http://www.yazihaneden.com/2014/04/bir-hasmet-babaoglu-portresi/ adresinden alıntıdır.
Bir Haşmet Babaoğlu Portresi
Tanıştırayım, 2-C sınıfından Haşmet, arkadaşları ona feylesof diyor.
Çocukluk itirafıyla başlamak lazım.
2000’lerin başlarında futbol tartışma programlarıyla ilgilenen herkes
gibi ben de bir aralar Haşmet Babaoğlu’nun söyleyecek sözleri olduğuna
inanıyordum. Eve aldığımız gazetede yazıyordu, izlediğimiz programda
konuşuyordu. Daha doğrusu konuşmak istiyordu. Ve tahmin edersiniz,
herkesin onu dinlemesini istiyordu. Gerçekten, Haşmet Babaoğlu konuşmaya
çalışıyordu.
90 Dakika programını izleyenler bu tipik
sahneyi hatırlayacaktır: Hıncal Uluç konuşur, daha fazla konuşur ve
biraz daha fazla konuşmadan önce nefeslenmek için birkaç dakika ara
verirdi. O anlar Haşmet Babaoğlu için sahneye çıkma zamanıydı. “Bir
dakika Hıncal Abi!” diye söze girer, ellerini kollarını sallayarak
konuşmaya başlar, o bir dakika içinde kesinlikle kahkaha atan Hıncal
Uluç’a zoraki bir şekilde gülümseyip söze devam ederdi. Bir dakika daha,
önemli bir şey söyleyeceğim. Şimdi aslında meseleye şuradan bakmak
lazım, yeni bir pencere açacağım buraya, çok farklı bir şey söylemek
istiyorum, bir saniye Hıncal Abi, reklama mı gidiyoruz, tamam o zaman
bitiriyorum, aslında hadiseyi şuradan okumak gerek, yani temelde bizim
sorunumuz şuralarda yatıyor ve reklam.
Haşmet Babaoğlu’nun konuşmasını
isterdik. En azından cümlesini bitirmesini beklerdik. Bir çocukluk
itirafı daha gelsin. Ekran başında gözlerimi dört açıp televizyona pür
dikkat baktığımı hatırlıyorum. Zira karşımda sakallarıyla oynayan,
futboldan, felsefeden, sanattan konuşmak isteyen bir adam vardı. O söze
girişlerini, o bitmeyen ve aslında yakında bir gün bitecekmiş gibi
durmayan cümlelerini hiç unutmadım. İçeriği değil ama o sözleri
söylediği anlardaki çabalarını hatırlıyorum. Sizin de hatırladığınıza
eminim.
Haşmet Babaoğlu konuşmak istiyordu ve
buna gerçekten saygı duyuyordum. Ağzını açtıktan sonra yaşanan o büyük
bekleyişi affetmeye hazırdım. O konuşsun, konuşabilsin, başı ve sonu
belli olan bir cümle kurabilsin, benim için gerisi önemli değildi. Ne
yazık ki bu pek sık gerçekleşmiyordu. Ya Hıncal abi sözümüzü kesiyordu
ya da reklama gidiyorduk. Kahrolsun kapitalizm!
Daha sonra bu konuşma isteği azaldı ama
Haşmet Babaoğlu çeşitli rollerle karşımıza çıkmayı sürdürdü. Popüler aşk
hikayeleri anlatmaya kalktı köşesinde, okurken yüreğimizi dağlayan ve 1
saniye sonra unuttuğumuz unutulmaz sözlere imza attı, sanattan
bahsetti, bazen Tarkovski’yi konuk etti köşesine, bazen Bergman’ı
anlattı. Name dropping’in entelektüellik, uzun uzun düşündükten sonra
söze başlamanın filozofluk, pantolona zincir takmanın serseri ruhluluk,
Alaçatı’da tatil yapmanın orijinallik sayıldığı bir dünyanın en güzel
yüz metrelerini koştu. Bir noktada magazin programlarının prensine
dönüştü, hızını alamadı, gazete köşelerinde tartıştığı yazarları
Nişantaşı kafelerinde dövmeye kalktı. Zira kendisi en ince duyguların
insanıydı ve evet oraya Ahmet Hakan’ı dövmeye gitmişti.
Sonra her şey değişti. Haşmet Babaoğlu
da değişti. Yeni Türkiye, Yeni Türkiye diye bağıranların amiral gemisi
Sabah’taki köşesinden daha çok siyaset yazmaya başladı. Şair ruhu
gitmiş, yerine Engin Ardıç ile Rasim Ozan Kütahyalı arasında gidip
gelen, yaptığı alıntılarla hâlâ ince duyguların insanı olduğunu
kanıtlamaya çalışan bir adam geldi.
Evet, her şey değişmeye başlamıştı. Yeni
Türkiye kurulmaya başlamıştı ve iktidara ne kadar yakın durursanız
köşenizin, pardon raf ömrünüzün o kadar uzayacağı yıllar sizi
bekliyordu. Eski Türkiye’ye lanet okumanız gerekiyordu, cebinizdeki
yakın tarih bilgisi bu role girmeniz için gereken her şeyi saklıyordu.
Daha önce ne söylediğinizin bir anlamı yoktu. Cebinizdeki kelimelerin
Yeni Türkiye’yi övüp Eski Türkiye’ye lanet okuması yeterliydi. Eninde
sonunda ince duyguları (hırs) ve ince hesapları (para) olan herkes bu
yola girdi.
Haşmet Babaoğlu da bu role çabuk ısındı.
Her yazısını toplu bir nefret kusma seansına çevirdi, üslubunu “Beyaz
Türk dövmeye çıktım, geleceğim” modeline oturttu, bir kültürel sınıfın
çöktüğünü, artık iktidarın değiştiğini, halkın sözünü dinlettiği yeni
bir ülkenin geldiğini anlattı. Gezi Parkı’ndaki gençlerin
bilgisizliğinden dem vurdu bir gün, Cehape zihniyetine salladı ertesi
gün, akabinde tekrar Gezi Parkı’ndaki gençlerin cahilliğinden söz etti.
“Abi hayrola?” diyen herkesi milleti tanımamakla suçladı, sandıkta
alınan yenilginin onların sonu olacağını söyledi. Artık bilet de kesmeye
başlamıştı.
Yeni Türkiye sakallarıyla oynayan
şairden çok şeyler götürmüştü. Okunmayan aşk hikayeleri yazmaktan
sıkılmıştı, belki de artık konuşabildiği alanlarda söz söylemek
istiyordu. Evet Haşmet Babaoğlu konuşmaya başlamıştı. Bangır bangır
bağırıyordu, iktidara yakın durmanın en güzel 1500 metresine gelmişti
artık, koşması, karşısındaki insanları aşağılaması ve daha fazla koşması
gerekiyordu.
En son, seçimden bir sonraki gün köşesinde çıkan yazısında şu ifadeleri kullanmıştı: “Bu bahar “uzun sürmüş bir hikâye“nin sonu olacak. Daha doğrusu… Kendini kültürlü seçkinler sanan zil zurna cahil bir kesimin tarih sahnesinden çekiliş sürecinin başlangıcı olacak. Başkalarına durmadan “aptal” demenin kendisini “akıllı” yapacağına inanan zavallılar hakikatle yüzleşecek. Sancılı olacak, epey hırpalayacak bizi ama hem memleket hem de onlar için hayırlı bir süreç. Nihayet bu dönüm noktasına gelmemizi sevinçle karşılamak gerek.”
Evet, Haşmet Babaoğlu artık konuşuyordu.
Buna sevinmeliydik. Yıllar boyu süren bekleyişten, uğruna kaç 90 dakika
harcadığımız o zorlu zamanlardan sonra konuşmaya başlamıştı. Ve
karşılaştığımız insan bizi bir kez daha çocukluğumuza götürüyordu.
İlkokula dönmüştük. Karşımızda dil çıkaran bir sınıf arkadaşımız vardı.
Bize doğru parmak sallıyor, “Benim babam senin babanı döver tamam mı?”
diyordu. Derse gittiğimizde öğretmenin “İleride ne olacaksınız?”
sorusuna ise iddialı cevaplar veriyordu.
Ah yoksa tanımıyor musunuz o çocuğu? Tanıştırayım, kendisi 2-C sınıfından Haşmet, arkadaşları ona feylesof diyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder