17 Ağu 2018

VAN DEPREMİ NEYİ SARSTI (GÖLCÜK OLARAK DA OKUNABİLİR)

Van depremi neyi sarstı? – Murat ÖNDERMAN


Türkiye’de kamusal alanı/devleti toplum üzerinden okumanın vakti gelip de geçmedi mi?

Hem deprem hem de ‘imar’ ülkesi olmasına rağmen depreme dayanıksız binalardan geçilmeyen Türkiye’de, Vandepremlerinde yaşananlar, bize bu coğrafyadaki sosyal gerçekliğe dair olarak tekrar gösterdi ki aynı zamanda bir hukuk alanı olan kamusal alan, fiilen bir disiplinsizlik alanıdır. Hükümetin kural dışı kalitesiz yapılara göz yumulmaması konusunu bu kez ‘sahiden’ ele almaya yöneliyor görünmesi, yürürlükteki hukukun icrasıyla yürütmenin siyasi boyutu arasındaki bağın Türkiye’deki sıradışı kuvvetine işaret ediyorsa da bu, konunun burada ilgilenmeyeceğim yönü.
Kültürel bir kargaşa 
Ben bu yazıda şu soruya yanıt arayacağım: Bu disiplinsizlik, yasaları küçümseme anlamına gelen bir tür kendini beğenmişlik mi? Değilse, nedeni nedir?
Bu konuda akla ilk gelen ve sıkça sorulan soru şu: AcabaTürkiye’de hukukun etkinsizliğinin nedeni, Batılılaşma sürecinde üretilen hukuk kurallarının baskın toplumsal kültürün nitelikleriyle uyumlu olmaması mı? Devletin demokratik meşruiyetinin zayıflığını ima eden bu soruyu soranlar, genellikle yanıtın da olumlu olduğunu düşünenler. Bana daha makul gelen bir seçeneğe göre ise, Türkiye bir kültürel kargaşaya doğru gidiyor ve kadın/erkek/genç/Müslüman/Türk vs. bireyler, kendilerinden kültürel olarak ne beklendiğini giderek daha az biliyor olsalar da, sözü geçen halin önde gelen nedeni bu süreç de değil.
İkinci soru şu: Hukukun olmasa bile, devletin bazı niteliklerine yönelik tepkiler midir bu serbestliğe yol açan? Hukuka saygı göstermeme, devletin otoriterliğine –veya hukuk devletinin gereklerinin yerine getirilmesindeki eksikliklere- karşı alışılageldik veya yerleşmiş, halka mal olmuş bir tutum mudur? Hukukun sivil etkinsizliği, resmi etkinsizliğine karşı toplumsal bir tepkinin sonucu mudur? Demokrasileri hem pekişik hem de ‘yaşlı’ olan ülkelerin, hukuk kurallarının bireyler dolayısıyla hayata geçirildiği başarılı/güçlü devletlerinin olması, bu tezin doğruluğunun bir kanıtı olarak görülebilir mi? Ne var ki kişilerin soyut olarak uygun buldukları kurallara fiilen pekâlâ uymayabilecekleri, kendileri için sık sık ‘istisna’lar öngörebilecekleri de bir toplum içinde yaşayan herkese malum olsa gerek! Hatta kişilerin çoğu kez bir kural koyucu gibi düşünme eğilimi göstermedikleri de kolaylıkla gözlemlenebilir. Kaldı ki İslami bayramlarda uzaktaki ailelerine/akrabalarına kavuşmak için yola düşenlerden birçoğunun, trafik kurallarını küçümsemenin sonucu olarak ‘kazalarda’ helak olmasının nedenini de mi devletin otoriterliğine karşı bir tepki olarak göreceğiz? Peki yaşlılara yaya geçitlerinde ‘ahlak gereği’ yol veren ‘sürücü’lerin, tüm yayalara karşı aynı şekilde davranılmasını belirten hukuk kuralını umursamamakta gösterdikleri azmi neye bağlayacağız? Kendi özel hayatlarında toplumsal ahlaka uygun davranmaya/davranılmasına özen göstermek konusunda eksikliklerinin bulunmadığını düşündüklerini sandığım birçok işverenin, sayıları milyonlarla ifade edilen kaçak çalışanı istihdam etmesi de mi devletin otoriterliğinden kaynaklanıyor?
Tercih meselesi  Türkiye’de kamusal alanı/devleti biraz da toplum üzerinden okumanın zamanı gelip de geçmedi mi? Ben bu sorunu toplum üzerinden ele almaya çalışacağım. Peki ne mi görüyorum? Ahlakın bireysel bir tercih konusu olarak görülmediğini, bireyi grup ilişkilerinin bir tarafı değil de parçası olarak ele alan baskın toplumsal kültürün, ahlakı da hukukiymiş gibi zorunlu/zorlayıcı hale getirdiğini… İşbölümü düzeyinin artmasına rağmen, ilgili herkese eşit muameleyi öngören meslek ahlakının yeterince güçlenmediğini… Bireyi soyut haliyle ele alan, dolayısıyla herkese hitap eden bir ahlakça desteklenmeyen hukukun boşlukta kaldığını… Herhangi birinin kullanabileceği binaların kurallarına uygun yapılmasının bir garantisinin olmadığını…
Gölcük depreminden sonra, birisinden şu sözleri işitmiştim: “Ben bu yıkılan konutları yapan müteahhidin yerinde olsaydım, parkeden, çerçeveden çalardım; betondan çalmazdım ki bina yıkılmasın”. Demek ki bunlar da bir tercih konusu olarak görülebiliyormuş!
Bilindiği üzere bu coğrafyadaki en katı ve zorunlu ahlak kuralları kadınlara dairdir. Bu eğilim, özel alanın liberal kültürlerdeki gibi bir özgürlük ve bireysel tercih alanı olarak görülmediğinin diğer bir işareti. Türkiye’de yasalar, cinsiyetlerin eşitliğine verilen önem bakımından baskın toplumsal ahlakın ilerisinde. Ne var ki hukukun sosyal bağlayıcılığı, bu toplumsal zorlayıcı ahlakın geçerliliği kadar kuvvetli değil.
177 ülke arasında 82’nci 
Benim kamusal alandaki hem resmi hem de sivil boyutları olan serbestliğe ilişkin açıklamam şu: Türkiye’de hukukun gereklerinin bireylerce yerine getirilmesinin iradi/keyfi, buna karşılık toplumsal ahlakın gereklerinin yerine getirilmesinin zorunlu/zorlamaya tabi bulunduğu yolundaki toplumsal eğilim etkili olmaya devam ediyor. Türkiye’de adeta ahlak hukukileşmiş, hukuk ise özelleşmiş! Bu nedenle bu ülkede, aileyi/haneyi merkezine koyabileceğimiz özel alan bir sınırlama/denetleme alanıyken, kamusal alan ise bir serbestlik alanıymış gibi görünüyor. Kamusal alandaki serbestliği bu alanın bireysel tercihle/iradeyle ilişkilendirilmesine, ailenin etkili bir sosyal kontrol kurumu olarak öne çıktığı özel alandaki sınırlamayı ise onun toplumsal/zorunlu bir ahlaki alan olarak nitelendirilmesine bağlamak mümkün görünüyor.
Türkiye’de –herkesin aynı yasalara tabi olması anlamında- bir eşitlik alanı olan kamusal alanda karşımıza çıkan hukuku küçümsemek/kendini beğenmişlik oluyor; buna karşılık özel alan zorlamaya tabi toplumsal ahlak kuralları üzerinden okunduğu ölçüde, onu niteleyen özgürlük değil, bireysel tercihlerin küçümsenmesi oluyor. ‘Namus’ cinayetleri, baskın ahlakın ana damarlarından biri olan ve cinsiyetlere dair yazılı olmayan çifte standartlı kurallara aykırı davranmanın yaptırımının neye varabildiğini göstermiyor mu?
O zaman ‘Dünya Başarısız Devletler 2011 Yılı İndeksi’nin başarı sıralamasında, Türkiye’nin 177 ülke arasında 82. olması da şaşırtıcı değil.

Murat ÖNDERMAN - İstanbul Üniversitesi, SBF, Doçent Doktor.
(Bu yazı, Atsushi Miyazaki’ye ithaf edilmiştir.)