10 Tem 2018

SINIF BİLİNCİ MEVCUT DEĞİLSE SINIF MEVCUT OLABİLİR Mİ ?

Kültürel hegemonya Gramsci patentli bir kavram ve eşitsizliğin rıza ile nasıl yeniden üretilebildiğini açıklamak için kullanılıyor. Yani, iktidarın bireysel öznelik dolayımıyla üretimine işaret ediyor. Hegemonya kişiselleşmiş anlamların üretimi demek.
Kültürel sermaye ise (az çok özerkleşmiş) bir kültürel alanın temel değeri ve başlıca mücadele "nesnesi". Buradaki başlıca aktörler ise hocalar, yazarlar ve kimin kitabının basılacağına karar veren editörler diyelim.
Onun için, bu tür editörler ve kitap yazarı hocalar arasında çoğu kez örtük bir gerginlik vardır. Herneyse, sermaye kavramını ekonomik sermayenin dışına çıkarak tanımlayıp, kültürel sermaye kavramını armağan eden düşünürse P Bourdieu. Önemli bir adım atmış böyle yaparak.


  • Bu iki kavramı aynı cümlede kullanmak, bir cümleyi iki dilde yazmak gibi olabilir zira düşünsel bağlamları farklı.


  • Şimdi soru şu: Tr'de siyasi maşruiyet kültürel hegemonya daha doğrusu uzun lafın kısası hegemonya vasıtasıyla mı üretildi? Meşruiyetin temel üretim mekanizması hegemonya mıydo?


  • Tr'de bir işçi kendini işçi sınıfının bir üyesi olarak tanımlasaydı yani kimliği bu sınıfın üyeliğine dayansaydı ve işçiliği herhangi bir meslek gibi görmeseydi bu kavramı kullanmaya bir adım yaklaşmış olurduk.


  • Çünkü hegemonya kuramı sınıfsal eşitsizliğin meşrulaştırılma mekanizmasını izah eder. Buradaki mesele şudur: sınıf bilinci mevcut değilse sınıf mevcut olabilir mi? Sınıfın tanımına dair harika bir soru! Marks'ın bu konuda kafası karışıktı; sınıf tanımlarını değiştirmekle ünlüdür.


  • İkinci mesele şu: hegemonya yani ekonomik iktidarın siyasi iktidar ama siyasi iktidarın da bireysel öznelik dolayımıyla yeniden üretimi, Tr gibi kolektivistik bir kültürel gelenekten gelen ülkelerde işler mi; işlerse nasıl işler? Büyük Britanya'dakiyle aynı mıdır mesela bu süreç?


  • Ben Kemalist devletin yeterli kültürel hegemonyayı üretemediğini ve biraz uzunca bir geçiş sürecinden veya döneminden sonra işte bugünlerde yaşadığımız noktaya gelindiğini düşünüyorum.


  • Tr'de siyasi iktidarın kendisini esas olarak bireysel öznelik dolayımıyla üretmediğini düşünüyorum. Tr'de siyasi iktidar uyruklara bireysel özneler olarak değil topluca/topyekün yaklaşıyor. Althusser'in ünlü "çağırma" mekanizması" da işlemiyor demektir bu.


  • "Kırmızı kitap"ta ileri sürdüğüm ana tez buydu. Bu noktada siyaset ve kültür ilişkilerine odaklanmak gerekir. Tr'de siyasi meşruluğun üretiminde uyruklara topyekun yaklaşma tekniğinin kullanılmasnda kolektivistik kültürel geleneğin etkisinin önemli olduğunu düşünüyorum.


  • Eğer bu yazdıklarım doğruysa, kendi devletini kurduğunu düşünen AKP, kültürel hegemonyanın tesisinde, Kemalist devletten daha başarılı olamayacaktır. Çünkü her ikisi de siyaseten ve kültürel açıdan kolektivist.


  • Kültürel sermaye ise kültürel hegemonyadan başka ve AKP'nin kültürel sermayedarlar üretip toplam kültürel sermaye dengesini kendi lehine çevirme ihtimali artık Tr'nin bugün geldiği noktada zayıf. Hatta oldukça zayıf. Bu coğrafyadaki akıntının tersine yüzüyorlar bir süredir.


  • Yurt dışına tahsile kendi elemanlarını bile gönderseler ve onlar doktoralarını orada yapsalar, orada yıllarca kalan ve oranın üniversite yaşamına katılan birinin gittiği zihniyetle geri dönmesi neredeyse imkansızlık mertebesinde zor.


  • Yurt dışına döndüğünde kültürel sermayedar olsun diye yandaş "hoca" göndermek : bindiği dalı kesmek.

    Hakkında "bu ne perhiz bu ne lahana turşusu" denen sosyal pratikler, olması gerekene göre konuşup, kuralsız düzene göre davranmak kişiselleşmiş anlam üretimindeki, söylemin karaktere nakşolmasındaki veya dönüşmesindeki ciddi eksikliklere işaret eder. Mış gibicilik de denebilir.

  • Daha önemlisi de aslında hep ve her yerde bir ölçüde ama bu coğrafyada aşırı derecede varolan bu aralıktan rahatsız olmamak ve bunu gidermek için çalışmamaktır.

  • Mesela bu topluma devletçi denir. Ama devlete gösterilen bu teveccüh, "devletin malı deniz yemeyen domuz" tavrına ve sözüne engel olamadığı gibi, fatura ve fiş kesilmesini, kaçak bina yapılmamasını sağlayamamış ve sigortasız işçi çalıştırılmasını da zorlaştıramamıştır.

  • Yani devlete "benimki" hissiyle yaklaşılmamakta, diğer bir deyişle onunla bir aidiyet bağı kurulmamaktadır. Gerçek "benimki" yle mesela tarlayla ve onun sınırlarıyla, devlete ve kamu mallarına karşı gösterilen hassasiyet düzeyleri çok farklıdır.

  • Devlet daha çok bir sembol olarak önemlidir bir kurum olarak değil. Ortak sadakat nesneleriyle kurulan ilişki de sembolik olmaktan çok imgeseldir yani narsisistiktir. Öznelikten çok, ego düzeniyle ilişkilidir.

    Hiç yorum yok:

    Yorum Gönder