami, eğer bir kişi sigara içmekten gerçekten keyif alıyorsa ve seviyorsa sigara içmeyi sigara bu kişiye hiçbir zarar vermez diyor. Sevgiyle yapılan her şey insanı mutlu eder ve sağlıklı kılar. Ne düşünüyorsak oyuz lafı ne kadar doğru değil mi ??

8 Ağu 2012

SONUNDA YILANI YAKALADIM

Geçen yıl bir rüya görmüştüm uzn bir rüyaydı,rüyanın bir bölümünde iki yılan çıkıyordu duvardan ve önümden geçip gidiyorlardı ve ben onları yakalamam gerektiğini bildiğim halde cesaret edip elimi uzatamıyor ve yılanlar tekrar duvarın içine girip kayboluyorlardı. İkinci defa gördüğümde ise artık mesaj gözümün içine sokuluyordu. Ortalık yılan doluydu ve etraf yılan yakalayan insanlrla doluydu ve ben gene cesaret edip hiç birini yakalıyamıyordum. Sonunda yanıma bir yaklaşıyor "çok kolay başından yakaladın mı çok uysallar hemen itaat ediyorlar" diyor ve ordan geçmekte olan kocaman bir yılanı başından yakalayıp bana gösteriyordu. Dün gece gene yılanlı rüyayı gördüm,bu sefer bir odadayım ve sağ ve sol yanımda metrelerce uzunlukta başı sonu belli olmayan iki yılan dolanmış bir şekilde yerde uzanmış duruyorlar.Önümde duvar yok kapı yok ve açık. Gene yılanı yakalamam gerektiğini biliyorum fakat gene cesaret edemiyor öylece bekliyorum. Sonra karşımda minicik bedeniyle sekreterimiz gözüküyor ve "mücahit bey bu çok kolay " diyor. Ben de bir cesaretle artık solumdaki yılanı yakalayıveriyorum. Meğer parmağım kalınlığında var yok küçücük bir yılanmış. Kafasından yakalamadığım için dönüp elimi ısırıyor. Ama ben tutup atıyorum onu. Sonra dışardayım. Oh bee dünya varmış. Yorumunu yazmayacağım..Ben de saklı yorumu..

25 Tem 2012

1500 YILDIR KİMSE ANLAMADI SEN ANLADIN DALLAMALIĞI

Son dönemde özellikle bir takım dini kabullere aykırı görüş bildiren dini anlama gayretinde olan insanları tahkir etmek için bu cümle kullanılıyor. İşin esası bir tarafa bu cümlenin altına gizlenen zihniyet mide bulandırıcı.İcat çıkarma diye bir deyim vardır bu topraklarda. Ne güzel geçinip gidiyorduk eski köye yeni adet mi getiriyon ( bu da aynı minvalde bir deyim). Bu bakış insan aklını yok sayan atalarkültünün egemenliğinde yobaz bir zihine ait. Daha ağır ifadeler bu mübarek günde bana yakışmaz. Sadece şunu belirteyim;sizin dininiz size bizim dinimiz bize..

18 Tem 2012

SUÇLU KİM ???

Metrobüs köprüsü çöküyor altında işçi ölüyor,çadırda yangın çıkıyor yanıyoruz ya ve buna benzer pek çok salak ölüm olayı ile her gün karşılaşıyoruz ya! Bir arkadaşla bu konuyu konuşurken ona şöyle bir soru sorduydum ; "bir insan zulme uğrasa suçlu kimdir ? Zulme uğrayan mı zulmeden mi?" O da tabiki zulme uğrayan suçludur demişti. Her zaman ölen suçludur ve bu kesin gerçektir. Aksini düşünmek yan yollara sapmak ve hakikatten uzaklaşmaktır. Herkes seçimlerinin sonucunu yaşar. Genel kural budur ve istisnalar her zaman vardır. Ama şu kesin kendi hayatına sahip çıkmayan birinin hayatına işverenler hiç sahip çıkmaz. Sigortasız çalışıyorsan,çadırda yanıp ölüyorsan burda suçlu sensin ölü kardeş kusura bakma.

ATALAR KÜLTÜ VE BİREY HAKKINDA

“Töreye salt töre olduğu için uymak bireye hiçbir şey öğretmez ya da onda bir insanın ayırt edici niteliklerinden hiçbirini geliştirmez. Kavrayış, yargılama, ayırt etme duygusu, beyin çalışması ve hatta ahlaki tercih gibi insana özgü olan yetenekler ancak bir tercih yapmakta kullanılırlar. Herhangi bir şeyi töredir diye yapan kimse hiçbir tercih yapmış olmaz. O kimse en iyi olanı ne ayırt etmekte ne de istemekte hiçbir yetenek elde edemez.. Kendi yaşama planını seçmeyi topluma ya da kendi çevresinde bulunanlara bırakan kimsenin, taklit yeteneğinden başka hiçbir yeteneğe gereksinimi yoktur. Kendi planını kendi seçen kimse ise bütün yetilerini kullanır...” J.S.Mill

 İnsan ne zaman insan olur ??? İki yaşlarında konuşmaya başladığında HAYIR döneminde. Etrafa bak kaç insan var (aynada kendine de bak ) ?? Kaç kültür robotu ?? Kitap kime geldi ve kime hitap ediyor ?? Aklı olmayanın dini de yoktur sözü ne anlama gelir ? Kültür robotlarının dini var mıdır ??

25 Haz 2012

NE DÜŞÜNÜYORSAN....

Maske taksan bile maskenin bir süresi var ve gerçek kimliğin ve duyguların bir süre sonra gözlerinden okunmaya başlar.. Ne düşünüyorsan osun.. Geçen hafta yazdığım zengin ve fakir zihin arasındaki farkları kendi zihnime uyguladğımda fakirliği seçmiş olduğumu iyice anlamış odum.Özellikle almayı bilmemek ve seçenekler yerine engellere odaklanmak ve zamanla işler hallolur mantığı.. Almak konusunda zırha bürünmüş durumdayım..Haketmediğimi düşünüyor ve almayı reddediyorum..Güzellikler,başarı,zenginlik ve yeteneklerini kullanmak zihnimde olmayan kalıplar.Seçimlerim hep aksi yönde.Şunu görmek çok şaşırtıcı oldu benim için;kazandığım zaman ve başardığım zaman nerdeyse suçluluk duyuyorum ve sevincimi bastırıyorum(iddaadan kupon tutturmuşum tebrikler ikramiye kazandınız diye bir ses ortama yayılıyor ve ben utançtan başımı önüme eğiyorum ve içimdeki o cılız sevinç filizini kırıveriyorum.gerçekten içimden gelen neşe ve sevinçle havaya fırladığımı hiç hatırlamıyorum AMK ).Kendime yeni elbise aldığımda (ki bu çok nadir oluyor)sokağa çıkmaya utanıyorum,hayattan nerdeyse bir talebim yok..Almamak için etrafına duvar örmüşüm haberim yok..Bir de sen zengin olmak istemiyor musun sorusuyla muhatap olmak beni çok geriyor. Birlikte çalıştığım avukat bana şöyle demişti;sen parayı sevmiyorsun.. Gözlerimden süzülüyor demekki halim..(meslek hayatımda çok kazançlı olabilecek pek çok fırsatı bilinçaltım bu yüzden hep engelledi.Para tehditti biliçaltım için ve beni hep paradan korudu sağolsun. Ona para bizi bozar dedim çünkü o napsın) Bardağın yarısı boş mu dolu mu ? evet boş mu dolu mu? Bu basit soruya verdiğim (vereceğiniz cevap)hayata başkınızı resmediyor. Seçeneklere mi odaklısn yoksa engellere mi? Baktım hayatıma olmamak için(zengin başarılı)hep engellere odaklanmışım. Çok fena ya insanın kendisini çıplak görmesi. Bu zamana oynamak işi benim değiştireceğim ilk şey olmalı diye düşündüm bu 17 özellikten
.

 Gücüme inanmadığım ,yeteneklerimi kullanmadığım,eyleme geçmekten korktuğum için hep ilerleyen bir zamanda sorunlarım çözülür diye salakça bir beklenti içinde olduğumu itiraf ediyorum. Sanki biri gelecek bu işleri hallediverecek, bir yerden para gelecek bütün borçlar ödeniverecek, ev araba alınacak,tatile gidilecek.Zaman sadece sıkıntıları çoğaltır zihinaltı haritan bunu bekler çünkü.Kendini küçük sorunları büyük görürsün çünkü..(annem ben küçükken ben istemeden benim sorunlarımı hallediverirdi anladın sen onu) Şunu farkettim bir de,benim babaannem sürekli şikayet eder ve hep başkalarını suçlardı sanırım geçmiş yıllardaki o şekvacı adam olarak babaannemi modellemişim. Değersizlik duygusu paçalardan dökülüyor be kardeşim alem napsın.. Ben teoman batgıray olarak söz veriyorum(adımı değiştirdim bu arada) bir yıla kadar milyoner ve daha fazlasına sahip bir adama dönüştürüyorum kendimi,büütn kaygı ve korkularıma rağmen ilerlemeyi seçiyorum ve hayatın karşıma çıkardığı bütün seçenekleri görüyor ve kendim için en iyi olanları özgürce seçiyorum.Amin

22 Haz 2012

DOKTORLARDA BİZİM GİBİYSE BOKU YEDİK

Çarşamba günü baronun servisiyle çağlayan adliyesine gidiyorduk bir avukat arkadaşla, laf doğal olarak hukuk sisteminin yetersizliği,adliyelerin durumu ,hakimlerin azlığı ve kifayetsizliği etrafında dolanıyor. Ben,yav üstat hakimler çok kalitesiz ve sayıları çok az sayılarının ve kalitelerinin artması lazım dedim. Arkadaş,kulağıma eğilerek asıl avukatlar çok kalitesiz ve yeni yetişen avukatlar bi bok bilmiyor dedi. Biliyormusun dedi,eğer yeni mezun doktorlarda biz avukatlar gibi mezun oluyorlarsa asıl o zaman boku yedik. Gülümsedim ama tüylerim diken diken oldu o anda. Ve hala diken diken.. Hakkaten öyleyse boku yedik...

BOLİVYAYA SELAM-SU YAŞAM HAKKIDIR

Bolivya’da Kızılderili lideri Evo Morales’in devlet başkanlığıyla sonuçlanan büyük değişim 1999 yılının aralık ayında su savaşıyla başlar. Bolivya hükümeti Dünya Ban- kası’nın isteği ile ülkenin üçüncü büyük kenti olan Cochabamba’nın suyunun özelleştirilmesi için 2029 Kanunu adıyla yeni bir yasal düzenleme yapar. Kanun o kadar acımasızdı ki yağmur suyunu kullanma hakkı bile bu yasayla satılır. Suyla birlikte yağmur bulutları da özelleştirilen Cochabambalılar, bu haksızlığa karşı ‘Su Savaşı’nı başlatır. Oscar Olivera ve dört arkadaşıyla başlayan bu direniş beş ayda 1 milyon kişiye ulaşır. Halk su savaşını kazanır. 2029 Kanunu değişir ve suyun özelleştirilmesi durdurulur. Su savaşının ardından, Bolivya’nın doğal kaynaklarının halkın ve işçilerin eline geçmesi için direnişler başlar. Bolivya’da suyla başlayan hareket 2006 yılında ülkenin ilk Kızılderili lideri olan Evo Morales’in devlet başkanı seçilmesiyle sonuçlanır. Bolivya’daki su savaşının lideri Oscar Olivera, geçtiğimiz hafta sonu Su Hakkı Sempozyumu’na katılmak için Diyarbakır’a geldi. Tüm dünya sizi Bolivya’da suyun özelleştirilmesine karşı yürüttüğünüz savaşla tanıdı. Peki sizin öykünüz nasıl başladı? 1955 yılında Bolivya’nın Oruro köyünde doğdum. 16 yaşında bir ayakkabı fabrikasında çalışmaya başladım. Her zaman Che Guevera ve Federico Escobar Zapata’nın üzerimde büyük etkisi olmuştu. 90’lı yıllarda Cochabamba İşçi Konfederasyonu, Bolivya Fabrika İşçileri Konfederasyonu gibi oluşumların başkanlığını yaptım. 2000 yılında Su ve Yaşam’ın Direnişi Koalisyonu’nun sözcüsü oldum ve o günden bu yana benzer direnişlerin içindeyim. Sizce su savaşını tetikleyen ilk şey neydi? Suyun özelleştirilmesini sağlayan 2029 Kanunu bu savaşı tetikledi. Kanunla birlikte doğanın bize verdiği su, hatta bulutlarımız bile satıldı. Yağmur suyunu kullanmak için bile şirketlerden izin almamız gerekiyordu. Suyunuza sahip çıkmak için 5 kişi yola çıktınız. Beş ayda nasıl 1 milyon kişi oldunuz? Mücadeleye köylüler ve işçiler olarak başladık. Önce köylüler dağlardan şehre indi ve eylemlere başladı. Hepimiz gece gündüz demedik kapı kapı gezdik. Sembolik ve yaratıcı eylemlerimizle medyada yer aldık. Hükümet bize karşı sertleştikçe, baskılar arttıkça direniş de arttı. Kısa sürede 1 milyon kişiye ulaştık. Suyunuzu alan şirkete ilk tepki olarak su faturalarını yaktınız. Halk bunu yapmaya nasıl cesaret etti? Özelleştirme ile birlikte suyun fiyatı yüzde 300 arttı. Faturalarımızı ödeyemeyecek duruma geldik. Şehrin ana meydanında toplandık ve su faturalarını toplu olarak yaktık ve bu faturaları hiçbir zaman ödemedik. O kadar güçlüydük ki, şirket gelip suyumuzu kesmeye cesaret edemedi. Bu anlattığınız çok ciddi bir eylem. Bolivya hükümeti geri adım atmadı mı? Hükümet hiçbir şey olmamış gibi davrandı. Şirketle halkı karşı karşıya getirdi ve kendi sessiz kaldı. Hükümetin sessizliğini bozmayı ve şirketi ülkenizden çıkarmayı nasıl başardınız? Hükümeti harekete geçirmek için mart ayında kendi örgütlerimizle bir referandum düzenledik. Bu referandumla halkın suyun özelleştirilmesini istemediğini gösterdik. İşe yaradı mı? Hükümeti harekete geçirmek için yeterli olmadı. Biz de nisan ayında son noktayı koymaya tüm şehirdeki yaşamı durdurmaya karar verdik. Şehirdeki yaşamı nasıl durdurdunuz? Asker ve polis size engel olmadı mı? Su savaşı öyle büyüdü ki kimse engel olamadı. Hepimiz evlerimizdeki eşyalarımızı sokaklara çıkardık. Şehrin tüm yollarını böyle bloke ettik. Kimsenin geçmesine de izin vermedik. Bu eylem sekiz gün sürdü. Sonunda beş kişi öldü ve 200 kişi yaralandı. Nihayetinde, su savaşını halk kazandı. Su savaşının ardından birçok direniş hareketinde yer aldınız. Bu hareketler Eva Morales’in Bolivya Devrimi ile sonuçlandı. Peki siz siyasi kimliğinizi nasıl açıklıyorsunuz? Ben ne Marksist, ne Leninist, ne de Maoist’im. Yaşamına anlam ve mutluluk katmak isteyen biriyim sadece. Hayat bizim eylemlerimizle şekillenir. Ne istediğimizi söylemeli ve sonra ısrar ve bütünlükle hedefimize doğru çalışmalıyız. (RADİKAL GAZETESİNDEN ALINTIDIR.)

21 Haz 2012

ZENGİN ZİHİN VE FAKİR ZİHİN

Harv Eker'in Amerikada çok satan bir kitabı var "secrets of millionaire mind". Bu kitaptan zenginlerin zihin yapıları ile fakirlerin zihin yapılarını karşılaştırdığı bölümde 17 temel fark üzerinde duruyor ve kitapta detaylı olarak bu başlıkların altını dolduruyor yazar. Ben başlıklar halinde belirtmekle yetineceğim. I HAVE A MİLLİONAİRE MİND (bu mudur budur.sürekli bunu tekrar ediyorum kitabı okuduğumdan beri.Kararlıyım bu defa zengin olmaya arkadaş)
ZENGİN ZİHİN                                                     FAKİR ZİHİN 
1-Hayat,benim yarattığım şeydir.            1-Hayat,başıma gelenlerdir.
2-Kazanmak için oynar.                         2-Kaybetmemek için oynar.
3-Zengin olmak için azimlidir.                3-Sadece zengin olmak ister.
4-Büyük düşünür.                                 4-Küçük düşünür. 
5-Başarılı ve zengin kişilere öykünür       5-Kendini layık görmez. 
6-Olumlu duygular ve başaralı insanlar 6-Olumsuz duygular ve başarısız ile birliktedir.                                              insanlarla birliktedir.  
7-Seçeneklere odaklanır                        7-Engellere odaklanır. 
8-Değerli olduğunu hissettirir.                8-Değersiz olduğunu hissettirir. 
9-Sorunlardan daha büyüktür.                 9-Sorunlardan daha küçüktür. 
10-Almayı çok iyi bilirler                       10-Çok kötü alıcılardır. 
11-Sonuçlara yatırım yaparlar                11-Zamana oynarlar. 
12-Her ikisi de diye düşünür                 12-Ya-Ya da diye düşünür 
13-Net kara odaklıdır                           13-Brüt gelire odaklanır 
14-Parayı yönetmeyi bilir                      14-Parasını yönetemez 
15-Parayı çalıştırmayı bilir                    15-Para için çalışır 
16-Korkusuna rağmen eyleme geçer       16-Korku onu frenler 
17-İlerlemeci ve yeni bilgilere açık         17-Ben zaten biliyorumcu

20 Haz 2012

ORASI YILANA AİT SİZ ORADAN ÇIKIN

İki gün önce gazetelerde okudunuz Bursa'da ormanda piknik yapan vatandaşlar ormanda yılan görmeleri üzerine vatandaşların yılanın peşine düşüp hayvancağız bir ağaca sığınınca can havliyle polis ve itfaiyeye haber veriliyor ve itfaiye ve poliste olay yerine geliyor(işin tuhafı) , yılan ortaya çıkarılamayınca orman bölge müdürlüğü aranıyor ve ağacı kesmek için ekip isteniyor bursa orman bölge müdürü de bence tarihe geçecek bu cevabı veriyor "yılanlar ormanda yaşar orman ona ait siz oradan çıkın". Memlekette aklı başında birisi olduğunu görmek çok sevindirici. Millet kafayı yemiş nedir lan bu şiddet hayvancağız can korkusuyla kaçıyor gidiyor sen kazma kürek hayvanın peşine düş,yetmiyor polis ve itfaiye çağır,yetmiyor ağacı kesmeye kalk. Naptı lan o hayvan size salak sürüsü.Bu nedir yaa bu yılan düşmanlığı bu memlekette. Sanırım şu adem havva cennetten kovulma meselesinde fazla alınganlık göstermişiz insanlık olarak. Oysa mitolojide bilgeliğin ve hikmetin sembolüdür. Tıbbın sembolü bir asaya sarılmış çift yılandır. Ben yılanlarla büyüdüm evet itiraf ediyorum yukarıdaki o vahşet cinnetine ben de kapılmıştım.Çocukluğumda yılan görüldüğü yerde öldürülür ve kovalanırdı.Halbuki salak köylü yılan senin iyiliğin için çalışıyor.Tarladaki farelerle besleniyor. Ve bize de hiçbir zararı yok.Ve ben aklımı işleterek bu bilinçaltı korkumdan kurtuldum. Bu aralar ortalıkta çok fazla yılan hadisesi görülmeye başladı ve evini mi yakan istersin arabasını mı yakan istersin,ağacı mı yakan istersin memleketin delisi bol maşallah. Yerde sürünen zavallı bir hayvandan ne isteriz ve niye korkarız bilmem. Isırsa nolacak mesela ki hayvan üstüne basmadıktan sonra hayatta öyle bir delilik yapmaz.Nedir bu yılan katletmek iştahı..

6 Haz 2012

SEN NEYE HAZIRSAN O DA SANA HAZIRDIR

Marc Victor Hansen (tavuk suyuna çorba kitabının yazarı meşhuur arkadaş,parayı fena buldu helal olsun) sözüdür başlık. Hayat ve insan ilişkisini ve çelişkisini veciz bir şekilde ifade etmiştir üstat. Umduğunu bulmaktır bir nevi yaşamak. Bu sözü ilk duyduğumda kendime şöyle bir göz gezdirdim "ben neye hazırım?" diye sordum ve yaşadığım hayat hazır hissettiğim kadar mıydı. EVET.Cevap buydu.Bu yaşadığım hayat hazır olduğum bir hayattı. Daha fazlasına hazır olmadığımdan hakettiğim kadarını vermişti bana hayat,hatta biraz da kıyak geçmişti hani. Dönüp dolaşıp para konusuna gelecem gene "sen nasıl olur da bu kadar zeki olmana rağmen para kazanamazsın" sorusuna verilecek cevap yukarıdaki başlık. Paraya hazır değilim çünkü. gelecek olan gelmiyor gelen durmuyor bu yüzden. Milyoner zihnine sahip olmayan için anlaşılması zordur bu para işleri. Zenginler parayı mıknatıs gibi çekerler zihin buna programlıdır çünkü. Ya neyse bilen biliyor mevzuları bilmeyenler bilenlere sorsun ya da kumda oynasın. Parayla ilişkimi düzeltmek için ilk önce para fikrine zihni alıştırmak ve hayal etmek gerekiyor. Gözlerimi kapatıyorum ve parayı bir mıknatıs gibi çektiğimi hayal etmeye başlıyorum ,edemiyorum . Para bir türlü bu hayalin içine girmiyor.. Bu günlerde şöyle bir parolam var bunu da "milyoner zihin"kitabından öğrendim;ben parayı çeken bir mıknatısım. BEN PARAYI ÇEKEN BİR MIKNATISIM..

2 Haz 2012

KADIN BİR ERKEĞİN ANAVATANIDIR..

Kadın bir erkeğin anavatanıdır..Bir erkek bu vatanda dünyaya gelir ve burada gömülür..Denizdeki balık misali farkında değildir erkek bu gerçeğin ve kendini üstünmüş gibi görüverir bu özgür ülkede başı dik dururken..Bilmezki bir kadının kalbinde kök salar bir erkek ve yarattığı tüm şeylerle birlikte.. Bir erkek bir kadını sevememişse ne vatan bilir ne yaratan..Ne de bir mezarı olur..

BİLİNÇALTI NEREYE BİZ ORAYA...

(Bu yazı Radikal Gazetesinin kitap ekinden alınmıştır.Behice Tezçakar'ın kitap tanıtım yazısıdır. Önemi itibariyle bloga alınmıştır.) 
Bilim dediğimiz şey ‘bu kadarını biliyoruz gerisini henüz bilemiyoruz ama araştırıyoruz’un sistematik olarak bir amaç çerçevesinde toplanması. Modern zamanların başımıza açtığı ruhsal bin bir sıkıntının devasını bulmak için çare arayan psikoloji, psikiyatri bilim dallarının çok dışında ruhsal psikoloji denen bir meret var ki pek çok insan ona bayılıyor. Nereden mi anlaşılıyor, kitap satışlarından. Bu alanda çalışanlar adeta insan makinesinin kullanma kılavuzunu çıkarmaya çalışıyorlar. Bilinçaltını inceliyor, sıklıkla hipnozu kullanıyorlar. Carl Jung, Sigmund Freud, Milton Ericson, Wilhelm Reich mevzuyu dünyaya öğreten adamlar. 

Türkiye ’de ise ruhsal psikolojiye yoğunlaşmış isimler arasında en enteresan olanı bence Seda Diker. Kitapları peynir ekmek gibi satan bu kadın bilinçaltı ile ilgili araştırmalar yaparken karşıma çıktı. Diker, bilinçaltının biz fark etmeden hayatımızı nasıl yönlendirdiğine, bu hard diski nasıl temizleyip format atmamız gerektiğine dair yol yöntem öğreten bir uzman. Danışanlarının problemlerinden ve bunlara sebep olan korkularından bilinçaltı hipnoz yöntemleriyle kurtulmalarına yardım ediyor. Kitabında yapmaya çalıştığı şey kadınların derdine derman olmak. Hangi derdine mi? Tabi ki erkekler. 

‘Aslında Giden Erkek Yoktur’, dişiliğin, modern dünyanın dayattığı müstehcenlikle ilgisi olmayan bir sanat olduğunu anlatıyor. Genel itibariyle bilinçaltının hayatımız üzerindeki etkisi üzerine çalışan Seda Diker kitabında bilinçaltının ilişkilerimizi nasıl yönlendirdiğine yer vermiş. Yazar yaradılışın doğal dengesinin henüz bozulmadığı, bilinçaltının tam kirlenmediği devirlerde kadınların kadın, erkeklerin erkek gibi olduğunun altını çiziyor. Buradan hareketle ana tezi bilinçaltı temizliği yaparak ve tarih öncesi çağlarda kalmış olan dişilik ilminin kadim bilgilerini tekrar hatırlayarak ilişkilerimizin doğal dengeye kavuşacağı. Diker kadınlık ilminin eski çağlarda gayet iyi bilinip icra edildiğini yazıyor. Bu işin kurallarını öğrenebilmek için kadınlığın tarihine kısa da olsa bir göz atmak gerekiyor. 

 Dişiliğin tarihi 1961 -65 yılları arasında Çatal Höyük’de kazı yapan British Institude of Archeology arkeoloğu James Mellaart, bu M.Ö. 8000’lere dayanan meşhur neolitik çağ köyüne yeniden hayat verirken kadınlığın tarihine de ışık tutmuş oldu. Dönemin Anadolu ’sunda kadının ne kadar önemli olduğunu anlatan tek veri herkesçe bilinen tanrıça figürleri değil. Arkeologların ortaya çıkardığı ‘ay evleri’ de var. Neolitik köyün kadınlara özel servis veren kurumları varmış ve kadın metabolizması ayın dünya etrafındaki döngüsüyle paralel gittiği için buralara ‘ay evi’ denmiş. Aylık periyodunu yaşayan her kadın, kız çocuğunu da alıp bu evlere gidermiş. Yaklaşık bir hafta süren bu dönem boyunca kadınlara hizmet edilir, masaj yapılır, devrin en bilge kadınından hamilelik, kadınlık, dişilik, annelik sanatı ve enerji kullanımı üzerine eğitim alırlarmış. Ay evlerindeki en bilge kadına verilen isim ‘An-a’ anne kelimesinin etimolojik kökenini işaret eder. Kadınlar An-a’dan duygusal güçlerini doğru yönde ve toplumun refahı için kullanmayı öğrenirler. Neolotik çağın anaerkil anlayışına göre kadınların duygusal, ruhsal, zihinsel ve bedensel olarak mutlu olmaları çekim yasası gereği iklimi olumlu yönde etkiler, kadınların duygusal doyumu toprağın bereketini arttırırmış. (Bu inanış bana Kur’andaki ‘kadınlar sizin tarlalarınızdır’ ayetini hatırlattı.) Kadınlar ay evine gider de dönemin erkekleri hiç boş durur mu ? Onlarda güneş evlerinde kadınları duygusal, ruhsal, zihinsel ve bedensel olarak nasıl mutlu edeceklerini, eşlerini nasıl koruyacaklarını, avcılığı, çiftçiliği, babalığı öğrenirlermiş. 

İnsanın anaerkil düzende yaşayası geliyor. Yani çağın yin-yang dişi-eril döngüsü şu şekilde işliyormuş. Erkek kadını mutlu eder, kadının olumlu duygularıyla çekim yasası harekete geçer, kadın bereket ve bolluk enerjisini çeker, toprak iklim güzelleşir, ürünler bollaşırmış. İnanışlarına göre bir bölgenin kadınları topluca mutsuz olursa, orada doğa mutlaka intikam alırmış.

 ‘Gılgamış çok kabasın’ Seda Diker konuyla ilgili olarak ‘Gılgamış Destanı’nı şimdiye kadar tarihçilerin ve edebiyatçıların bakmadığı bir tarzda ele almış. Yazar iri, güçlü ve kaba yapıdaki Gılgamış’ı berbat Aryan kültürünün bir temsilcisi olarak değerlendiriyor. Pazar yerine gidip sorgusuz istediği her yiyeceği alması, canının çektiği her kadına ilişmesi, tersine giden erkeklerle dövüşmesi Aryan özellikleri. Seda Hanım destanlaşmış ‘Gılgamış’ın bilinçaltındaki ölüm korkusu yüzünden böyle davrandığını yazıyor. Bilindiği gibi hikayedeki Gılgamış hayatı boyunca gerçekten de ölümsüzlüğün peşinde koşar. Diker enteresan bir şey söylüyor, yüzyıllardır içinde yaşadığımız bize Aryanlardan miras kalan ataerkil düzenin kökünde erkek bilinçaltını kirleten ölüm korkusu var. Kitapta bilinçaltını kirleten 5 ana korkudan bahsediliyor; değersizlik, kaybetme, yetersizlik ve başarısızlık, yüzleşme ve ölüm. Örneğin çapkın, hovarda erkeklerde yetersizlik korkusu var. Çapkınlar yetersizlik duyguları yüzünden tek bir kadından aldıkları onayla yetinemiyorlar, pek çok kadının onayına ihtiyaç duyuyorlar. Korktuğum başıma geldi diyenler, size söylüyorum Diker bilinçaltını işgal eden korkuların hayatımızın kısır döngülerine sebebiyet verdiğini, onları çektiğimizi, sürekli aynı sorunları bu sebeple yaşadığımızı açıklıyor.

 Ben Diker’in bahsettiği korkulardan oluşan bilinçaltını tasavvuftaki ‘nefs’ ile aynı şey olduğunu düşündüm. Geçim korkusu, yalnızlık korkusu, takdir edilmeme korkusu, beğenilmeme korkusu, hastalık korkusu gibi tüm korkularından kurtulmuş, teslim ve güvende hisseden insan gerçek anlamda huzurlu, mutlu özgür insan oluyor. Tıpkı nefsini eğitmiş insan-ı kamil, ermiş derviş gibi. 

 Diker özet olarak doğru ilişkiyi duygusal boşluklarımızı ve bilinçaltı korkularımızı sildiğimiz zaman yaşayacağımızı söylüyor. Kadının yaşam enerjisi * Kadında beklenti oluşturup yerine getirmeyen, sözleriyle davranışları tutmayan erkek, kadının yaşam enerjisini çalmış olur. Duygusal olarak yarım kalan kadının pozitif enerjisi istemese de onu yarım bırakan erkeğe kaçar, erkek böylece daha iyi hisseder. Kadının bilinçaltı ise sevdiğinden değil enerjinin kimin çaldığını bildiğinden onu düşünmekten kendini alamaz. Enerji vampirlerinden zihnen kurtulmanın, yaşam enerjinizi geri alıp hatta borcunu ödetmenin yollarından biri topraklama. * Bir erkeği elinizde tutabilmek, evliliğe ikna edebilmek için ondan çocuk sahibi olmak hiç iyi fikir değil. Eğer işe yarasaydı sevdiği adamdan bebek sahibi olan güzeller güzeli ünlüler terk edilmezlerdi. * Kızına fiziksel ya da sözlü şiddet uygulayan babaların kızlarının değersizlik duygusu yüzünden yetişkinliğinde kendisine iyi davranmayan erkekleri beğenme riski artıyor. Kitaptan ASLINDA GİDEN KADIN YOKTUR Seda Diker Destek Yayınları 2012, sayfa, TL.

30 May 2012

DUYGULARI YÖNETMEK..

Ben içimdeki denizde yol alan benlik gemisinin kaptanıyım. Elimde haritam yok. Rehberim ve korkularım var. Eğlenceye düşkün bir ruhum ve gidilecek sonsuz bir yolum var. Ama vaktim çok az şimdilik. Oyalanacak zaman yok ama oyalayacak yer çok ve serkeş bir aşığım. Sahillerin güzel dudaklarına mest olup kıyılarda sevişme isteğim var. Rüyalarımı anlayacak dili henüz keşfetmedim ama ruhum bu dilden konuşuyor. Bir çeyiz sandığı gibi içim ama kapağını nasıl açsam bilemiyorum. Kucağımda uyumamak için direnen oğlum gece saat dörtte bana ne kadar çaresiz olduğumu öğretiyor ve ne kadar güçsüz. Öfkeleniyorum..Çok öfkeleniyorum.. Kucağımdaki minik beden güvende olduğunu sandığı bu kollar tarafından hırpalanıyor. Kendi çocukluğumumu tekrar ediyorum acaba diye düşünüyorum? Kendi çaresizliğinin farkına varan insan yunus peygamber gibi yol ayrımındadır ya sığınır sonsuz güce ya sırt döner. Ben yol ağzında mıyım yol ağzındaysam rabbime güveniyor muyum sığınacak kadar ...??!! Bu sorunun cevabını bilmeden dolanıyorum odada. Sabah ezanı okunuyor ve ben kızgın bir adam olarak yatağa giriyorum. Kaçtım mı ?? Sığınmak yerine. İnsan sevdiğini hiç üzer mi diyor kızım. Sanırım Tv den duyduğu bu cümleyi tekrar edip duruyor bu sabah.İnsan sevdiğini hiç üzer mi?? İnsan sevdiğini değil sevmediğini bile üzer mi? Üzüyoruz birbirimizi sevdiğimizi en çok sonra da kendimizi. Üzülen hep kendimiziz. Vicdanını görebilen her insan bundan üzülür vicdan bize yansıtır çünkü hayata verdiklerimizi gerisin geriye bu aynadan. Ağzından ve elinden çıkan her şey sana geri döner bumerang gibi. Söylediğin sözü işitirsin karşılık olarak. Seninle sevişmek isteyen kadını anlayabilirsen ve sevişebilirsen seni seven kadınla sığınmanın ne kadar çoşkun olduğunu görürsün apaçık.Birliğin tadını aldığında RAB seni çağırıyor demektir. Çağrıya cevap vermeyen kervanı kaçırır yunus gibi. Dağlar başında kalırsın bir başına. Ve gönül o kadar gitmek isterken sevdiğine..Ayakların yürümez ise ardından gönlün bırakıveririr seni bir ceset olarak yeryüzünde. Diriliş günü sadece kemiklerin dirilir etsiz ve kuru.. Sadece kendini düşün ama sadece kendini o kadar kendini düşün ki dipsiz ol bütün evren buraya düşüversin usulca. Bir bakmışsın ki kocaman bir gülümseme var Cebrailin yüzünde. Bir gülümseme ki ödül odur , çocuğun gülümsemesi gibi sana karşılık beklemeden. Bir gülümseme ve içten bir teşekkür. İşte gidiyorum bir şey demeden arkamı dönmeden şikayet etmeden hiç bir şey almadan bir şey vermeden yol ayrılmış,görmeden gidiyorum.Ne küslük var kalbimde ne pişmanlık...(kazıma teşekkürler)

TEKERLEK HIZLA YUVARLANIYOR...

Kapitalizmin değiştirdiği en temel şey doğallık. Marx'ın çok isabetli tespiti ile insanı kendisine ve doğaya yabancılaştırdı. Allah'tan kopuk ,doğadan kopuk,insandan kopuk sun'i bir dünya kurdu. Rahmani olan şeytani olanla ters-yüz oldu.Her şeyi dönüştürdü ve hızla dönüştürmeye devam ediyor ve nereye doğru evrildiğimizi hiç bilmiyoruz. Geçmişe övgü felan derdinde değilim. Demokrasi öyle ya da böyle kapitalizmin bir yan ürünü olarak gelişti ve köle düzenini makineler sayesinde dönüştürdük. Ama bunun bedeli ağır oldu ve asgari ücretli yeni bir köle sınıfı doğdu ve bunların azat olma ihtimali de yok. Düşünüyorum da müslüman bireyin bu sisteme henüz bir cevabı yok. Cevap verebilecek tek insan o halbuki.Müslümanın kendinden haberi yok ki çağına cevap versin. İmamı Azamın gölgesinde oyalanan ürkek bir çocuk.


Aklını yitirmiş bu adam gönlünü kurtarmakla meşgul. Gönül çoktan sistemin eline geçmiş haberi yok.Faizsiz bankacılık yaparak müslüman kalacağını sanacak kadar çocuk. İslami atılım Hz.Ömerin şehit edilmesi ile sona ermiştir bana göre.Muaviye soyunun sistemi ele geçirmesi ile İslami devrim siyasi anlamda bitmiştir. İlmi anlamda Endülüsün yıkılması ile bitmiştir. Endülüsü yıkan Avrupa rönesansa girişir yıkıntıların üstünden. İslam alemi 700 yıldır suskun. Osmanlı Fatihin ölmesi ile Avrupaya cevap verme ufkunu kaybetti. Döverek onlardan üstün olabileceği inancı ile 200 yıl idare etti.18.yy başında Avrupa öylesine bir darbe vurdu ki Osmanlıya bu bu topraklar hala kendisine gelebilmiş değil. Kapitalizm basit bir kavram değil,hemen hakkında karar verilebilecek ve direnç gösterilebilecek. Grip virüsü gibi sürekli değişiyor ve bünyeye girdiğini ancak hasta olduğun zaman farkediyorsun ve iş işten geçmiş oluyor. Bütün bunları düşünmeme sebep olan mahalle kavramı ile ilgili dün geceki tv programıydı. Mahallemizi kaybettik bu şehirde ve bu kapitalist gelişme modelli metropol tanımıyla gelen inşaa sürecinin sonucu. Bunun neticeleri ne olacak bilmiyoruz insanlık olarak. Eskiden atığımızı çöpümüzü havaya suya toprağa umarsızca boca ederdik. Sonra gördük ki bu akıllıca değil. Şimdi de düşünmeden yeni arabalara ,lüks tüketime,cep telefonu koynumuzda uyumaya,plazalara,sitelere taşınmaya başladık. Sonumuz ne olacak bilmiyoruz. Böylesine şimdi iyi diyoruz. Yaklaşık 50 sene önce sigaranın sağlığa faydalı olduğu,mamaların anne sütünden daha iyi olduğu yönünde reklamlar yapılırdı. Sadece bunu hatırlatmak istiyorum.. Bir düşünelim bakalım kapitalizm nedir ve biz nereye gidiyoruz.???

25 May 2012

AL SANA EĞİTİM..

Oku da memur ol bizim gibi köylü kalma derdi annem tarlada güneşin altında işlenirken. Okumak yani örgün eğitim sisteminden geçip bir meslek sahibi olup gölgede çalışmak,dairede oturmak köylü anne babaların çocukları için kurdukları en büyük hayaldi. Eski zamanlarda hikmetle omuz omuzaydı eğitim. İnsanlar anlamak için öğrenirlerdi. Ol zamanlardan bu çöl zamanlara geldiğimizde kapitalizm tarafından anlam kaymasına uğratıldı bu eğitim işi. Eğitim olmaktan çıktı çoktan da öğretim olmaktan da çıktı epeydir. ÖĞRETİM;kafana sokacağım diyor yani fiilin yapısında bozukluk var en başta sistem zorla hepinizi adam edecem diyor. Sınıfta kalma da yok. Zorla diyor,adı üstünde zorunlu eğitim. Beş yaşında elinizden alacam oturtacam sıralara kalıba sokacam diyor. Göndermesen günlük 15 TL ceza keserim diyor. Kızımın okul yaşı yaklaştıkça gerilimim artıyor. Pestilimi çıkarmış bu okul sistemine çocuklarımı da kurban vermek istemiyorum açıkçası. Okusunlar memur olsunlar diye bir kaygım yok açıkça. Ne kadar az okulla temasta kalırsa o kadar sağlıklı kalacağına eminim çocuklarımın. Bunun çözümü de biz velilerde. Çocuklarımızı insan olarak değil sınava hazırlık yapan varlıklar olarak görmeye devam edip onları dehlediğimiz sürece zorunlu eğitime devam edeceğiz. Ya da ses vereceğiz sınavların olmadığı çocukların oyun oynayarak öğrendiği geniş bahçeleri olan ve sıraları olmayan post modern ama o kadarda kadim eğitim yuvaları inşaa edeceğiz. Kurduğumuz şehirlerde çocuklar ve sakatlar yaşamıyormuşçasına evler(pardon arı kovanları üstelik şekilsiz ve çirkin) ve sokaklar yapıyoruz. Daracık alanlara sıkıştırdığımız çocuklarımızı bir de zorla sıralara oturtup sıkıcı dersleri zorla öğretmeye kalkıyoruz. Yavrucaklarda herhalde anne-babalarımızın bildiği bir şey var diye sesleri çıkmıyor çıksa da höyt sus bakayım büyüklere cevap verilmez diyoruz.