(Gizem Yılmazer, Ölüm Üzerine Düşünceler-KalemKahveKlavye Dergisinden alıntı)
Ölü evine yemekler getirilir, götürülür. Ölüm, bilimsel olarak kanıtlanmıştır, acıktırır. Susulan anlarda yemek yenilir. Yemek ağızda büyürken rahmetlinin bedeni çiğneniyor gibi hissedip, tükürürsün.
Ölüm bir rüyadır, rüyada gibi algılanır. Birileri ölür, insanlar toplanır, bir şeyler sandıklara konur ve birileri tabutlara… Toplanıp yıkanıp paklanıp kaldırılır ve gerisi koca bir toz bulutu. Dünya, yaratılmadan önce nasıldı? Yalnızdı. İnsan da her şeyden önce yalnızdı. Rüya bittiğinde her şey başladığı yere döner. En çok acı o zaman duyulur. Ölüm tekrar algılanır, ölen tekrar ölür ve geriye bir hayatın geride bıraktığı boşluk kalır. İnsan gidenin arkasından en çok kendisine ağlar. Belki de çekilmiş bir dişin yokluğuna dilin hep gitmesi gibi, insanın aklı hep ona gider. Anılar sallantıda, işitilmiş sözler sadece geçmişte ve kulak zarında kalır.
Yitirileceğinden korkulur. Hiçbir tanık yoktur artık. Söz, kelimenin tam anlamıyla uçmuştur. İki kişi arasında geçmiş şeyleri bilen yalnızca bir kişi vardır, o da kalandır. Meydanlar dolup dolup boşalır, pencereden tanık olunur. Yalnız bırakılmış ev gibi, o da dolar ve boşalır, ama o, yakını ölen hep yalnızdır. Bazen yalnızlığımız sadece bir kişiliktir, bir kişinin olmayışının acısını çekmekteyizdir fakat o boşluk en kuvvetli ve acı veren boşluktur, doldurulamaz. O bir kişiyi bulsak her şey tamam. Fakat ölüme çare bulunamaz.
Ölünün arkasından taziye için gelenin ettiği her söz, kalanların göğsünde bir yüktür, küfür gibi işitilir, o da eğer duyulursa. Çünkü yokluğun üzerine edilecek uygun bir söz yoktur, en afili söz bile boşlukta yankılanır. Yine de insanlar ölüm karşısında bir şey demenin uygun geleceğini düşünürler, onlara göre en korkuncu hiçbir şey dememektir. Susmak yerine “Diyecek pek bir şey yok, ama…” veya “Söz bitti…” demeyi tercih ederler. Kayıp yaşayan, yokluk çeken birininse tek istediği sözü kesilmeden, susularak dinlenmesi ve dolduramadığı boşluğun bir benzeri gibi bulduğu karşısındakinin omuz boşluğuna başını koyup ağlamaktır. Bazen insan ağlasa içi yıkanacak ve orayı sonsuza kadar kötü düşünceler doldurmayacak gibi gelir.
Ölü evinde aslında hem birileri gelsin hem de herkes gitsin de yalnız kalalım diye beklenir. Yalnız kalmak ölü yakınının sonsuza kadar kendisine verebileceği en büyük ceza ve geri kalan hayatında çekeceği en büyük sınavdır. Yalnızlık, ölümün en büyük sonucu olarak insanı büyütür ve yaşlanmış yapar. Ölü yakınları kendilerini, geride kaldıkları için hayat boyu cezalandırmakla yükümlüdür. Hayat maratonunda tekleyen arkadaşını geride bırakmış gibi hisseder o kişi. Ve bazen bilerek de yalnızlığı, insan içine karışmamayı seçer ve sevdiğine kavuşacağı anın hayaliyle, ölümü yaşama katık ederek, yaşayanlardan çok ölenin elini tutarak yaşar.
Ölü evine yemekler getirilir, götürülür. Ölüm, bilimsel olarak kanıtlanmıştır, acıktırır. Susulan anlarda yemek yenilir. Yemek ağızda büyürken rahmetlinin bedeni çiğneniyor gibi hissedip, tükürürsün. İnsanlar bir şeyler kutlarken de, yas tutarken de yemek yerler.
Gel zaman git zaman çevrendeki insanların etkisi azalınca ve kendinle baş başa kalınca haplar içilmeye, vücut halsiz bırakılarak ölüm beklenmeye çalışılır fakat aksi gibi de gelmez ölüm çağırılınca. Ölümün zamansızı ve istenmeyeni makbuldür ki ölümü suçlayasın. Ve her ölüm erken ölümdür. Acısından kendini öldürmeye çalışan kişi aslında bilir kendi için ölmek istediğini. Kendi de ölse, ölene ne yararı olacaktır ki. O, kendini gidenin yokluğuna dayanamadığı için, daha fazla acı çekmemek için öldürmek istemektedir. Fakat her intihar bir tanık ister, asıl tanık olunması beklenen kişi ise zaten yoktur; öyleyse intihar etmenin anlamı ne? Eğer tam tersi olsaydı, ölen sevdiği için kendi canına kıymak isteseydi “Senin mutlu olmanı, arkasından yaşamanı isterdi” sözleri etkili olurdu.
İnsan aslında kaldırılan her cenazede kendi kaderine ağlar. Bilir ki bu musalla taşında bir gün onun da sevenleri, yakınları toplaşacak, buluşacak ve onu gömdükten sonra yâd edecekler. Gömü işi yapıldığında orada duran tabutun, gömüldükten sonra mezarının varlığı, yaşayan kişinin yokluğunun altını kalın kalemlerle çizer. Bu yüzden her mezarlık ziyareti ayrı bir işkence ve yüzleşmedir ölümle. İnsan orada ayakta dikilirken en çok kendine ağlar.
Ölümle her rastlaşma insana hayatın ne kadar anlamsız ve boş olduğunu düşündürür. Oysa hayat sonlu olduğu için yaşamaya, çılgınca ve coşkuyla yaşamaya değerdir. Sonu olan her şey muazzam ölçüde insanı çekebilecek güzelliktedir, yaşamın çekiciliği bundandır.
Her an sonludur. Ve insan ömrü de sonludur. Ölen kişilerin bu kadar makbul olmasının en önemli özelliği artık biletlerinin kesilmiş, ömürlerinin sonlanmış olmasıdır. Bu kişilerden artık hata yapmalarını bekleyemeyiz. Hatta aradan zaman geçtikçe yaptığı hatalarını da beynimizden sileriz. Geriye sadece özlem kalır. Onları en güzel şeylerle özdeşleştiririz, insanın en güzel erdemleriyle, en iyi huylarıyla. Baharda açan çiçek bize ancak onun kadar güzel gelir, köpüren deniz sadece onun varlığı kadar ferah ve iç açıcıdır. Fakat o yoktur ve bu yüzden bunların hiçbirinin anlamı da yoktur. Ah o bir olsaydı bütün dertlerimizden bizi çekip çıkaracaktır.
Kafamızdaki biraz da ütopik kişiyle ölen kişinin varlığı devam ettirilir. Her an onunla beraber yaşanır, yoksa bu anlara tanık olmanın anlamı ve zevki yoktur.
Her kişiyle birlikte yeni bir zaman, yeni bir hayatın varlığı başlar aslında. Her kişi bir milattır hayata. Hele ki bazı insanlar onunla tanışınca yeniden doğmuş gibi hissettirir. Bir çiçek düşünün, onunla tanıştığınızda saksıya veya toprağa ektiğiniz. O kişi ölünce veya ilişkiniz bitince bu çiçeğin solması misali yalnızca iki kişinin bildiği, doğumuna ve gelişimine tanıklık ettiği bir hayat sonlanır aslında. Üzüntü en çok bu özelliğin yitirilmesindendir. Bu hayata ne anılar sığmıştır, sözgelimi bir gencin hayatı kadar yaşanmışlığınız, birlikte vakit geçirmişliğiniz, görmüşlüğünüz, sevmişliğiniz vardır. Böyle böyle insanın içinde bir yerler solar, tüm çiçekleri solduğunda o kişi artık başka çiçeklerinin açmayacağına inanır. Hayatın seyri onun için durmuştur ve artık karşısına farklı hiçbir durum ve hiçbir insan çıkmayacaktır. Hayattan hiçbir beklentisi kalmamıştır, ki o kişi artık ölüdür. Bilirsiniz, bir çiçeğin açışı ne kadar mutluluk vericiyse, soluşu da o kadar hüzün vericidir. Bu yüzden yeni çiçekler açsın, yaşam devam etsin diye mezarlara hep çiçek ekilir.
Yakını ölen kişi kasetçalarda devamlı başa sarılan kasetler gibi kafasında onunla ilgili anıları döndürüp durmakla cezalandırılmıştır. Ölmekten çok kalmak zordur, hayatın boyunca bütün bir suçluluğu taşımaya imza atmaktır gidenin arkasından kalmak, yaşamak suçu. Belki de bu yüzden gidenin arkasından ölmeyi seçmek daha kolaydır. Bütün anılar birbirine eklenerek bitmeyen bir şarkı icat edilmiştir, böylece ömrü sonsuza uzatılmıştır. Ve şarkılar insanı anlatır ve bazı şarkılar özellikle yokluğu çekilen insanları hatırlatır. Şarkılar geçmişi hatırlamak için bir sürü sihirli söz saklar içinde, kafana göre yorumla, anımsa ve seç seç hüzünlen. Yazanın nasıl bir hikayesi olduğunu bilemezsin sonuçta, kendi hikayene klip çeker, şarkıyı kafanda ona göre oynatır, ağlarsın.
İnsan yaşlanınca çevresindeki insanların birer birer yok oluşuyla, eksilir, eksilir ve kendi özüne döner. Katıksız ve yalnızdır artık. Yeni doğmuş gibi kimsesizdir. Üstünde hiçbir giysi yoktur. Şanslıysa, uzun yaşarsa en eksik, en tamam ve en çocuk haliyle ölür ve gömülür. Bir tek üstüne beyaz bir elbise giydirilir, günahsız olduğunu simgelercesine. Mezara sevdiği şeyleri götüremez ama zaten sevdiği herkes öte taraftadır.
Toprak, gidenler hiç geri gelmediği için bu kadar güzel kokar, gidenler de hep güzel anılır. Ve cennet hiç görülmediği için bu kadar güzel anlatılır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder