9 Mar 2018

DÜCANE CÜNDİOĞLU -ENİS DOKO POLEMİĞİ ÜZERİNE

" Kant’ın, ıspatları eleştirmesinin Tanrı’nın varlığına ilişkin bir inkâr anlamına gelmediğini belirtmiştik. Buna karşın, amaçladığıyla tarihin gelişim süreci içerisinde ortaya çıkan sonucun farklı olduğunu söylememiz gereklidir. Nitekim Kant ıspatların mümkün olmadığını, hatta bunların akla dayandığını göstermekte haklı olsa da, sonuçları itibariyle bu eleştirinin bir tür ateizme götürdüğü söylenebilmektedir. Hemen belirtmeliyiz ki, Kant’ın kendisi bir ateist hatta deist bile değildir. Ayrıca burada ateizmin bir yargılamasını yapmadığımızı özellikle belirtmeliyiz. Kant’ın akıl yoluyla kavranacak bir Tanrı’nın mümkün olduğunda bütün ahlâkın çökeceği sözleri oldukça yerindedir. İnanmak ahlâki bir seçimse Tanrı’nın varlığının zorunlu olduğunun gösterilmemesi yani inanmanın ıspata dayanmaması gerekmektedir. Çünkü Tanrı’nın olduğuna ikna edilmekten ziyâde, Tanrı’ya inanmak istenilmelidir. Kaldı ki akıl, Tanrı’nın varolduğunu zorunlu olarak gösterseydi bile, yine Tanrı’yı inkâr etme yani O’na inanmama söz konusu olabilirdi. Şu halde, akli ıspatlardan hareketle Tanrı’ya ulaşmaya çalışmanın doğru olmayacağını söyleyebiliriz. Tanrı’nın varlığını ıspatlamak ile Tanrı’yı bütünüyle bilmek arasında fark olduğunu düşünüyoruz. Tanrı ıspatlarında Tanrı’nın varolması gerektiğinden hareket edilmektedir. Tanrı’nın varlığının açık ve seçik olarak akılda olmasını iddia eden sadece Descartes’tir. Ama o da, böyle bir duruma ancak Tanrı’nın neden olacağını söyleyerek aklın iddiacı yapısını hafifletmeye çalışmıştır. Kozmolojik ıspat, dünyanın olması için ona varlık verenin olması gerektiğinden hareket etmiştir. Teleolojik ıspat, doğadaki düzenden hareketle Tanrı’nın olması gerektiğini iddia etmiştir. Dolayısıyla bu ıspatlar Tanrı’nın açık ve seçik bir biçimde bilineceğini ya da açık ve seçik varolduğunu değil, açık ve seçik bir biçimde varolması gerektiğini iddia etmektedirler. Burada Tanrı’nın doğasını bilme söz konusu değildir. Nitekim özellikle Orta Çağ’da bu ıspatlar ortaya çıkmaya başlarken devamlı olarak aklın sınırlarına vurgu yapıldığını belirtmiştik. Şu halde, Tanrı’yı bilmek ile Tanrı’nın varolduğunu ıspatlamak arasında fark vardır. Sonuç olarak, teorik anlamda özellikle Tanrı’nın varolduğunun ıspatlanması konusunda akla çizilen sınırın yerinde olduğunu düşünüyoruz. Aklın Tanrı’yı ıspatlamaya çalışması, sınırların aşılması olarak nitelendirilmelidir."

http://bilimfelsefeveteoloji.blogspot.com.tr/2013/10/immanuel-kant-ve-tanr.html adresindeki İmmanuel Kant ve Tanrı başlıklı makaleden alıntıdır.

Bu polemikte fikir beyan edecek yetkinlikte görmüyorum kendimi lakin Dücane Hocanın anlaşılmadığını ve Enis Doko'nun , Dücane Hocanın belirttiği "ergen" gevezeliği yaptığını düşünüyorum. Az buz bu işlere kafa yormuş biri olarak mevzunun yukarıda anlatıldığı gibi olduğunu bütün Tanrı ispatlama gayretinin aklın sınırlarını aşılması olduğunu ve varabileceğimiz en son noktanın " tanrını açık seçik var olduğunu değil açık ve seçik bir biçimde var olması gerektiğini" söylemekten öteye geçemeyeceği kanaatindeyim. Ötesi şahsi kanaattir Dücane Hocanın dediği gibi. Enis Doko'ya , Tanrı ispatı peşinde koştuklarını iddia ettiği filozofların Tanrını varlığını elde bir olarak kabul edip O'nun varlığına delil aradıklarını hatırlatmak gerekir. 

Netice itibari ile Dücane Hocanın dediği gibi "Tanrı" tartışması boş bir tartışmadır.. Muhayyileye ait olan ile akla ait olan alan birbirinden kesin olarak ayrılmalıdır diye bitireyim...



Leon Teschner (Celin Sybiosis) twitter hesabından alınmıştır..




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder