10 Şub 2015

ÖLMEDEN ÖNCE ÖLÜNÜZ

(KalemKahveKlavye dergisinden alınmıştır)14 Ocak 2013 Pazartesi


“Ölmeden Önce Ölünüz” / The Fountain Filmi Üzerine | Koray Sarıdoğan



Dinlemeye korktuğum şarkılar var. Hayatımın playlistinde ilk 10’a girecek kadar taptığım, ama asla yolda yürürken, kahveiçerken, bu dünyanın sıradan bir anında dinleyemeyecek kadar korktuğum, endişelendiğim şarkılar… The Fountain filmininsoundtrack albümü baştan sona bu şarkılardan birkaçını taşıyor. Sadece müzikleri değil, film de beni korkutuyor.


Aynı filmi birkaç kez izleme isteği, saplantılı insanların karakter özelliklerindendir. Ben de onlardan biriyim; defalarca izleyip yine izleyeceğim çok film var. İçlerinde bir tek The Fountain (Kaynak), içim gitmesine rağmen klasörüne çift tıklayamadığım filmlerden… Peki bu korku neden?

Murat Menteş, “Korkma Ben Varım”da “Kalbinizde olup da hiç kimseye anlatmayı başaramadığınız dile getirilmesi imkansız bir şey var ya -işte Allah onu biliyor, üzülmeyin” der. Amenna… Peki o şey ne? İslam’ın secdede, Hristiyanlığın kilisede, Buda’nın meditasyonda, dervişlerin yollarda, müptelanın kimyasallarda aradığı o büyük eksik ne? Daha da önemlisi, hayatlarımızda tam anlamıyla “tam” olan şeyler var mı? Aşkımız, sevgimiz, dostluklarımız, kanunlarımız, tabularımız, sınırlarımız, hazlarımız ve eşyalarımız; bütün bunlar asla tamamlanamayacak bir eksik için üretilmiş, biraz insan yapımı, biraz içgüdü eseri şeyler olmasın?

Kuantum fiziğine göre hiçbir şeye tam olarak dokunamıyoruz. Dokunma hissi sırasında varlıklar arasında gözle görülmez boşluklar oluşuyor. Dokunuşlarımız tam değil. Bir şiir, bir kitapsayısız başka esere ve fikre açılıyor ve asla bir “zirve anlam”a ulaşmıyor. Anlamlar tam değil. Çok seviyoruz; elde edemediğimizde ya geçiyor, ya soluyor. Elde ettiğimizde ısısını kaybediyor. Sevgilerimiz tam değil. Arzularımız, güdülerimiz var. Hepsi en fazla birkaç orgazma kadar. Sevişmelerimiz tam değil. Bu dünyaya dair bilinmezlikler herkes için söz konusu. Ama her an ölecek gibi yaşamakla, hiç ölmeyecek gibi yaşamak arasında büyük bir varoluş farkı var.


Duralım…
Demek istediğim, “Öteki dünyaya hazırlık yapalım” değil. Bu yazının mantığına paralel olarak demek istediğim şu: Kuyruğunu kovalayan köpeğin çemberi gibi hayatlarımız. İnsanoğlunun hayatta kalma ve hayatı anlamlandırma güdüsü yüzünden, birçok gerçek gibi ölümü de olumsuzladık. Ne ölüm olumsuz, ne de hayat. Aciz fikriyatımız, ölümün olduğu yere soru işareti koyarak bu dünyayı bir cevap sanıyor. Asıl soru işareti, bu hayatın kendisi. Cevaba henüz gelmedik.

Düşün şimdi; anlamak mı daha önemli hissetmek mi? Sözlerini bilmesen de kağıt kesiği gibi acıtan şarkılar, sonunu çözemesen de etkilendiğin filmler, kaynağını bilmesen de çarpıldığın kokular varken anlamaktan bahsetme n’olur! Anlamak hiçbir şeyin sonucu ve sebebi değil. Anlamak asla tamamlanan bir şey değil. Anlamak bu dünyaya dair. Oysa hissetmek, gördüğümüz ve göreceğimiz tüm alemleri kapsayabilir.
The Fountain’e gelelim… En büyük korkum,bilinçaltım. Bilincimin altı ile üstü arasında köprü kuran görüntüler, Tom’un saydam küresi ile yaşamın kaynağına, Mayaların “Şibalba”, bizim âb-ı hayâtdediğimiz yere çıkarken gördüğümüz görüntülerle aynı. İzzi’nin ölüme karşı cesur ve hatta istekli duruşu, yolun sonuna her gelişimde “Bundan sonrası da var” diye düşünmemle aynı.


Nefret ettiğin şeyleri, çocukluğunda ve geçmişinde canını ölümüne yakan anıları, kaybettiklerini, asla kazanamayacaklarını, başaramadıklarını, ağladığın, geberdiğin zamanları unutmak istiyorsun. Duyguların en zirvede duranını, huzur verenini arıyorsun. Kendini atmak ve her şeyi unutmak istediğin manzaralar, evler veya şehirler var. Bazı rüyalarında ulaşman gerektiğini bildiğin, sahip olduğun ne varsa parçalayarak varmaya çalıştığın yerler oluyor değil mi? Bazen bir deniz, bir yol veya ev. Bir dokunsan, bir daha hiç uyanmamayı bile kabul edersin. Gerçekte arzulamadığın kadar arzuluyorsun o rüyadaki hedefi… Fark ettin mi, tüm bu çabalar, bu dünyaya dair şeylerden kurtulmak için. Ve bu dünyaya dair şeylerden kurtulmak, bu dünyada olmamakla mümkün belki… Tamam, ölümü arzulama ama onu olumsuzlama da. Dalından düşen meyve toprak için yeni bir tohum demektir, biten her şey yeni şeylerin olması demektir, acıların ve üzüntülerin yeni cümleler demektir ve ölüm, yeni bir hayat demektir. Sana bu dünyadan sonrasında Cennet’e, Cehennem’e ya da falanca yere gideceksin diye garanti veremem, buna ispatım yok. Ama sana bu dünyadan sonrasını ispatlamak için elimde saçma sapan bir hayat var. Bütün olay, bu saçma ve kısır hayattan ibaret olamaz, değil mi?

Öleceğiz dostum. Öleceğiz sevgilim. Bu dünyada yeniden ayağa kalkabilmek için nasıl yıkılmak gerekiyorsa, yeniden hissedebilmek için o tek vuruşluk acıyı tadacağız. Herkesin kaçmaya çalıştığı ölümün, gerçekten de “huzura giden bir yol” olduğunu anlayacağız. Murat Menteş’in bahsettiği o şey, senin rüyalarında, benim kabuslarımda kovaladığım, sıradan hayatlarımızdaki kötülüklerden kaçıp kendimizi atmak istediğimiz o yer; işte orası, ne bir sevgilinin kolları, ne annenin kucağı, ne sıcak bir yatak, ne de bir deniz manzarası… Orası, bu dünyada anlayamayacağın ama belki hissedebileceğin bir yer. Bu yüzdenThe Fountain, anlamaya çalışmak yerine zerrelerine kadar hissetmek için izlenen bir film. Ben bu yüzden izlemekten ve dinlemekten korkuyorum. Çünkü menzile varmayı değil, yolda olmayı seviyorum. Çünkü yolda olmayı severek, ölümü anlayabileceğimi biliyorum. Çünkü insan hep bir şey bekler bu hayattan dostum, ama o beklediği şeye kendini hazırlamaz. Ben yolda olmayı severek kendimi sona hazırlıyorum. Yok olmak için değil; bu dünyada yok olduğumu hissettiğim her an kelimelerle cümleler yaratmayı bildiğim için, tükendiğim her an birazdan başlayacağımı öğrendiğim için, her şey bittiğinde ne rüyalarda, ne sıradan günlerde ulaşacak bir yer kalmayacağını, zaten orada olacağımı bildiğim için. Kötü biri olmaktan korkarken daha çok kötülük yapmaktan kurtulacağımı, çünkü iyi ve kötünün olmadığını anlayacağım için… Gittiğim şehirlerde ve sevdiğim kadınlarda bazen ölümüne hissettiğim, ama asla ölecek kadar hissedemediğim şeye ulaşacağım için. Ölümün bir hastalık değil, yaşamak zehrinin panzehri olduğunu bildiğim için.

Keşke daha çok kelimem olsa, daha komplike varyasyonlarla anlatabilsem; hem Fountain’i, hem hissettiklerimi. Keşke, deliler gibi aşık olmak isteyip olamamanın sancısını, keşke çıldırırcasına var olmak isteyip safdışı kalmanın acısını, kavgalarıma, anlaşmazlıklarıma, parasızlıklarıma, başarısızlıklarıma kalın bir zar çekip, o filmi izlediğimde hissettiğim saydam, berrak ve huzurlu hissi, hiçbir şeyle temas etmeden duran ve bana “Bir gün elbet” kararlılığını veren, ama bu dünyaya değil, tüm dünyaların ötesine ve üstüne çıkararak hissettiren, hedeflerin, planların, stratejilerin, ilişkilerin çok üstünde bir yerde olduğumu düşündüren, hani uzanamadığın şeye parmak mesafesiyle durduğun, hani avla avcı arasında milimetre hesabıyla gördüğün, içinin kıyıldığı, canının çıktığı, ulaşamayacağını bilsen de sırf ulaşmak istediğin bir şey bulmuş olmanın tadını çıkardığın o yer… Kökleri hiçbir yere girmese de kök saldığı için mutlu olan bir ağaç. Büyütecek su bulamasa da filiz verdiği için sevinen tohum… Bu hayatta bir amaç bulmuş olmayı, amacı gerçekleştirmeye bile değişmeyeceğini bildiğin an…

Anlatamadım, ama çok yakınım… O sesi duyuyorum: “Bitir” diyor. Bitiriyorum, yeniden başlasın diye.
Bir gün herkes, hiç doğmamış olacak.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder