3 May 2016

Beş İslâm'ın Şartı (İbadetler) + Altı da İnancın Şartı (Amentü) / Ahlâk-sız Türk Müslümanlığı

İlhami GÜLER den Türk Müslümanlığı üzerine.

Hacca giden vatandaşlarımızın Mescid-i Haram'da namaz kılan Arapların namaz esnasında ta'dîl-i erkâna dikkat etmediklerini, namazda rahat davrandıklarını, Mushaf'ı başlarının altına koyarak camide yattıklarını görünce, döndükten sonra Türklerin Araplardan daha iyi Müslüman olduklarını iddia ettiklerine hepimiz şahid olmuşuzdur. Son yirmi yıldır 'siyasal veya fundamental İslâm' çıktıktan sonra bizdeki halk İslâmı'nın 'Türk Müslümanlığı' şeklinde yeniden değerinin keşfedildiğini söylemek mümkün. Bazılarının, bu Türk Müslümanlığının merkezine 'Alevî' yorumunu koyarak yeniden inşâ etmeye çalıştıklarına şahit olmaktayız.
Türk Müslümanlığının bir yönetici-bürokrat sanatçı ve zengin katı; bir de halk katı vardır. Birinci tabakanın dindarlığı söylem düzeyinde 'Benim dedem de hacıydı', 'Ninemin de başı örtülüydü', 'şekil önemli değil (ibadetler kastediliyor), önemli olan kalp temizliğidir', 'Benim kalbim temiz'... vs. şeklinde aktüelleşir. Eylem düzeyinde ise genellikle mübarek gecelerde içki içmemek, kandil simidi yemek, yakınlarının cenazesine yarım başörtüsü ve siyah gözlükle katılmak ve Ramazanda oruç tutmak şeklindedir. Halk katında ise, beş vakit (% 45) veya Cuma (% 84) namazı kılma, hacca gitme (% 17), oruç tutma (% 91) şeklinde ibadetlerin ağırlıkta olduğu bir dindarlık tarzı yaygındır. Biz aşağıda bir bütün olarak 'Türk Müslümanlığı'nın bazı karakteristik özelliklerini fenomenolojik yöntemle gözlemlemeye çalışacağız.
Kur'an okuyan bir kimse Hz. Adem'den Hz. Muhammed'e kadar yüzlerce peygamber tarafından tekrar tebliğ edilen İslâm dininin (hak dinin) özünün Allah ve ahirete iman etmek ve ahlâklı olmak olduğunu görür. Kur'an'da bu öz "iman edenler ve salih amel işleyenler" şeklinde yüzlerce tekerrür eder.
Yalnız Kur'an'da söz konusu edilen iman, Allah ve ahireti kesin tasdik etmekle başlayan ve bu iman Allah'a ise, O'na saygı duyma, O'nu sevme, O'nun bilincinde olma, O'na hamd ve şükretme, rahmetini umma, azabından korkma ve O'nu sık sık anma şeklinde artan ve eksilen, bir şuur ve kalp fiilleri şeklinde tezahür eder. Ahirete iman ise, cennet nimetlerini, ödüllendirmeyi arzu etme; cehennemde cezalandırılmaktan da korkma şeklinde ortaya çıkar. Zorunlu olarak ahlâkı doğuran bu bilinç hali 'takva' olarak isimlendirilir. Ancak, Türklerin itikadî mezhebi olan Maturidîliğin iman anlayışı böyle değildir. Türklerin iman anlayışı, fıkıhta mezhepleri olan Hanefîliğin kurucusu olan Ebû Hanife'nin Mûrcie'ye yakın iman anlayışına dayanır. Maturidî, Ebû Hanife'nin itikad alanındaki görüşlerini alarak geliştirmiştir. Bu görüşe göre iman, salt zihinsel kesin tasdik (kesin hüküm, kanaat, karar,inanç)dan ibarettir. Bu inanç anlayışı zamanla işlenerek itikad (akaid) kitaplarında "Amentü" şeklinde özetlenmiştir: Amentü'de imanın temel iki unsuru bulunduğu gibi; melekler, önceki peygamberler ve onlara verilen kitaplarla birlikte bir de yorumlayana göre içeriği değişebilen 'kader' eklenerek sayı altıya tamamlanmıştır. Elbetteki Allah'ın haber verdiği varlıkları (melekler, cinler) ve geçmiş haberleri (peygamberleri ve kitaplarını) tasdik etmek zorunludur. Ancak, dinin ve dindarlığın özünü oluşturan iman, Allah'a ve ahiret hayatına olan imandır.
İman (faith) ve inanç (belief) birbirinden ayrı şeylerdir. İman inanca dayanır. İman canlı, sıcak, tutkulu, dinamik ve sahibini mutlaka eyleme (amele, ahlâka) zorlayan bir şey olduğu halde; inanç, ölü, kuru, zihinsel, pasif, durağan bir itikaddır. İman artar-eksilir; inanç ise değişmez (artmaz-eksilmez). İmanın karşıtı küfür, inancın karşıtı reddetme, kabul etmeme, yalanlamadır. İmanı olanın ameli mutlaka olur; ancak inancı olanın ameli olmayabilir. İnanç, imanın ölmüş halidir.
Hanefiliğin Türk versiyonunda ahlâk ve salih amel söylem düzeyinde dinin emri ve önemli bir unsuru olarak kabul edilse de, pratikte dinin salih amel boyutu ibadetlere indirgenmiştir. Bu da "İslâm'ın şartı beştir" formülü ile yapılmıştır. Yani İslâm dini, beş unsurda özetlenmiş, daha doğrusu beş unsura indirgenmiştir. Bunlardan birincisi, "Amentü"nün de özeti olan "Kelime-i şehadet"tir. Yani "iman" önce 'Amentü' şeklinde altı "inanç" ilkesine indirgenmiş, daha sonra bu da özetlenerek "Kelime-i şehadet" şeklinde söze indirgenmiştir. Diğer İslâm'ın dört "şart"ı da dört ibadettir: Oruç, namaz, hac ve zekât.
Kur'an'da Allah'a imanı desteklemek, canlı tutmak ve ahlâka yardımcı olması amacıyla konulan ibadetler, bağlamlarından, amaçlarından koparılarak kendileri bizatihî amaç ve dinin en önemli ve neredeyse dinin tamamını ifade eden unsurlar haline getirilmiştir. Zamanla tekrar edile edile alışkanlık haline gelerek rutine binen bu ibadetler, amaçlarını büyük ölçüde yitirmişlerdir. Bu ibadetler Allah'a "borç ödeme" mantığı ve ahirette "sevap" kazanma amacına indirgenmiştir. Kur'an'da inanç, imanın temeli; ibadetler de iman ve ahlâkın yardımcısı konumunda iken; aradan iman ve ahlâk kaybolmuş, inanç ve ibadetler bunların yerini almıştır.
Osmanlı-Türk Müslümanlığı "ilmihal" Müslümanlığıdır. İlmihallerin içeriğinin yüzde doksanı ise itikad ve ibadetten oluşur. Buna "32 farz" Müslümanlığı da denir: "Beş İslâm'ın şartı, altı da imanın şartı, etti 11; üç de guslün farzı, etti 14; dört de abdestin farzı, etti 18; 12 de namazın farzı (altısı içeride, altısı dışarıda; içeridekilere 'rukun'; dışarıdakilere 'şart' derler), etti 30; iki de teyemmümün farzı, etti 32." Otuz iki farzı sayma, sayabilme Anadolu'da vasat Müslüman olmanın kriteridir. Oruç ve hac ibadetinin farzlarıyla sayı 54'e tamamlanarak bir Müslüman'ın "din bilgisi" tamamlanmış olur.
Kur'an kursları olayı Türk Müslümanlığını özetleyen başka bir gerçektir. Önemli olan ilâhî kelâmın mânâsını kavramak değildir. Önemli olan, ilâhî kelâmı Arapça okuyabilmeyi öğrenmektir. Ramazanlarda 'hatim' indirme ve ölülere bağışlama; ölülerin arkasından 'mevlid' okutma ve kandil gecelerinde (dualar kabul edildiği için) ibadet ve dua ile hem dünyalık beklentilerimizi karşılama hem de ahiret için bol sevap kazanma Türk insanının tipik dindarlık tezahürleridir.
Alevî dindarlığı ve din anlayışı (Türk Müslümanlığının önemli bir tezahürü olarak), sosyolojik olarak kırsal kökenli ve Şamanizmle birlikte birçok İslâm öncesi kadîm inançların karışımı bir sentezdir. Türk Müslümanlığının bu versiyonu, İslâm'ın beş şartından dördünü de atarak din ve dindarlığı "Kelime-i şehadet"e indirgemiştir. Alevîliğin, Kur'an ve sünnet etrafında dönen bir söylem olma yerine, Hz. Ali'nin mitleştirilmiş kişiliği etrafında oluşan bir söylem olduğu bilinmektedir. Alevîlikteki "Ali"nin tarihsel Ali değil, mitleştirilmiş Ali olduğu herkes tarafından bilinmektedir. Tıpkı Hıristiyanlığın tarihsel İsa yerine, tanrılaştırılmış İsa etrafında oluşturulduğu gibi.
Türk toplumunun ideal dindar tipi 'abdestli-namazlı', 'namazında-niyazında', 'namazında-orucunda', sarıklı-sakallı', hacı, örtülü-tesettürlü (örtünün 'irtica' alâmeti olduğu icadı yeni çıktı, topu topu yirmi yıllık hikaye) insanlardır. Hacca gitmek isteyenler genellikle ömr-i ahirinde bu ibadeti ifâ eder. Çünkü 'hacı'lığı 'taşıması' gerekir. O da dünya işleri ile uğraşırken olmayacak bir şeydir. Ancak, hacca gidenlerin çocukları da 'hacı'lık statüsünün güvenilirliğini ranta dönüştürmesini bilir. "Hacıoğulları" işyeri tabelalarına yansır. İman Türklerde inanç olarak algılandığı için, dışarıya taşan bir sonucu olmadığı için 'iman ile paranın kimde olduğu bilinmez'. İman, son nefes verilirken lazım olduğu için 'dünyada mekân-ahirette iman' gerekir.
Türk dindarlığı, domuz etinin haram olduğu ve yenmemesi gerektiğinde çok hassastır. Ama aynı titizliği rakı içme, şarap içme konusunda göstermez. Rakı, Türklerin 'millî' içkisi haline gelmiştir. Atalarımızın 'kımız' içmesi gibi. Erkekleri bekareti önemser, oysa kendisi zinadan kaçınmaz ve bunu meşrulaştırır (çapkın, hovarda). 'Namus' uğruna kolayca cinayet işler. Namusunu temizler.

Toplumsal ahlâka gelecek olursak; Türkler, Kur'an'da sadaka, infak ve zekât olarak ifade edilen 'yardımseverliği' hakkıyla yerine getirirler. Misafirperverdirler. Ancak, haksız kazanç ve hırsızlık alabildiğine yaygındır. Hele kamu malı, devlet malı olunca 'Devlet malı deniz, yemeyen domuz' kuralı geçerlidir. Kendinden olmayanları sömürme kabiliyeti yoktur; ancak, kendinden olanlara karşı aynı hassasiyeti göstermez. Yaptığı işi hakkıyla ve dürüst olarak yapmaz. İşin hilesine kaçar, tembellik eder. İdeal olan 'salla başını, al maaşını'dır. 'İşini bilir' sözü Türkçe'de lafzî anlama gelmez, işin hilesini bilir anlamına gelir. Kısa yoldan 'köşe dönme' ile zengin olma, işi 'beleşe getirme' idealidir. Türkler zora gelmez, 'işin kolayını tutmak' daha doğrudur. Terlemez, üretmez. Rant yoluyla, faizden, piyangodan, totodan, lotodan, defineden kısa yoldan zengin olmayı düşler. Yalan söylemekte bir beis görmez. 'Yalandan kim ölmüş' ki. Araplar kadar olmasa da sözünde fazla durmaz. 'Sözün sened' olduğu dönemler geride kalmış; çek-senet mafyası türemiştir. Kur'an'daki 'cahiliyye' kavramının anlam içeriğine yakın bir şekilde çok kötü bir 'gurur' anlayışı vardır. Gururuna dokunanı çekip vurur. 'Burnundan kıl aldırmaz'. Erkeklik gururuna dokundurtmaz. Gösterişe çok düşkündür. Yaptığı birçok şeyi "görsünler diye" yapar. İşimiz, gücümüz: 'el-alem ne der', "Acem peh peh'i, Türk poh poh'u sever." Yani israfa gömülmüş durumdayız. 'Yerli malı' kullanmak ve tutumluluk otuzlu yıllarda kalmış bir masaldır.
Özetle, bu söylenenler bir öz-eleştiridir. Diğer Müslüman milletlerle mukayese edilerek söylenmiş şeyler değildir. 'Onların bizden neresi iyi' denebilir. Ancak, 'Türk Müslümanlılğı' denen olguya Kur'an'ın ortaya koyduğu "iman ve salih amel" ilkeleri açısından baktığımız da, hiç de iyi bir yerde olduğumuz söylenemez. Ev taşımasında olduğu gibi, bir din, doğduğu, yurt, millet ve dilden başka bir yurt, millet ve dile taşınırken bazı zaiyatlar olur. Yeni kimliğin üzerinden bir de bin senelik bir zaman geçince, bazı inhirafların olması kaçınılmazdır. Türkler kimliklerinin ontolojik kurucu bir unsuru olarak İslâmiyeti kabul ediyorlarsa, onu biraz daha ciddiye almak zorundadırlar.
İLHAMİ GÜLER

2 yorum: