4 Eki 2016

DÜSLEMEYE DEVAM EDECEGIZ

Hocadan akademik ders derinliginde dolu dolu bir söylesi. Ne diyordu findikfaresi(white rabbit):kafani besle.. Afiyet olsun..

TÜRKİYE ÇELİŞKİLER ÜLKESİDİR

ATO, Haziran 2016



Bir düşünür olarak,  hız, teknoloji ve bireysellikten oluşan ‘yeni dünya düzeni’ni nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu ne kadar yeni, onu bilemiyorum. Çünkü 18. yüzyıldan beri dünya bu kavramlarla şekilleniyor. Bu da çok doğal. Klişedir ama gerçek bu. Neden? Dünyayı, toplumu artık rasyonel olarak örgütlüyoruz. Ratio, sürekli böler. Ratio, birleştirerek değil ayırarak çalışır. Biz duygularla dünyayı birliğe getiririz, ama düşündükçe onu böleriz. Bu bölme, bize, özünde, hız, teknoloji ve bireyselliği mümkün kılan bilimsel temeli sağlıyor. Bu nedenledir ki insanlık son 300 yıldır Weber’in tabiriyle ‘büyü bozuldu’ diye çığlık atıyor. Dünya artık bu hızla deviniyor. Hız klasik fizikte olmayan bir kavram. Klasik fizikte hız, nesnenin devinimine ilişen ikincil ilinekti, yani devinim töze ilişirdi, nesne hareket ederdi. Peki hız neye ilişir? Devinime. Şimdi hız nesnenin tözü halini aldı. Modern bilim de ister istemez bu değişimi haklılaştırıyor. Üst yapının temelinde, yani ahlakın, siyasetin, toplum ve kültürün en temelinde işbu bilimsel bilgi vardır. Hız, antik çağa göre yeni bir moment, son 300 yılın ürünü. Bizler artık endüstri devrimi sonrasında dünyayı çok farklı kavrıyoruz. Üretimden veya değiş-tokuştan hareketle değil mübadeleden, alış-verişten, değişimden hareketle. O yüzden değerler, kullanım değerleri değil, değişim değerleri. Mübadele, modern yaşamın özüdür. Hıza ihtiyacı var ve kendini yok edene kadar hızlanacak, çünkü hızın sonu çaresiz sükundur, durağanlık ve dinginlik. Dünya bir bakıma durmak için deviniyor, yeniden başlayabilmesi için önce durması gerekir. Ne ki durmak demek aynı zamanda yıkım demektir.
Türkiye, kökleri doğuda ancak uzun yıllardır yüzünü batıya dönmüş bir ülke olarak, bu yeni dünya düzeninin neresinde?
Bugün doğu-batı kavramlarının kayda değer bir açıklama değeri kalmadı. Çin’e göre biz neredeyiz? Gerçi bir Ortadoğu kavramsallaştırması var ama o da çok sorunlu. Örneğin Türkiye’nin kökleri doğuda değil, Türkiye zaten doğu. Ama hangi anlamda doğu? Troya Savaşı’ndan beri Akhalarla Troyalılar arasındakikarşıtlık aslında doğu-batı ayrımından kaynaklanıyordu ve ayrım Çanakkale Boğazı temelliydi. Daha sonra da Haçlı Seferleri. Bugün sorun artık Türkiye’nin coğrafi tanımıyla ilgili değil. Çünkü ilk sorunuza bağlı olarak hız olgusu, coğrafi tanımı değersiz kılıyor. Sabah uçağa biner, akşam dünyanın öteki ucunda yemeğinizi yiyebilirsiniz. Artık doğu-batı ayrımı bugün gücünü yitirmiş olan eski dünyaya ait bir kavramsallaştırma. Atlantik-Pasifik ayrımı, denizin, yani iletişimin ve ulaşımın gücünü ifade etmek bakımından hiç değilse daha açıklayıcı görünüyor. Kısaca Türkiye’nin sorunu artık batılılaşma sorunu değil, modernleşme sorunudur, yani mekansal değil, zamansal bir sorun. Bu bakımdan ülke sorunlarının doğu-batı çelişkisi bağlamında değil, eski-yeni çelişkisi bağlamında yorumlanması gerekiyor. Çünkü Türkiye’nin sorunu artık mekansal değil, zamansaldır. Fetholunacak olan artık Batı değil, Gelecek’tir.
Peki Türkiye’nin bu hıza uyum sağlaması  konusunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Soru değişti, çünkü şimdi yönümüzü sormuyorsunuz. Öyle ya, yön mekanda olur, hız ise zamanda. Türkiye modern toplumun bulunduğu düzeye güya yürüyerek değil, sıçrayarak, hatta uçarak gidiyor. Bence temel sorun da burada. Eskiden sağcı liderler, çağı yakalamak anlamında “muasır medeniyetler seviyesine sıçramak”tan söz ederlerdi. Endüstriyel olarak, teknolojik olarak Türkiye çağı yakalamaya çalışıyor. Fena durumda da değil, Ortadoğu ülkeleri içerisinde en iyilerdeniz, çünkü Batı’ya en yakın sınırda bulunuyoruz. Dolayısıyla modernliğe ister istemez zamansal olarak da yakın durumdayız. Ancak bu sıçrama hamleleri eğitim ve kültür alanında değil, teknoloji alanında. Biz de artık kocaman gökdelenler yapıyoruz. Ne ki gökdelende yaşama kültürü çok sonra gelecek, ve işte o zaman sıçramak neymiş göreceğiz.
Türkiye’yi “doğu ve batı arasında sıkışmış bir ülke” olarak görenler de var, “iki yakanın zenginliğini barındıran bir ülke” olarak tanımlayanlar da. Siz nasıl yorumluyorsunuz?
Türkiye bir çelişkiler ülkesidir ve iyi ki öyledir. Ne tam anlamıyla doğudur, ne de tam anlamıyla batı. Hem doğudur hem batıdır çünkü. Karışık, çelişkili, çatışkılar tarafından zorlanan bir bünyesi var Türkiye’nin. Ama bu dezavantaj değil, bilakis avantajdır. O yüzden enerjisi var. Yaşamın diyalektik kavranışı, çatışmalar üzerinden güçlü bir itilim sağlar. O bakımdan Türkiye dünyanın en şanslı coğrafyalarından birind ikamet ediyor, çünkü karşıtlığı özünde saklıyor. Bu karşıtlıklardan birine asılması büyük bir kayıp anlamına gelir. Hep böyle oldu. Ya doğu ya batı, ya eski ya yeni gibi karşıtlıklar çelişkinin bir yanında asılı kalmak demektir, ki Türkiye’de siyaset bu yanlara asılı kalarak sürdürüldüğü için şiddet de buradan doğuyor. Oysa hem doğu hem batı, hem eski hem yeni denilebilse, bu çelişki o takdirde olumlu hale dönüşebilir, bir yıkıma değil.
Şu an için bir itilim yok diyebilir miyiz?
Diyemeyiz, çünkü hala bir itilim var, çelişki var, çatışma var. Kaos henüz yok, kaos da gerçekte bir olanaktır, olumsuz bir şey değil. Yıkım her zaman yaratıcıdır. Ölüm yaşamın temelidir. Ölebildiğimiz için doğuyoruz, ölmesek doğmayız. Dolayısıyla doğduğumuz için de ölüyoruz. İnsan yaşam ile ölüm arasındadır. Yaşam olmadan ölümü, ölüm olmadan yaşamı düşlemek belki iyi bir fantezidir, ama yaşamın özünü tek yanlı olarak çocukça hülyalara havale etmektir. İnsan yaşamı da, ölümü de benimseyebildiğinde ancak insan olmayı becermiş olur. Ölümden kaçamazsınız. Kozmos da, düzen de kendinde bir düzensizlik barındırır. Sığ zekalar bunu bir olumsuzluk gibi algılar ama düzensizlik, düzenin olmazsa olmaz koşuludur.
Sosyolojik olarak Türk toplumunun son yıllardaki değişimini nasıl özetliyorsunuz?
Türkiye ilerlediği, geliştiği ve modernleştiği için ve bütün bu kavramlar da özünde rasyonel olduğu için ülkenin buna bir tepki vermemesi düşünülemez. Türkiye bir yandan değişiyor, gelişiyor ama bir yandan da kendi içinde bu hıza denk bir direnç de üretiyor. Bir itilimle birlikte itilim-karşıtı itirazlar da oluşuyor. Bu çatışma Türkiye’nin toplumsal yapısından bekleneceği üzere bazen gelenekçi refleksler üretiyor. Şu evrede ülkemizde muhafazakarlığın daha yavaşlatıcı yaklaşımlarının rağbette olmasının bir sebebi de hızın ve değişimin çok güçlü olmasından kaynaklanıyor. Nerede durma direnci varsa, orada çok güçlü bir ilerleyiş var demektir. Bu çelişki de Türkiye’nin lehinedir. Dünyanın her yerinde de böyle olmuştur. Ahlak kitapları, ahlaksızlığın en çok olduğu dönemlerde yazılır.

“YAŞAM, AKLIN YASALARINI BOZAR”
‘Kutuplaşma’ artık çok sık kullanılan bir kavram, oysa Türk toplumunun bunu aşacak çok büyük vasıfları, özellikleri ve kökleri var. Bu konuda ne düşünüyor ve ne öneriyorsunuz?
Kutuplaşma esas itibariyle bilincin iki uçlu devinimidir. Bir dairede, diyelim ki bir aks oluşsun, hemen iki kutup de oluşur. Kutuplardan birinde asılı kalmak, mutlak bir karşıtlığa dayanır. Bu durumu, yine zihnin oluşu kavrama yetersizliğiyle açıklayabiliriz, çünkü bilinç özdeşlik ilkesiyle devinir. Bilincin en doğal refleksi ikiye bölmektir: ya-ya da.  Bu, “ben bensem sen değilim’ demektir. Bir şey kendisi ise başkası değildir çünkü. Bir yerde bir özdeşlik varsa, bir belirlenim varsa o belirlenim zorunlu olarak karşıtını da kendinde barındırır ve dışarı iter. Yani siz “A A’dır” dediğiniz sürece -ki bu özdeşlik ilkesinin temelidir- “A A-olmayandır” demek zorundasınız. Bu aklın en temel iki ilkesidir. Akıl buradan bir üçüncü ilke daha çıkartır; üçüncü halin imkansızlığı, yani “A A ise, A A-olmayan değildir” derseniz o halde bir şeye “hem A, hem A-olmayan” veya “hem siyah, hem siyah-olmayan” diyemezsiniz. Ne ki yaşam, aklın bu yasalarını bozar ve darmadağın eder. Yaşamda siyah-beyaz karşıtlığı olduğu içindir ki griler vardır, siyah-yeşil karşıtlığı vardır. Yaşamda “ya-ya da” yoktur. Yaşam çoklu-birlik halinde işler, iki değerli değil, üç değerli bir mantıkla. Bazıları buna fuzzy logic diyorlar. Yaşamda sonsuz merkez vardır. Dünyayı ve yaşamı açıklarken tek bir merkeze dayandığınız sürece kutuplara dayanırsınız. Kutuplara dayandığınızda, bu kutuplardan birine asılı kaldığınız takdirde çok kesin, çok zorunlu, çok genel yargılara, yani dogmalara ulaşırsınız. Bu sizin kendi tinsel birliğinizi sağlamanız anlamına gelir ama başkaları ile diyalog içerisinde olmamanız koşuluyla. Kutupların birbiriyle diyaloğu olmaz. Ne ki yaşam uçların bu kibirli kutuplaşmasını çözer. Modern bilim, yani insanlığın şu anda ulaştığı bilgi birikimi ve biçimi zaten bu kutupluluğu çözüyor. Bizler de yaşama baktığımızda bu yüzden bir kutupluluk görmüyoruz. Dikkat edin, cinsler bile çözülüyor. Bugün hayvanlarda da, insanlarda da sadece iki cinsten söz edilmiyor. Ara-cinsler ortaya çıktı ve bunun çoğalacağı görülüyor. İster istemez buna karşı kendiliğinden bir direnç de doğuyor, direnç de toplumun gelişmesini sağlıyor. İlerlemeyen şeyde gerileme olmaz. Gerileme olumsuz bir şey değildir. Sadece geçici olarak yıkıcıdır. Ama uzun vadede yaşam kendisini yeniden üretmeyi başarır. 


“İNSAN AKLI OLDUĞU SÜRECE KİŞİYE DÖNÜŞÜR”

‘Bireysellik’ ve ‘Bireycilik’ kavramlarının, topluma yansımasını bizim için değerlendirir misiniz? Bireysel hırsların artmasıyla eski değerlerin kaybolduğunu söyleyebilir miyiz? Bu değerlerin kaybının, ülkelerin yolculuğunda etkisi nedir?
Önce bireysellik (individualite) ile kişisellik (personalite) arasında bir ayrım yapmak gerek. Bireysellik, ferdiyet demektir ve sanıldığı gibi çok değerli bir şey değildir. Bir küme düşünün, kümenin birimleri eşittir ama kişiliksizdir, hiçbir özellikleri yoktur. Bir pilavdaki pirinç tanelerinin her biri bir bireydir. Bir pirinç tanesinin şahsiyetinden, kişiliğinden söz edemeyiz. Birey ile kişi arasındaki farklılıktır bu. Bireyselliğin ancak birimlerin kümeyle, bütünle olan ilişkisine nispetle değeri vardır ama işin içine şahsiyet girerse o zaman birey değil aynı zamanda kişi olursunuz, çünkü size özgü ayırt edici farklılıklarınız olur. Bireysellikte farklılıklar aslında yadsınır. Bir kümedeki tüm birimler birbirine eşittir, ama şahıslar eşit değildir. Biri sarışındır, biri esmerdir, biri uzun boyludur, vs. Sayısal olarak 100 sayısında 100 tane 1 vardır. Ama 100 pirincin olduğu bir pilavda her pirincin kendine özgü farklılıkları oluşur. Pirinç olmak bakımından değil, büyüklük, renk gibi özelliklerinden farklılık olur. Bir meşenin yapraklarının hiçbiri birbirine eşit değildir. Ama onlar akıllı varlıklar olmadığı için kişiliği olmaz. O yüzden insan aklı olduğu sürece kişiye dönüşür. Kişinin temelinde birey vardır. Ama biz yine de birey değil, kişi olmaya çalışırız. Bir birim olmaktan kurtulmak isteriz, benzediğimiz yanlara belki hürmet ederiz, nitekim siyaset bu benzerlikleri öne  çıkarır, hepimiz Türküz, hepimiz Müslümanız, hepimiz beyazız, siyahız der,  fakat yine de insan farklılıklarıyla ayrılmak ister. Özdeşliğe hürmet ettiğimiz kadar kişiliklere dikkatle pekala farklılıklara da hürmet etmeyi öğrenebiliriz.
Bireyselliğin çelişki olarak önümüze geldiği yer, aynı zamanda da toplumsallıktır. O yüzden birleşmek, daha geniş ölçekte birliklere mensup olmak bizlerin aidiyet ve mensubiyet duygularını güçlendiriyor. Bu bir soya aidiyet olabilir, bir şehre, bir köye ya da belli bir inanca, hatta belli bir düşünceye, ideolojiye bağlılık olabilir. Bireyle toplum arasındaki bu karşıtlık, bireyin kişilik kazanmasını engelleyen ve toplumda onun kişisel eğilimlerini bastırmasına yol açan bir nitelik kazanabilir. Aşçılık sanatından örnek verebiliriz. Türlü yemeğinde farklı sebzeler vardır, ama patates patates karakterini kaybetmemeli, fasulye fasulye karakterini kaybetmemeli, bezelye bezelye karakterini kaybetmemeli. Yemeğin ana lezzetine uyum sağlarken her biri kendi özelliğini de korumalı.
Bireyselliğin güçlenme  eğilimleri, kutuplaşma dönemlerinde, siyasetin toplumsal birliğe ihtiyacı nedeniyle zayıflar. Bizim kişisel eğilimlerimizi bastırmamız bezelye, fasulye ya da patates olmaktan çıkmamız demektir. Tek ses, tek renk, tek lezzet, tek ölçü. Oysa tinsel yaşam buna direnir, “ben varım” demek ister. O zaman aidiyet ve mensubiyet duyguları çözülüyormuş gibi görünür. Oysa uygarlıklar, yüksek farklılıkları bir arada tutabildiğinde, bunu başarılabildiğinde ancak ortaya çıkarlar. Standartlarda direnerek uygarlık yaratılamaz. Özellikler ve farklılıklar bir arada tutulabildiğinde uygarlıklar ortaya çıkar. Nitekim dünyadaki bütün uygarlıklar kozmopolit uygarlıklardır. Kurtuba’ya bakın, Granada’ya bakın, 18’inci, 19’uncu  yüzyıl İstanbul’una bakın ya da 2500 yıl önceki Atina’ya bakın, 9’uncu yüzyıldaki Bağdat’a bakın, uygarlığın olduğu bütün evreler İslam tarihi açısından en kozmopolit olduğu devrelerdir. Farklılıkların bir arada yaşanrmasına izin verildiğinde uygarlıklar ortaya çıkar. Bu da mübadeleyle, değişimle, alış-verişle olur. Bu anlamıyla ticaret bir erdemdir, çünkü hem etkilerseniz, hem etkilenirsiniz.
Bireysel hırslar olmasa toplum devinim yeteneğini yitirir. En başta belki toplumun ana gövdesi belli bir uyum ister, ortaya belli standartlar dizgesi çıkar ve fakat asıl itilim gücünü uyumlardan değil, uyumsuzluklardan alır. Farklılıkların bir arada yaşaması ve çatışması olumludur. Nasıl? Elbette bu karşıtlıkları çözme biçimine göre. Çatışmanın yanlarından bir tanesi yok edilirse belki sükunet sağlanır ama bu sefer de ilerleme olmaz. Oysa çatışma, devinimin nedenidir. Bu nedenle hırs-ihtiras denilen duygulanımlar tek başlarına olumsuz değildir. Ticari hırs, ekonomik hırs, politik hırs, vb. Bunlar olumsuz değildir, kişi olmanın, kişilik sahibi olmanın gereğidir. Çatışma, asla kaçınılması gereken bir durum değildir, aksine bir olanaktır, toplumsal itilimin gereği, hatta yasasıdır. Bireysel hırslar toplumsal standartları, sükunetleri bozarmış gibi görünür ama toplumsal ortalamayı da değiştirir. Bu yüzden de ne yazık ki toplum her zaman bu bireysel çıkışları bastırmak, ve olanaklı olduğu ölçüde yok etmek ister. Onu özünde olumsuz görür, oysa değildir. Bencillik gibi görünen bireysellik belirlenimleri son tahlilde toplumun itilimi bakımından olumludur. Farklı olanı yok eden eden toplum kendini de çözmüş olur. Bugün modern toplumlarda her ne kadar bir bütünlük, birlik, toplumsallık duygusu muhafaza ediliyorsa da toplum rasyonalize oldukça aynı zamanda atomize de oluyor, yavaş yavaş çözülüyormuş gibi görünüyor ve bu da değişimi okuyamayanlarda haklı olarak bir dehşet duygusu uyandırıyor. Oysa yaşamın rasyonel kavranışı açısından bu durum kaçınılmaz. Böyle de olacak. İnsan rasyonelleştikçe bölünür, duygusallaştıkça birleşir. Ancak şöyle bir yasa da var: insan bölündükçe ve ayrıldıkça yetkinleşir ve olgunlaşır. Anne rahminden ayrılıyoruz, anne memesinden ayrılıyoruz, anne evinden ayrılıyoruz, her defasında daha yetkinleşiyoruz. Eğer ebeveyn çocuğun ayrılmasına “bütünlük bozuluyor” diye izin vermezse, çocuğun gelişimini engeller. Ayrılık belki ruhsal olarak önceleri acı vericidir ama yine de olumlu bir şeydir. Gerileme durumlarında bu yüzden hep bir başa dönme arzusu baş gösterir. Bu bilindik bir dirençtir fakat özünde gerilemedir. Ruhsal olarak bir patolojidir. Korktuğumuzda veya üşüdüğümüzde, yaşam sevincimizi ve özgüvenimizi kaybettiğimizde ister istemez  bir cenin gibi dizlerimizi karnımıza çekeriz, ve böylelikle gerileriz. Toplum için de aynı analizi yapabiliriz sanırım. Gerilemenin sonu yıkımdır.
Son yıllarda şiddetin tırmandığını ve her alana yayıldığını gözlemliyoruz. Bunun nedenleri nedir sizce? Aşılma yolları nedir? Nasıl bir eğitim sistemi, nasıl bir kamu hizmeti öngörülebilir?
Şiddet, hakikat dairesinin darlığından kaynaklanan bir sonuç. Toplumu kavrama biçimimiz daraldıkça dışarıda bıraktıklarımız çoğalır, bu da şiddete yol açar. O bakımdan Türkiye’de de kutuplaşma meselesine değinirken söylediğim gibi şiddetin kaynağı asıl bizim yüreklerimizde, zihnimizde. Yüreğimiz daraldıkça ve orada yer alacak insan sayısı azaldıkça dışarıda bıraktıklarımız da çoğalıyor. Dışarıda bıraktıklarımız düşman, içeri aldıklarımız dost oluyor. Oysa geleneksel dünya görüşümüzce insan bu evrene sığamaz ama evren insan kalbine sığar. ‘Cenab-ı Hak evrene sığmaz, ama insan kalbine sığar’ der Hz. Mevlana. Bizim kalbimize de sadece bizim gibiler sığıyorsa kalbimiz katılaşmış, küçülmüş demektir. Dışarıda bıraktıklarımızı düşman ilan etmek de çok kolay olduğundan şiddet kaçınılmazdır. Formel eğitim tek başına bu sorunu çözmez. Şiddetin azalmasında hiç kuşkusuz eğitimin rolü çok önemli ama eğitimin ideolojisi, amaçladığı şey ne, asıl bu soruyu yanıtlamalı. Şayet eğitimin özünde insani olan her şeye, tüm farklılıklara hürmet varsa, o takdirde pekala daha eşitlikçi ve daha özgür bir dünya hayal edebiliriz, ama tam aksine eğitimin amacı daraltıcı ise ve bize benzeyenleri yüceltip benzemeyenleri aşağılıyorsa, şiddetin kaynağında bizzat eğitim vardır diyebiliriz. Eğitim çift taraflı kesen bir kılıç gibidir, eşdeyişle barışın kaynağı olan her şey aynı zamanda şiddetin de kaynağıdır. 

“DÜŞLEMEYE DEVAM EDECEĞİZ”

Türkiye’nin toplumsal analizini yaptığınızda, hangi konular sizi endişelendiriyor, hangi konular umutlandırıyor?
Umut ile temenniyi ayırıyorum. Nedenlerini bildiğimiz olgular için ümitvar olabiliriz, olumsuz nedenleri varsa “olmaz” deriz. Temenni ise uygun koşulları olmadığı halde olmasını beklemektir. 120 kiloluk birinin sabah uyandığında 60 kilo olmasını beklemesi bir temennidir ve söylemek gerekirse temenni çokluk bir zeka geriliğinin belirtisidir. Buna “hüsnükuruntu” da denir. Hüsnükuruntu, koşulları bulunmadığı halde tikel olayları hep iyiye yormaktır.
Türkiye’de barışın koşulları şu anda çok iç açıcı görünmüyor, hem iç barış, hem de dış barış açısından. Siyaset, sorunlar karşısında geniş ve evrensel bir perspektif ortaya koymayı beceremediği için, sırf ayakta kalabilmek amacıyla sayısı az olan parçalara yaslanmayı tercih ediyor. Oysa barış parçanın değil, bütünün kurtuluşu demektir. Toplumsal iyi, ortak iyi toplumun bütünü için iyi olandır. Ortak iyiye hürmet etmek gerek. Erdemli bir toplum düşü, yine erdemsiz bir toplum içerisinde erdemi amaçlayanlarca gerçekleştirilebilir, her şeye karşın bütünün iyiliğini gözetenlerce hayal edilebilir. Umut etmek ortak yararı, ortak iyiyi amaçlamakla mümkün. Ne ki ortak iyiye de çatışma olmaksızın ulaşılamaz. O yüzden çatışma da toplumsallığın doğasında var. İhtilafta pekala rahmet aranabilir. Türkiye böyle bir bütünlüğe muhakkak kavuşacak, bunu umut ediyoruz. Biliyoruz ki insan gerçeğe teslim olmayıp gerçeğe rağmen düşleyebildiği ölçüde insandır. Gerçek aleyhimize olandır. “Gerçek, gerçektir” demekle yetinmediğimizde, belki ayaklarımız biraz yerden havalanıyor gibi görünür ama bizim insan yanımızın kaçınılmaz özelliklerinden biri de işbu kanatlanabilme yanımızdır: gerçeğe kafa tutan yanımız. Parça için değil, bütün için iyi olanın, ortak iyinin en iyi olduğunu söylemektir insan olmak. Biz bu yüzden eşit ve özgür yarınlar düşlemekten vazgeçmeyeceğiz.




*Ato, Haziran 2016

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder