10 Şub 2015

ÖLMEDEN ÖNCE ÖLMEK

(Dücane Cündioğlu'nun Simurgta yayınlanan bir yazısı tarih 5 haziran 1999)

Sorumluluklarımız var, hem de ne pahasına olursa olsun yerine getirmek zorunda olduğumuz sorumluluklar.

Sıkıntılarımız var, bir türlü halledemediğimiz, görmezden gelemeyeceğimiz, ne yapalım olsun diyemeyeceğimiz sıkıntılar.

Sorularımız var, sormaktan kaçınamayacağımız, cevabını bulmakla mükellef olduğumuz, cevabını bulmayı başkalarına devredemeyeceğimiz sorular.
Bir dünya var zihnimizde, hayalini kurduğumuz, hayalimizde yaşattığımız, hayaliyle yaşadığımız bir dünya. Bizi biz yapan bir dünya.

Sevgilerimizin de, nefretlerimizin de kendisiyle anlam bulabildiği bir dünya.

Bir de içinde yaşadığımız bir dünya var, canımızı sıkan, nefsimizi bunaltan, keyfimizi kaçıran bir dünya. Kendisiyle mücadele etmek zorunda bulunduğumuz bir dünya. Peşine takılıp gitmememiz gereken bir dünya. Bize acı veren, dert veren, sıkıntı veren bir dünya.

Hangisi gerçek acaba? Hangisi yaşanmaya/yaşatmaya değer bir dünya?

Bir zamanlar hepimiz zihnimizdeki dünya adına, hayallerimiz adına içinde varolduğumuz dünyayı reddettik, onun gerçekliğini gerçek saymadık, bize verdiği acıları bile umursamadık. Fuzûlî gibi Aradan ey şem-çık bir gûşe dut kim gece/Bezm bir horşîd tal‘atdan münevverdür mânâ dedik. Yumruklarımızı sıktık, dişlerimizi sıktık, canımızı sıktık, lâkin değer vermedik o gerçek sûretindeki yalan dünyaya.

Cevabımız hazırdı. Çünkü itirazı, itizali seçmiştik bir kere. Üstelik kızkulesini mesken edinmiştik. Evimizi yıldızlar aydınlatıyordu, yıldızları ise biz aydınlatıyorduk. Herbirimiz birer güneşti. Ve aydınları ısıtan, ışıltan asıl bizlerdik.

Biz zamiri dahî o zamanlar gerçek bir bize tekabül etmiyordu. Biz belki de hiç varolmamıştı. O bizi de biz varetmiş idik, kimbilir. Fiilerimizde saklı (müstetir) zamiri dışarı çıkarmaya, başkalarına göstermeye ne de meraklı idik! Biz bizdemekten hoşlanır, bizsiz eylemlerin olamayacağını zannederdik. Yalnız olduğumuzda, yalnız gezdiğimizde, yalnız başına kaldığımızda dahî biz olmaktan, eylemlerimizin zamirini zikretmekten vazgeçmezdik. Beyazlar saçlarımızı bir alev gibi yalasın isterdik, ayaklarımızın ağrısını muskalara biz yazarak kesmeyi denerdik, sanki bizin olmadığını bilirdik de bunu kendimize itiraf etmekten korkardık.

O zamanlar bizler gerçekten korkardık. Fakat bizler aslâ birer korkak değildik. Hayata kafa tutardık, hem de hiç korkmadan, hiçbir şeyden korkmadan. Gerçeğin kendisinden korkmazdık, sadece gerçekten korkardık. Korkumuz gerçekti, gerçeğin ta kendisiydi çünkü.

Hayatı yaşamanın keyifli olduğu günlerdi o günler. Sadece, ama sadece hayalleri genç, yürekleri genç, acıları genç insanların tadını çıkarabileceği günler. Nedense bizler hayatta iken hayatıdeğil, hep ölümü düşündük, ölümü düşünerek yaşadık, ölümle birlikte yaşadık. Öldüğümüzde ise, hayatın gülümseyen yüzü kapımızı çalmaya başladı. (Elimizdeyken, kendisine sahipken reddettiğimiz, taleplerini geri çevirdiğimiz hayata, onu elimizden kaçırdığımızda mı kıymet verecektik!) Netice itibariyle, hayat bize küsmüştü, bizim ona küstüğümüz günlere nisbet.

Bir ölür, bin diriliz diyorlardı... Biz ise bin kere ölüyor ve fakat bir kere bile dirilmiyor, dirilmeyi istemiyorduk. Biz sadece ölüyorduk. Sadece biz ölüyorduk. Ölmek sadece bize mahsûstu. Ölmeyi seviyorduk, ölür gibi yapmaktan, ölmüş gibi davranmaktan ise nefret ediyorduk.
Şimdi dünya değişti. Biz onun zaten değiştiğini/değişeceğini biliyorduk ve bu yüzden hiç şaşırmadık. Şaşıranlara da şaşırmadık. Öyle ya, daha o zamanlar biz onlara arkadaşlarımızı kendi yaşıtlarımızdan seçmediğimizi ve seçmeyeceğimizi söylememiş miydik? Genç yaşta bile bile yaşlanmaya karar verdiğimizi kendilerine bildirmemiş miydik? Onlar çayırlardan papatyakoparırlarken, bizler kabristanlarımıza servi fidanları dikmiyor muyduk?!

Onlar seviyor mu, sevmiyor mu diye soruyorlardı, bizler ise yârin sevgisinden şüphelenmenin câiz olmadığını iddia ediyorduk. (Kim mi onlar? Onları, defterlerinin arasına sakladıkları papatya çöplerinden tanıyabilirsiniz. Çünkü onların papatyaları yapraksızdır.)

Bizi şimdi, tıpkı daha önce de yaptıkları gibi, gerçek dünyayla yüzyüze getirmeye çalışıyorlar. Kapımızı çalan hayatın o gülümseyen yüzüyle yüzleşmemizi talep ediyorlar bizlerden. Ölümü unutmamızı, ölülerimizi terketmemizi istiyorlar. Diktiğimiz servilerin dibine su dökmemize lüzûm olmadığı husûsunda bizi iknâya çalışıyorlar. Kabristanlarımızı şehrin dışında, hayatın dışında inşâ etmemizi teklif ediyorlar. Bununla kalmıyorlar ve bize her türlü yardımı yapacaklarını da vaad ediyorlar. Ne garip ki bizim kabristanlarımızı en başta zaten şehrin dışında yapmış olduğumuzu hiç akıllarına getirmiyorlar.

Şimdi kabristanlarımız tüm heybetiyle şehrin ortasında. Serviler ise iyiden iyiye büyümüş. Bize ikide bir hayatı hatırlatmalarının tek nedeni de işte bu: Serviler. Evet, ölüm kalım mücadelesinin tek nedeni, bize hayat veren o güzelim serviler!


Onlar seviyor mu, sevmiyor mu diye soruyorlardı, bizler ise yârin sevgisinden şüphelenmenin câiz olmadığını iddia ediyorduk.

Başka ne yapabilirdik ki bizler ölüyorduk.

Bildiğimiz başka bir şey yoktu, biz bir başımıza vav'ın sırrıyla meşgul oluyorduk.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder